Genel

AVRUPA’DA VE TÜRKİYE’DE MODERNİTE SÜRECİ

AVRUPA’DA VE TÜRKİYE’DE MODERNİTE SÜRECİ
AYNI ŞEKİLDE YAŞANAMAZDI

Toplumumuzun tipik özelliğinde görülen; kişilerin  çoğunlukla hemen her konuda fikir sahibi olduğu, fakat yeterince bilgili olmadıklarıdır. Bu, tarihsel alana da yansımış, tarihte olup bitenleri anlayıp yorumlamaya çalışmak; sonuçlar üzerinden, daha da önemlisi kişiler (özne) ve onların kişisel niteliği ile bütünleşme biçiminde ortaya çıkmaktadır. Halbuki; tarihte olanlar sadece bir dönemin ve öznelerin hikayesi değil, fakat birbirini izleyen dinamiklerin ortaya çıkardığı sosyo-ekonomik değişimlerin sonucudur. Nasıl evren ve içindeki varlıklar büyük patlamadan sonraki milyarlarca yıllarda oluşan evrim sürecinde değişime uğrayarak bugünkü hallerine gelmiş ve bundan sonra evrim süreci böylece sürüp gidecekse; tarihte de benzer evrim süreci yaşanır. Olup bitenler, ekonomik düzenler, sosyal ve siyasi yapılar zaman içinde değişen çevrenin etkisiyle evrime ve değişime uğrarlar. Öznelerin ve din, bilim, sanat, aydınlanma gibi üst yapıların etkisi ise; ancak bu altyapı değişimlerinin üzerine ikinci derecede bina edilebilir. O halde tarihi, bir materyalist ve diyalektik anlayışla anlamak ve değerlendirmek mümkündür, hatta gereklidir.
Türkiye’nin de orta ve yakın dönemlerindeki gelişimini analiz etmek ve değerlendirmek için; önce Avrupa’da olup biteni iyi bilmek ve anlamak, sonra da bizde olanlarla onlardakileri dikkatle inceleyip mukayese etmek gereklidir.

Avrupa’da Kapitalizme Giden Yol

Hollanda’nın başlattığı dünya ticareti ve para devrimi, İngiltere’de ve Fransa’da merkantilist anlayışla daha büyümüş ve gelişmiş; 19.yüzyılda sanayi devriminin yarattığı çok büyük bir değişimle kapitalizm sürecine gelinmiştir.
Hollanda’yı en büyük yapanlar; sözünde durmaları, çok güvenilir ve iş bitirici olmaları, herkesin malını taşımaları ve işlerini yapmaktaki mükemmellikleriydi. Bu sayede 16.yüzyılda denizlere hakim olmuşlar, gemileri İngiltere’nin ve Fransa’nın toplamından fazla bir büyüklüğe ulaşmıştı. Ticaretle zenginleşen Hollandalı için tek şey ticaret yapmak ve çok para kazanmaktı. Hollanda’ya egemen güçlü burjuvazisi; ticaret yapıyor, endüstriyi geliştiriyor, sömürgeleri idare ediyor, üniversitelere nezaret ediyor, Amsterdam’ı büyük finans merkezi haline getiriyor ve Amerika sahillerine kadar uzanıyordu. Kredi borçlarını zamanında ve tam olarak ödeyen Hollanda’da ülkenin hukuk sistemi bağımsız ve bireysel haklar, özellikle de bireysel mülkiyet hakları çok sıkı korunuyordu. Diğerlerinde mahkemeler kralın emrindeyken, Hollanda’da ayrı bir devlet organı, ülkedeki burjuvaziden de bağımsızdı. Sermaye; bireyleri ve mülkiyetini koruyan, hukukun üstünlüğünü, bireysel mülkiyeti el üstünde tutan bu ülkeye akıyordu.
İngiltere’de de I.Elizabeth önceliği gemiciliğe verdi ve büyük gemiler yapımı için kaynaklar yarattı. Sayesinde, İngiliz gemileri ilk olarak Afrika kıyılarında baharat, porselen, ipekli, pamuklu ve ticari mallar ticareti yapmaya ve daha önemlisi köle ticaretine başlamıştı. Köle ticaretinden büyük paralar sağlanacak ve ülke ekonomisi hızla büyüyecekti. Sömürgeci yayılma ve Merkantilizm temelinde hükümdarın müttefiki İngiliz burjuvazisi kendi iktidarını güçlendirmiş, İngiliz İmparatorluğu büyük bir hızla genişliyor, onlar da Hollanda gibi Londra borsasına bağlı özel anonim şirketlerle yönetiliyordu. 1610-40 arasında, İngiltere dış ticareti 10 kat artmış, imalat sanayi gelişmiş, bazı maden üreticileri yılda 10-20 bin ton kömür üretiyor, yüksek fırınlar, haddehaneler, şap ve kağıt imalathaneleri çoğalıyor, tekstilciler ve tüccarlar eve iş vererek binlerce işçi çalıştırıyordu. Kral I.Charles burjuvaziye imtiyazlar dağıttı, tekeller verdi, üretimi örgütleyip düzenleyici ve korumacı denetimler yaptı.

