Genel

AVRUPA VE BİZ

Avrupa ile Doğu arasında farklı bir ilim anlayışı olduğu söylemi çok yanlıştır, hiç bir şekilde fark yoktur. Her ikisi de Aristotelesçi fizik, Yunan geometrisi ve bunun orta zamanlardaki gelişimi ve devamıyla aslında uygarlık bütününün parçalarını oluştururlar.
Kahvehane sohbet kültürüyle; ‘biz geriyiz veya maalesef biz din nedeni ile yerimizde saymışız’ veya ‘onlar ilim biz metafizik safhadayız‘ gibi sloganlarla nesiller böyle kalıp düşüncelerle yetiştirilmiştir. İnsanların kafasındaki okul kitaplarında çizilen Avrupa ve Doğu imajı kalmıştır. Bu imaj yanlıştır. Doğulular açısından bir farklı Batı kavramı çizilmiştir.

Şüphesiz birtakım dini ayrılıklar vardır, ama bunlar sanıldığı gibi, dinin kendisinden kaynaklanmıyor. Çünkü İslâm, Hristiyanlık ve Musevilik aynı kaynaktan çıkmış olan, İbrahim Peygamber dinleridir. Önemli olan, bu dinlerin yorumlanması, kuramlaşması, yeniden biçimlendirilmesi ve toplumların kendi tarihi ve antropolojik özelliklerine de dayanmasıdır. İşte buralarda önemli farklılıklar vardı; oradaki mühendislik, tıp, enformatik bilimler kafası burada da vardır ama onu uygulamak kullanmak ve üretmek başka iştir; bilirsin, o ayrı bir sorundur.

Avrupa’nın, dünya sahnesine çıkışı hiç şüphesiz cilalı taş devri ile başlamıştır. Neanderthal adam Avrupa’da bulunmuştur, bu insan gelişiminde bir safhadır. Sonra demir devri (Hollstein kültürü), çok ilginç bir safhadır. Doğu’nun bazı medenî kavimlerinden de daha erken çağda orada bir demir çağı, demir kullanımı vardır. Ama, Avrupa uygar bir toplum olarak beşeriyet sahnesine çok geç girmiştir.

Tarih yazıyla başlar, çünkü yazı, bir toplumun kendini ifade ve davranışını muhafaza ve aynı zamanda da kendini yeniden üretme aracıdır. Önceki dönemde Türkler için uygar toplum demek doğru değildir, ama tarihî toplumdur. Tarih yapar, tarihte rolü vardır, ama kendisi kaydetmez.

Avrupa, tarihi bir kıta olmasını büyük Roma İmparatorluğu istilasına borçludur. Romalılar birtakım kabileleri müttefik olarak almışlar; Avrupa da böylece tarihin konusu olmuş ve medeniyete adım atmıştır. Şu halde Avrupa kıtaya bağlılığını, dünya tarihine girişini aslında doğrudan doğruya İtalya’nın ortasındaki Latinlere ve onların diline borçludur. İtalya tarihte iki kere bu görevi yerine getirdi. Sonuncusu Rönesans dediğimiz dönemdir ki; İtalya, Akdeniz’in birleştirici, sentezci gücü rolüyle Batı Avrupa’yı tekrar ileri götürmüştür.

Doğuda durum farklıdır, çünkü Roma, Doğu’ya istilacı olarak gelmiş ve barışın kurucusu olmuştu, hiçbir zaman medeniyetçi bir misyonla gelmemiştir. Roma geldiğinde buralarda yazılı diller, medeniyetler ve kayıtları vardı. Tanrı kültleri vardı ve Toplumlar kimlik ve teşkilat sahibiydi. O zamana kadar bilmeyen Roma Mısır’ı istilasından sonra tarımı, arazi ölçmeyi, ürünü hesaplamayı, vergilendirmeyi ve toplamayı bilen yönetimle karşılaştı. Roma bu sayede bir mali sisteme sahip oldu.

Roma, Yunanla karşı karşıya geldikten sonra felsefeyi ve dini öğrendi. Anadolu, Mezopotamya ve Suriye ile yüz yüze gelince, dini ve medeni dünyası değişmiş, Doğu’da askeri misyonla hareket edip Avrupa’da doğrudan uygarlık yaratmıştır. Bundan sonra ormanlarda yaşayanlar, uygarlığa doğrudan Roma’nın dili ve adetleri ile adım atacaklardır. Batı Avrupa’daki kabileler Roma yönetiminde yaşıyor, aralarında çok sert ve kanlı çatışmalar vardı. Demek ki, tarih ve uygarlık burada bu şekilde başlıyor. Roma imparatorluğu yıkılışından sonraki, kavimler göçünde modern Avrupa’yı oluşturan Franklar daha çok Fransa’da, Vizigotlar modern İspanya’nın oluşumunda, kıtanın milletlerini oluşturdular. Bir süre sonra, 8.yüzyıl sonunda Charlemagne, bugünkü Fransa, Benelüks, Almanya, Avusturya ve Kuzey İtalya’yı içeren bir Büyük İmparatorluğu kurdu. Böylece Avrupa ortaya çıkmıştı.