İngilizler Köle ticaretini ilk Virginia’da başlatmış, Afrika’dan binlerce insanı çok kötü şartlarda bilinmeyen buralara getirmişlerdi. Böylece kontratla çalıştırdıkları işçilerin yerini neredeyse bedava köleler almıştı. Daha çok köle daha çok para demekti, gemilerde çok sayıda insan balık istifi taşınıyordu. İngilizler köle ticaretinde üçyüz yıl boyunca çok para kazandılar ve dünyada bir numara oldular. Liverpool köle ticareti merkezi, Manchester’in tekstil fabrikaları, kuzeyin kömür madenleri işgücünü bu kölelerin kaynağından ve köylerini terketmeye zorlanmış, aç sefil yollara dökülmüş, kendi halkından karşılayacaktı.
18.yüzyıl başlarında İngiltere halen tarım ve zanaatle uğraşıyor, tek yakıt kaynağı ağaç, onun kıtlığı olursa işler aksıyordu. İngiltere’nin nüfusu arttıkça ekonomisini beslemek, insanları yerleştirmek için ev ve araziye ihtiyaç duyuldu. Bunun sonucu ormanlar kesilip oduna çevrildi ve onunla ısıtma sağlandı. Odun tüketimi artarak kıtlılığı başlayınca, ona alternatif olarak kömür kullanımı gündeme geldi. Kömür yatakları büyük ölçüde sel sahalarındaydı ve madenlere su basması vardı. Kötü şartlarda buralarda çalıştırılan insanların, hatta 6 yaşındaki çocukların sayesinde kömür odunun yerini almıştı.

Büyük ve orta toprak soylularının geliri, kendilerine bağlı köylülerin emeğinden kaynaklanıyor, bunların en alt kademesinde yer alan küçük üreticiler ve ırgatlar ancak yerel yardımlarla ayakta durabiliyordu. Ne var ki onlar için daha da kötü günler gelecekti. Kıta’da iklimin soğuması yünlü talebini artırmıştı. Daha çok yün üretmek ve daha çok kazanmak isteyen toprak lordları, köylünün meralarını çevirmeye başladı. Çitleme sonucu hayvanlarını besleyemeyen köylüler aç kalarak, hayvanlarını da yok pahasına onlara satmak zorunda kaldı ve aç susuz Liverpool ve Manchester yollarına koyuldular. Yollardaki otları bile yemek zorunda kalan bu insanlar, dere kenarlarında pislik içinde, hatta bedenlerini satarak yaşamayı kabullendiler. İşte sanayi devriminin ucuz işgücü böylece ortaya çıkmıştır.
Ticaretten gelen sermaye birikimi, mülksüz ve çaresiz emeğin varlığı ile birleşince İngiltere’de endüstriyel kapitalizm doğdu. Üretimi artırmak için teknolojik buluşlar birbirini izliyor, demir-çelik, pamuklu ve ipekli dokuma sanayi, makine ve ekipmanlar hızla gelişiyor, fabrika sistemi daha çok kazandırıyor, tasarruflar yeniden fabrikalara sermaye olarak yatırılıyor, böylece modern endüstri sistemi doğuyordu.

Fransa’da, XIV.Louis döneminde Burjuva ile Güneş Kral arasında tam bir beraberlik oluşacaktı. Hükümdarlık sarayı soylulardaydı ama Kral; bakanları ve memurlarını burjuvaziden seçiyor, maliye, adalet ve polis memurlukları en rağbette mesleklerdi. Merkantilizm doruğa çıkmış, tüccar ve imalatçılar (dokuma, tekstil, demir-çelik, madencilik) devlet desteğinde büyüyorlardı. Korumacı vergiler ve gümrükler, üretim ve satış tekeli, vergi muafiyeti, finasman kolaylığı sağlanıyor böylece temel mallar üretimi ve ihracat pazarları büyümeye başlamıştı. Hastaneler kapatılıp dilencilere zorla meslek öğretiliyor, boş gezenler, bekar kızlar imalathanelerde çalışmaya zorlanıyor, işçiler 12-16 saat çalıştırılıyordu. Böylece Hollanda ve İngiltere karşısında, krallığın girişimiyle, Fransa’da mütevazi bir üretim ve sömürgeci kapitalizmin temelleri atılabiliyordu.

Sonuçta; Batı Avrupa’da, kapitalizm oluşurken devletin önemli bir rol oynadığı görülür. Burjuvazi olmadan kapitalizm olamazdı, ama burjuvazi de ancak ulus devlet ve ulus olursa güçlenecekti. Kapitalizm doğuşundan beri hem ulusal, hem evrensel, hem özel, hem devletçi, hem rekabetçi, hem de tekelciydi. Elbette bilimsel ve teknolojik ilerlemeler önemliydi, ama bunlar özellikle gemicilik, silah yapımı ve tarım üretimi içindi.
Avrupada’ki bu muazzam gelişmeyi sağlayan başka önemli unsurları da gözardı etmemek gerekir. İngiltere’nin başını çektiği köle ticareti çok artmış, şiddet veya değişimle topraklarından koparılan milyonlarca Afrikalı, hiçbirşey ödemeden ve ağır şartlarda başka ülkelere taşınıyor, çalıştırılıyor ve de güçsüz kalan bu insanların çoğu ölüyordu. Latin Amerika’yı soyup soğana çevirmiş, altın ve gümüşüne el koymuş, şimdi de köle emeğini acımasızca sömürüp müthiş bir artı değer elde ediyorlardı. Bunlar Avrupa’nın 16.-17.-18.yüzyıllarında burjuva zenginliği temelini yaratmıştır.

Avrupa’da Reformlar Yapılırken Osmanlı Yerinde Sayıyor

Avrupa’da büyümek isteyen Prensler, Lordlar, Senyörler, Tüccar ile daha çok toprağa ihtiyacı olan Köylüler, Roma’dan bağımsız kendi kiliseleri olmasını ve Kilise’nin topraklarına el konmasını istiyordu. Kilise ile başlayan mücadele dini bir görünüş altında Protestan Reformu adıyla yürütüldü. Protestanlar ve Katolikler arasında 30 yıl süren savaşlardan sonra büyük bir felaket yaşanmış, insanların 2/3’ü yok olmuş, kalanlar da sefalet içindeydi. Savaşın etkisi altındaki köylerin 5/6’sı perişan, her yerde üretim durmuştu. Ancak netice hasıl olmuş, Kilise topraklarına el konmuş, köylüler ve senyörler mülkiyet sahibi olmuş, yasaklara ve günahlara son verilmiş böylece Orta Sınıf Avrupa’ya hakim olmuştu. Nihayet 1648’deki Vestfalya anlaşmasıyla Protestan ve Katolik devletçikler arasında barış getirilmiş, aynı zamanda sınırdaki ilişkiler sistemi, Roma hukukuna göre düzenlenerek modern devletler hukukunun temeli atılmıştır.
Artık devletler daha dünyevi (seküler) hale gelmeye başlamış, Papalık devletler üzerindeki otoritesini kaybetmiştir. Daha önce Papa’dan yetki alan ve onu üst otorite gören Krallar, kiliselerini ‘milli’ hale getirerek mutlak egemen hale geldiler. Sonucunda ulusal devletler oluşmaya ve şehir devletlerinin yerini almaya başladılar. Politik devlet kurulmuş şimdi de iktisadi devletlerini kurmaya çalışıyorlardı. Kurallar ve yasalar yerel değil tüm ülke halkları içindi, ekonominin teorileri ona göre düzenleniyordu. Modern Avrupa böylece doğmuştu.

Halbuki Ortadoğu’da durum farklıydı, Şehir, Batı’da olduğu gibi bağımsız, siyasi bir güce sahip, kendi kanunlarını çıkaran ve özel mahkemeleri olan bir birim değildir. Bunun diğer bir yönü ise, İslam toplumlarında Tüzel Kişiliğe hiçbir zaman Roma’da tanındığı kadar geniş bir örgütlenme, meşruiyet ve hareket serbestisi tanınmamıştır.

Batı’da ikincil kuruluşların (belediyeler ve sivil toplumlar gibi medeni toplum) yarattığı tutumlar, alışkanlıklar, değerler İslam toplumlarında yoktur. Batı’da gelir kaynağı, zengin burjuvaların şehir halkının bir bölümüne koydukları vergilerdir. Doğuda ise şehrin gelir kaynağı, vakıfları ve hayır severlerin yaptığı işlerdir. Batı’da burjuva, haklarını senyöre karşı yaptığı bir mücadelede elde etmiş, bazen senyörlerin ordularına karşı çıkmış ve onları yenmiştir. Ona göre, hak alınır, verilmez, hatta ölüm göze alınır. Fakat bu anlayış Doğu şehirlerinde hiçbir şekilde yoktur.

Avrupa’da altın, gümüş ve maden varlığı ülke gücünü ve zenginliğini belirler diyen Hükümetler altın ve gümüş ihracını, yurtdışına çıkmasını önleyecek yasalar çıkarıyordu. Ülkeler dış ticaretle varlığını artırabilirdi ancak her zaman aldıklarından fazla satmalıydı. Merkantilizm böyle doğmuştu. 16.yüzyılda, kapitalizmin ilk adımı ve temelleri atılıyor, Ticaret ve Banka burjuvazisi hem çok büyük servete, hem de geniş bir finans ve bankacılık şebekesine, milli devletler de fetih ve egemenlik araçlarına sahip oluyordu. Merkantilistler artan ihracatın istihdamı da artırdığını söylüyor, ihracat teşvik edilirken gemicilik de teşvik edilerek ticaret filoları çoğalıyordu. Koloniler çok yararlıydı, çünkü onlardan artı değer sağlanıyordu. Kolonide ihtiyaç duyulan bir şeyin hammaddesi oradan ucuza alınarak anavatana gönderilir, orada işlendikten sonra ürün olarak daha fazla değerle koloniye geri satılırdı. Koloniler bütün hammaddeleri mutlak ve sadece anavatanlara satmak zorundaydı.

Ne var ki; Osmanlıların ekonomiye bakışları, çağdaşları Merkantilist Batı’dan çok farklı, ekonomik düşünceleri ihtiyacın karşılanmasından ibaretti. Yani Provizyonist’diler. Mal ve hizmet üretenler önce kendi ihtiyaçlarını, sonra tüm toplumun ihtiyaçlarını karşılamalıydı. İthalatı serbest bırakıyor, buna karşılık ihracatı yasaklayacak kadar sıkı bir kontrol altında tutuyorlardı. Osmanlı yöneticilerinin önceliği kentleri, özellikle başkent İstanbul’un, sarayın, ordunun ve donanmanın iaşesini sağlamaktı. Bu siyasal istikrar sağlanması ve korunması için çok önemli, yani asla isyan olmamalıydı.

Avrupa’nın tam tersine bir uygulamayla; tarım topraklarını özel mülkiyet alanından çıkardılar. Tarımı bir çiftçi ailesinin işleyebileceği, orta-küçük çiftlikler olarak düzenlediler. Bir çift öküzün işleyebileceği toprak 60-150 dönüm olarak belirlendi. Bu tarım arazilerinin alım-satımı, hibe ve vakfedilmesini kesinlikle devletin iznine bağladılar. Şehir iktisadında da bireyler arasında büyük zenginlik farkı oluşmasın diye esnaf sistemi kuruldu, ayrıca ticarette büyük sermaye birikimini önlemek için sistemli bir şekilde ‘narh’ uygulaması ile kar sınırlaması getirdiler. Ticaret ve esnaf için kar sınırı yüzde 5-15 olabilirdi. İaşeye öncelik, ithalata teşvik, ihracata da yasaklama getiren Osmanlı sistemi ekonomik gelişmeye karşı değildi, vergilerini artırmak amacıyla üretimi destekliyor, sınırlı kaynaklara rağmen yollar açılıyor, bataklıklar kurutulup altyapı yapılıyordu. Ancak Osmanlı yönetiminin öncelikleri; vergi toplamak, iaşecilik ve siyasal tehditlerle isyanları önlemekti. Ağırlık bunlara verilir, ekonominin gerekleri sonra gelirdi. Tüccarları korumaktan, desteklemekten çok denetlemeyi görev edinen Devlet sarraflara ihtiyacı olduğu için onların faaliyetlerini destekliyordu. Osmanlı’da olmayan malları getirdikleri yabancı tüccarlara özel ilgi gösteriliyor, 16.yüzyıldan itibaren başlayan kapitülasyonların sebebi de buydu.

Osmanlı terimlerinin hemen hepsi militerdir: Ordusuz devlet olmaz, ordu için savaş araçları ve para gerekli… Mali gücün asıl kaynağı ise toplumdur, onun için düzeni olduğu gibi muhafaza etmek gerekir. Bu doğrultuda; serbest piyasa mekanizmalarına hiçbir yer yoktur, iç ve dış ticaret ile hazine gelirleri devlet hazinesinin çıkarlarına göre denetlenip yönlendirilir. Bu katı düzende ekonomik düşünce oluşamaz ve radikal değişiklikler yapılamazdı. Batı’da merkantilistler, fizyokratlar ve klasiklerin görüşleri tartışılırken Osmanlı’da bunlar hiç olmadı.

Sanayi Devrimi sırasında Osmanlı yönetimi Avrupa’da olup biteni farketmeye başlamıştı, ama devrim değişikliklerine ayak uydurabilecek bir kapitalist birikim ve sermaye sınıfı ile altyapı ve bilgi birikimi yoktu. Daha çok hammadde ve pazar bulmak amacıyla tekelci kapitalizme ve sömürgeciliğe yönelmiş Avrupa için, Osmanlı’nın bereketli tarım toprakları ve limanlarının açık pazar haline geldiğini gören dirayetli seçkinler sanayi programlarına giriştilerse de bu teşebbüslerin çoğunluğu Avrupa’nın İstanbul sefirleri tarafından engellendi.

1838’de Baltalimanı Ticaret Anlaşması, Osmanlı Devletinin dış ticaretteki tekel düzeninden vazgeçerek, ilk olarak, liberal ekonomiye geçişidir. Buna göre; Devlet bir malın herhangi bir yöredeki Dış Ticareti’ni, özellikle ihracatını, bir özel kişinin tekeline bırakabiliyor, böylece Osmanlı hammaddelerinin dış ticarete açılımı kolaylaştırılıyordu.

Ancak uzun vadede bu Anlaşma, Osmanlı’nın elini kolunu bağlamış, bağımsız dış ticaret izleyebilme yeteneğini elinden almıştır. Nitekim 19.yy sonlarında Anadolu’da mamul üretecek kapitalist fabrika kurma girişimleri başladığında, gümrükleri yükseltip koruma yapılamadığı için gelişme çok yavaş olacaktı. Lozan’da bile Avrupa, Ankara’nın dış ticaret politikalarını kendi belirleme hakkına karşı direndi. Cumhuriyet hükümeti ancak 1929 Büyük Buhranından fırsatla buna kavuşacaktı.

Osmanlı Devleti 1768-1830’larda Rusya ve Habsburglarla girişilen bir dizi savaşlarda gücünü kaybedince ve gelirleri, özellikle ‘aşar’ azalınca devlet tarımsal üretimi artırmaya ve tebasıyla sosyal barışa yöneldi. Önce Balkanlarda Hristiyan, sonra Anadoludaki Müslüman köylülere çeşitli teşvikler, özellikle toprak sahibi olma ve ürünlerini serbestçe satabilme hakları verilip çoğu mültezim ve devlet topraklarının kahyaları ve yöneticileri olan taşralı eşraf ve ayan nüfuzunun artması sağlanmıştı. Bunlar yeni güç odakları olarak yeni bir orta sınıfın ve toplumun öncüleri oldular. Sonunda Osmanlı Devleti kendi bekasını sağlamak için radikal değişiklikler zorunda kalarak; ilkel bir kapitalizmin, aynı zamanda modern eğitimin, iletişimin, ulaşımın, basının geliştirilebilmesi amacıyla gerekli idari, yasal ve kurumsal temeller attı. Özel mülkiyet ile tarımın ticarileşmesi Müslüman zümrenin yükselmesini artırdı ve kuvvetli bir sosyal kültürel ve sonucunda siyasi güç haline gelmesine imkan verdi.

Hollanda, İngiltere, Almanya, İtalya ve Fransa’dan gelen Levantenler verimli topraklar ve madenler nedeniyle daha çok İzmir çevresinde yerleştiler. İngiliz ve Fransızların kurduğu, İzmir-Kasaba ve İzmir-Aydın demiryolları 1856’da ticari ürün taşımaya başlayınca endüstri yatırımlara yönelen Levantenler; kısmen buharla çalışan un değirmenleri, zeytin, pamuk, incir, susam, ayçiçeği ve sabun; dericilikte kullanılan palamut özü ve yünlü dokuma fabrikalarını kurdular. İzmir’de ticaret ve sanayi öncülüğünü yapmış, bölgede yaşayan Türklere incir, üzüm, tütün ve pamuk gibi geleneksel ürünler üretip satma imkanı vermiş Levanten aileler, İzmir’e ülkelerinin kültürünü, yaşam tarzını, sanatını, mimariyi, medeniyeti, okul, hastane, postane gibi hizmetlerini de taşıdılar.
1856 Tanzimat Fermanı, Osmanlı modernleşmesinin başladığı; askeri okullarda ıslahat ve hukukta yeniliklerin yapıldığı dön. Dünyadaki yeni ekonomik düzene ayak uydurmak için Avrupa’dan iktibas edilen kanunlar yanında, ilk 1850’de, Ticaret Mahkemeleri kurularak Fransız Ticaret Kanunu adapte edildi. Klasik dönem Osmanlı yargısında sadece şer’iye mahkemeleri ön plandayken; mahkemeler, görevlerine göre farklılaşmaya başlamıştır. Meşrutiyet ise, Temyiz mahkemesinin ortaya çıkması gibi adliye alanında çeşitli ıslahatların yapıldığı bir dönem oldu.Yeni kanuna göre ‘faiz’ kabul ediliyor, İslam hukukunda olmayan ‘Tüzel Kişilik’ kanunda yer alıyordu. 1863’de Deniz Ticareti Kanunu kabul edildi. Üstelik mahkeme şer’i değil nizamiydi.

Sadrazam Ali Paşa Fransız medeni kanunu kabul ettirmek istedi, ancak muhafazakarlar buna karşı çıktı. Buna rağmen bu grubun başını çeken Cevdet Paşa başkanlığındaki bir komisyon 1868-76 arasında derlenen Mecelle’yi ortaya çıkardı. ‘Mecelle’ İslam’ın Hanefi fıkhına göredir, fakat fasıllarının düzenlenmesi Batı hukukunun üstünlüğünü kabul eder niteliktedir. Nihayet aile hukuku ve şahsın hukukuna ait konuların burada yer almayışı modern dünya gelişmeleri karşısında çaresizlik-lerini gösterir. 1926’da kaldırılan Mecelle etkili, tutarlı ve yerinden edilmesi zor olduğundan Osmanlı İmparatorluğu dağıldıktan sonra halef devletlerin çoğunda uzun yıllar devam etmiştir.

Yargı usulünde de nizami mahkemelerin kurulup yargı alanının şer’i mahkemeler aleyhine gelişmesi, nihayet 1879’da noterlik ve avukatlık için çıkarılan ferman, asıl önemlisi ceza mahkemelerindeki hükümlerin sayılarının artırılması ve temyiz mercii kurulması İslam hukukunun katı yargılama usulüne ağır darbe vurdu. Zira davada vekalet, kamunun veya bireyin mahkeme önünde savunulması gibi esaslar İslam’da yoktur. Böylece Kadı’nın tek başına karar verme usülü de kaldırılmış oluyordu. Kamu hukukunda şer’i mahkemelerden ilk ayrılma 1840’da ceza kanunu ile oldu. Sınıf, mezheb ve din farkı olmaksızın tüm tebaya uygulanacaktır.

Ticaret mahkemelerinin dışında kalan ve kanunla kurulan Nizamiye mahkemeleri tanzimat döneminde şer’i kanunlar dışında, yeni kanun ve nizamlara göre görev yapmak üzere kurulmuş olup, Osmanlı yargı sisteminde önemli değişikliklere yol açmıştır. Tüm Osmanlı vatandaş-larının şeriyye, cemaat ve konsolosluk mahkemelerinin görev alanı dışında kalan, bütün ceza ve hukuk davalarına bakmakla görevli olan Nizamiye Mahkemeleri, hem ilk derece mahkemeleri hem de istinaf mahkemesi olarak görev yaptılar. Yargılamada çok hakimli karma bir sisteme geçiş, yargı teşkilatını daha karmaşık hale getirmiş, hem eskiden kalan mahkemeler, hem yeni kurulan mahkemeler yargı yetkisini birlikte kullanmışlardı. Yargı sistemindeki bu ikililik yeni sorunları da beraberinde getirmiştir.
1870’de ilk baro kurularak 1908’e kadar devam etmiştir. 1874’de dava vekillerinin Adliye Nezareti tarafından kurulacak komisyon sınavında başarılı olup ruhsat almaları şart koşulmuş, bunu takiben ilk Türk hukuk mektebi Galatasaray Sultanisinde açılmış, 1876’da Dersaadet Dava vekilleri nizamnamesi ile ilk Osmanlı Barosu kurulmuştur. Ne tuhaftır ki; bu gelişmelerin bir nedeni kapitülasyolardır. Avrupada 14.yüzyıldanberi varolan avukatlık kurumu böylece kendi mekanizmalarını kurmuştur.

Tanzimat döneminde laikliğe doğru giden en önemli olay 1858 Arazi Kanunnamesidir. Bu kanunla, Toprak sistemi düzenlemeleri Klasik devirdeki gibi şer’i değil örfi hukukla yapılacaktır. Nihayet 1876 Anayasası ile devlet sistemi dönüşü olmayan bir şekilde modern laik gelişme sürecine girmiştir. Şer’i karakterine rağmen ferman sayesinde Batı hukukunun bazı temel kurumları ilk defadır ki, İslam toplumunun içine giriyor ve ikili bir yapı gelişiyordu.
Klasik dönemde her sınıf halk ve her dini grup için, tamamı ile dini eğitimin hâkim olduğu Osmanlı İmparatorluğu’nda, 19.yydan itibaren orduda ve mülki idaredeki modernleşme dolayısıyla laik niteliğe yakın modern eğitim veren okullar açıldı ve bunlar dini eğitim kurumlarının hemen yanı başında ve onların aleyhine yayılıp gelişmeye başladılar.

Tanzimat döneminde devletin kurduğu fabrikalar yanında çoğunluğu gayrimüslim olan ve birey sermayeye dayanan ipek ipliği, halıcılık, gıda ürünleri, mum sanayi gibi bazı özel teşebbüs fabrikaları da yapılmıştır. 1830-40’larda Avrupa’dan son teknolojik makineler ithal edilerek, devlet mülkiyetinde; Yedikule’den Küçük Çekmece’ye kadar geniş alanda bir dizi fabrikalar kuruldu, Avrupa’dan mühendis, teknisyen ve işçi getirildi: Yünlü ve Pamuklu dokuma fabrikaları, Feshane, Tophane, debbaghane, tersaneler ve dökümhaneler. Hereke İpekli Dokuma Fabrikası, İzmit Kağıt fabrikası.

Hem bölgedeki emperyalist rekabet, hem de merkezi devletin gücüyle Osmanlı İmparatorluğu Birinci Dünya Savaşına kadar sömürgeleşmedi. Büyük güçlerin çekişmesi, Osmanlı için bir manevra alanı yaratıyor, dış baskılara direnmede Avrupalıların biri diğerine karşı kullanılıyordu. Merkezi Devlet, büyük toprak sahipleri ve yabancı yatırımcılara karşı, daha kolay vergi toplayabildiği ve siyasal bir tehdit yaratmadığı için küçük ve orta ölçekli mülkiyeti desteklemeye devam etti. 1860-70’lerde İngiliz yatırımcıların Batı Anadolu’da büyük ölçekli çiftlikler kurmaya kalkışmalarına merkezi yönetim, geleneksel mali tabanını kaybetme endişesiyle direnmiş ve engellemiştir. Esasen yerli işgücünün desteğini de bulamayan İngiliz yatırımcılar satın aldıları bu projelerden vazgeçtiler.
Batı, sanayileşmeyle güçlenirken, Osmanlı ekonomisi Anadolu’da gıda maddeleri ve hammaddeler ihraç eden; mamul maddeleri ve belirli gıda maddelerini ithal eden bir ekonomiye dönüştü. İhracatta önemli yer tutan tek mamul elde dokunan halı ve kilimlerdi. Şeker, çay ve kahve gibi imparatorluk üretilemeyen malların ithalatı anlaşılabilirdi, ancak buğdayın da ithal edilmesi kabul edilemezdi. Bunun nedenleri de ulaşım yetersizliğinden buğdayı İstanbul’a nakledememek, yanı sıra buğdayın Balkanlar ve Rusya’dan daha ucuza gelmesiydi.
Avrupa sermayesi Osmanlı’da, Birinci Dünya Savaşına kadar 75 milyon Pound yatırım yapmış, bunun büyük bir kısmı demiryollarınaydı. Borçlar dışında kalan kısım ise ticaret, bankacılık, sigortacılık ile limanlar, su ve gaz şirketleri gibi belediye hizmetlerineydi. Yatırımların ancak yüzde 10 kadarı madencilik, tarım ve sanayi gibi doğrudan üretim alanlarına aktı. Demiryolları, Osmanlı imparatorluğunda emperyalist devletlere nüfuz bölgeleri yarattı. 1860’lardaki İzmir-Aydın demiryolu, Batı Anadolu’da İngiltere sermayesini güçlendirmiş; İzmit-Ankara, Eskişehir-Konya, Bağdat demiryolu ile girişi hızlanan Alman sermayesi burasını, gelecekte buğday ve pamuk ihtiyacını karşılayacak alan olarak görüyordu. Ancak Birinci Dünya Savaşı’nda Almanya’nın yenilmesi; orta ve güney Anadolu’da bir yarı sömürge alanını yaratmaya yönelik tasarılarını engelleyecekti.

Birinci Dünya Savaşı ile Taşlar Yerinden Oynadı

Ulusal kapitalizmler sermaye birikiminin ve üretimi artırma mantığının sürüklemesiyle, dünyanın yeni bölgelerine yayılmaya başlayıp kıyasıya savaşmaya ve rekabete giriştiler. Öç alma, fetih duygularının itmesiyle ulusal tepkiler daha da sertleşti, milliyetçilikler kızıştı ve dünya, savaşı çözemediği bir yana daha da içinden çıkılmaz hale getirdi. Bulutların yağmuru getirmesi gibi kapitalizm de savaşı kendinde taşır. 1914-18 Dünya Savaşı Avrupa’yı darmadağın etmiş, yanında İngiltere’nin gerilemesini hızlandırmış, ABD’yi de güçlendirmiştir. Savaşın toplam maliyetini bütün ülkeler ödemiş; servetleri itibariyle İngiltere yüzde 32, Fransa yüzde 30, Almanya yüzde 22, ABD yüzde 9’unu kaybetmiş, savaşa katılan her ülke büyük borç içine girmişti. 1921’de Müttefikler Almanya’yı 33 milyar dolar yükümlülüğe mahkum etti.

Sovyet Devrimi, Rusya’yı kapitalizm ve Batı’dan koparmış bu, Avrupalı güçler için ciddi bir pazar kaybı demekti. Osmanlı İmparatorluğu sahneden çekilince İran ve Afganistan pazarları gündeme gelecekti. Savaş boyunca üretim ve ticaretini artırmış Japonya, yeni sanayi gücü oluyordu. Altın rezervlerini 4 kattan fazla artırarak 2.5 milyar doları aşmış, ABD birinci ekonomik güçtü. Almanya sanayi gücünü yeniden toparlamaya başlamış, Rusya ve Japonya farklı yollardan da olsa da müthiş bir gelişme içindeydi. İngiltere ve Fransa hala kuyruğunu dik tutabiliyordu.

Büyük Savaş’ın Osmanlı Toplumuna etkisi Milli İktisat olarak yansıyor; 20.yüzyıl başlarında Osmanlı ekonomisi, dünya pazarlarına ve yabancı sermayeye açılmış, ihracatta tarımın payı yüzde 90’ı aşıyordu. Osmanlı toplumunu 19.yüzyılın birçok azgelişmiş ülkeden ayıran özelliklerinden biri, diğer toplumsal kesimler ve yerel unsurlar karşısındaki gücüdür. Devlet askeri gücünün etkisiyle, hiçbir Avrupalı devletin sömürgesi olup siyasal gücünü tamamıyla yitirmedi.
1838 Baltalimanı Ticaret Anlaşması sonrasında Osmanlı Devleti dışa açık, daha liberal iktisadi politikalar izlemiş ve dış ticaretin ekonomideki payı ve ağırlığı giderek artmıştı. 1914 sonrasında Osmanlı ekonomisi hızla içine kapandı, kendine yeterlilik, korumacılık, sanayileşme ve nihayet Milli İktisat ilkelerini benimsemeye başladı. Bu dönüş İttihat ve Terakki iktidarında özellikle Balkanlarda ortaya çıkan milliyetçilik akımına karşı iktisadi milliyetçilik olarak yansıdı. Savaşın başlamasıyla, İngiltere, Fransa gibi büyük devletler ile ilişkilerin kesilmesi, hükümete Avrupa devletlerinin baskısı nedeniyle başaramayacağı işleri yapma fırsatını verecekti. İttihat ve Terakki yönetimi ekonominin dış bağlantılarını da değiştirip daha sonra Cumhuriyet dönemi iktisat politikalarına kaynak olacak bir dizi karar alacaktı:

– 1914 sonunda yabancılara hukuk, yargı, ticaret ve diğer alanlarda imtiyaz veren kapitülasyonlar tek taraflı olarak iptal edilerek, Osmanlı vatandaşları yabancılarla eşit hale getirildi. Şirketlerinin ayrıcalıklarına da son verilerek, bunların Osmanlı mevzuatına tabi olmaları, esas faaliyeti Osmanlı topraklarında olanların Osmanlı tüzel kişiliği kazanmaları istendi.
-Tüm mallara aynı oranda uygulanan, esas olarak mali gelir amaçlayan gümrük tarifeleri yerine, 1915’de düzenlenen iktisat politikaları ile zaman içinde değiştirilebilecek yeni gümrük tarifesi kabul edildi.
-1913’de kabul edilen yasanın da kapsamı genişletmesiyle Osmanlı idaresi, yerli sanayi ve istediği ürünleri seçip koruyabileceği bir sisteme kavuştu. Osmanlı dış borçları için yapılan tüm ödemeler durduruldu ve Düyun-u Umumiye’nin faaliyetleri askıya alındı.
Bu üç konu 1923 Lozan Konferansında tartışılacak, hararetli pazarlıklar sonucunda; kapitülasyonlar kaldırılacak, Ankara’da kurulmakta olan yeni devletin 1929’a kadar uzanan bir geçiş dönemi sonrası, gümrük tarifelerini kendisinin belirlemesi kabul edilip Osmanlı Devleti borçları yeniden yapılandırılacaktı. Terakki tarafından atılmıştır.

Birinci Dünya Savaşı öncesinde Osmanlı Dış Ticareti hemen tamamen durdu. Osmanlı ekonomisi sadece tekstil, makine gibi mamuller için değil, İstanbul ve diğer kimi kıyı kentlerinin gıda ihtiyacı için de büyük miktarda ithalat yapıyordu. Savaşın başlamasıyla, Osmanlı limanları Akdeniz’de, o zamana kadar en fazla ticaret yapılan İngilizlerin ve Fransızların donanmaları ile ablukaya alınınca, dış ticaret tamamen durdu. Ancak sonra Almanların işgali ile Sırbistan üzerinden demiryolu ulaşımı sağlanabilecekti. Bu durumda hem buğday, un, şeker gibi gıda maddeleri hem de mamullerde darlık ve kıtlıklar başladı.
Savaşın yerli sanayiye etkisi, bir ölçüde ithal ikamesi yarattığı için olumluydu. Ancak hemen sonra hammadde yoklukları, yanı sıra Ereğli kömür madenlerini Rusların bombalamasıyla kömür darlığı başlayınca sanayi bundan olumsuz etkilendi. Bir diğer sorun savaş nedeniyle askere alınan vasıflı işgücü kıtlığıydı. Çok sayıda kadın istihdam edilmesine rağmen bu sorun savaşın sonuna kadar çözülemedi.

Savaş döneminde tarımda ciddi sorunlar ortaya çıktı. Emek darlığı, erkeklerin savaşa alınması, yanı sıra bir milyonu bulan Ermeni’nin 1915’de Suriye’ye göçe zorlanması sonrasında pek çoğu tarım üretici olan bu nüfusun topraklarından ayrılması ve önemli bir bölümünün saldırılar veya hastalıklar sonucu ölmesi daha sonra Doğu Anadolu’nun büyük bir kısmını Rusların işgali, bu bölgelerde tarımın neredeyse tamamen çökmesine neden oldu. Ayrıca çift hayvanlarına ordunun el koyması tarımda ciddi sorunlara yolaçmış, 1918’de yük hayvanlarının %50’si koyun ve keçinin de %40’ı azalmıştı. Savaş sırasında her ne kadar kadınlar daha çok çalıştıysa da ekili alanların üretimi büyük miktarda azaldı. Çoğu ihraç ürünü olan üretimin düşüş oranı daha fazlaydı. 1918’e gelindiğinde imparatorluğun milli geliri savaştan önceki düzeye göre %50’den daha fazla geriledi. Genel olarak savaş dönemi koşulları, özelikle gıda maddeleri arzı ile ilgili ciddi sorunlar yaratmıştı.

Osmanlı ekonomisinin tarımda ve sanayideki üretim yapısı, ulaşım ve haberleşme altyapısı böyle bir savaşı kaldırabilecek durumda değildi. Üretim yapıları oldukça katı, üretim teknikleri ilkel düzeyde olduğu için, işgücünün yanı sıra yük hayvanlarının makine ile ikamesi mümkün ve kolay değildi. Ayrıca savaş döneminde ithalat ve üretim süratle düşerken gıda maddeleri talebi tam tersine artmış, büyük bir ordunun beslen-mesi gerekiyordu. Altyapısı çok zayıf olan Osmanlı ulaşım ağı bu ihtiyacı karşılayamadı. Bir bölgedeki üretim fazlası bir başka bölgeye nakledilemedi, çünkü Bağdat demiryolları henüz bitme-mişti. Anadolu tarımı İstanbul’a yetecek tahılı üreten kapasitede idi, ama savaş altında üretimin düşmesi ulaşımdaki yetersizlikle birleşince İstanbul iaşesi büyük bir sorun haline geldi.

İstanbul’un iaşesinin yarattığı kıtlık ve darlık ortamı, kentin iaşesini kendisine yakın tüccarlara veren İttihat ve Terakki yönetimi; Türkçülük akımı ve savaş dönemi şartları desteği ile; Milli tüccar ve Türk burjuvası oluşturacak, savaş zenginleri bu defa Türklerin arasından çıkacaktı. Osmanlı ekonomisi tarihinin en büyük enflasyonunu Dünya savaşı yıllarında yaşadı. Bu enflasyon ancak 1917 devriminden önce Rusya’da ortaya çıkanla karşılaştırılabilir. Ne ekonomi ne de devlet savaşın yarattığı olağanüstü baskılar karşısında etkili ve yeterli tepki verebilirdi. Ancak bütün yetersizliklere ve birçok cephelerde savaşmalarına rağmen Osmanlıların 1918 sonuna kadar savaşın içinde kalabilmeleri ve birçok cephede direnmeye devam etmeleri önemli bir başarıdır. Denebilir ki; Osmanlı İmparatorluğu’nun 19.-20. Yüzyılları Türkiye Cumhuriyeti’nin altyapısını hazırlamıştır.

Süleyman A.Doğan, Kendime Makaleler, 05.23, İstanbul