Avrupa, Roma mirasına sahip olduğunu iddia eden, ama aslında son derecede geri kalmış bir mirasçıdır. Roma’nın dinine sahip olduğunu iddia eder, doğrudur; ama Roma’da oluşan dini hiç tartışmadan kabul eden bir kavimler topluluğudur. Çünkü o din, Hristiyanlık, Doğu’da, yani İskenderiye’de, Kudüs’te ve bizdeki Antakya’da müthiş bir felsefî tartışmayla, hiyerarşik kavga ve bunalımlarla gelişmekteydi.

Halbuki Doğu’daki bu kavganın yanında Batı’dakiler yani barbarlar, Kilise’nin hakimiyetini ve doktrinini aynen kabul ettiler. Batı Avrupa’ya Hristiyanlık, temel kavgalarını bitirdikten sonra gelmiştir; eğitimsiz kavmin dine girişi, Hristiyanlığın benimsenmesi, devletin ve toplumun buna göre şekillenmesidir. Bu imparatorlukta dünyevi otoritenin yanında Kilise ayrı bir kurum olarak üstünlüğünü hissettirmektedir.

Kilise Doğu’da da vardı ama hiçbir zaman dünyevi otoritenin üstünde veya yanında bağımsız bir düzen kurarak kendini kabul ettirme hakkına sahip değildi, Doğu’daki devlet ve imparatorluk geleneği buna engeldi. Demek ki, kavgaları bastırmak, yatıştırmak için mevcut akitler ile kurulan bir sistem oluşmuştur. Batı’daki ve Doğu’daki imparatorluklar arasındaki en büyük fark budur. Doğu’da devlet, halk ve otorite ilişkileri bu gibi kontratlara dayanmaz; bu imparatorluktaki kuvvet ve birlik, Batı’daki imparatorlukta görülmez; çünkü eksik olan otorite bugünkü demokrasinin esasıdır. O dönemi küçümseyen bu durum, bugünkü tarih anlayışında Avrupa’ya has, doğuştan bir üstünlük gibi gösteriliyor, ilerilik olarak yorumlanıyor. Halbuki o tarihte bu, çaresizlikten, kargaşadan ileri gelen bir nevi küçük ateşkesler, uzlaşmalar bütünü gibiydi. 800’de bir siyasi birlik gibi görülen Batı Avrupa İmparatorluğu; Papa’nın elinden Büyük Karl’ın taç giymesiyle hukuken oluşmuştu.

Bu arada kıtanın bütününün bir Hristiyan imparatorluk ve topluluk olmasını önleyen en önemli gelişme 8.yüzyıl ortalarında Müslüman Arab ve Berberilerin İspanya’ya adım atmalarıdır. Sekiz yüzyıl kadar orada kaldıktan sonra tamamıyla atıldılar, çünkü Endülüs’ün gücü bitmişti. Fakat atılamayan bir şey, o uygarlığın izleridir. Ve bu İspanya’daki Katolisizm için çok rahatsız edici bir kalıntıdır, çoğulcu bir kültürün kalıntıları vardır ve onun üzerine geldiği iddia edilen İspanyol Rönesansı gerçek anlamda bir Rönesans değildir; yeni bir Katolik zihniyet, eski çoğulculuğun üzerine oturmuştur.

Müslüman Endülüs’te, Müslüman Arabların yanında Yahudiler, onların yanında bizatihi eski Hristiyanlar, Vizigotların çocukları bir arada yaşamaktaydı. Bu ‘Mozarab’ dediğimiz takımın Arab dili çerçevesinde yarattıkları kültür, bilim ve siyasal uzlaşım sistemi, kıtada daha uzun zamanlar görülmeyecek bir şeydi. 1492’de İspanyol Reconquista’sından, yeniden fetihten sonra, Arabların Endülüs’ten Yahudilerle birlikte sürülmesi, yağma ve katliama uğramaları eski ortak geçmişleridir. Yani Hristiyan Avrupa’nın bugüne kadar hiç unutulmaması gereken iki büyük ayıbı vardır; bunlardan biri doğrudan doğruya 20.yüzyılda vukubulan ve Yahudilere yapılan Holocaust denilen katliamdır. Fakat onun öncüsü engizisyon yani Endülüs’ten Müslümanları ve Yahudileri temizlemek üzere girişilen büyük ameliyedir, çok da uzun sürmüştür. Bu ikisi unutulamaz. Avrupa kıtası aslında tarihteki bazı ayıplarını kapatmak için, dış dünyanın üzerinde ısrarla bir denetçilik görevini, orada medenileştirme misyonu dediğimiz sürece benzeyen bir nevi insan hakları misyonerliğini bunun için üstlenmiştir.
İspanyollar Arabları kovmak için aralarında anlaştı, ama bu birleşmenin sonunda ortaya çıkan İspanya hiçbir zaman birleşemedi. Kültürel ve uluslararası ilişkileri bakımından bugün bile Katalunya’yı, Barselona civarındaki birkaç milyon insanın karakter olarak değişikliği görülür. Katalunya dünyaya daha açık bir topluluktur, etrafla ilişkiler kurar; İspanyolca bilmeyene Fransızca, İngilizce, Almanca konuşma önerir; öbürü için ise, bu sözkonusu değildir. İspanyollar o konuda bize benzerler. Kendi aralarında konuşurlar, yabancıya aldırış etmezler. Dışla temasa son derece kapalıdır ve yabancı dil bilmezler. Eğitim bakımından ortalamaya vurulduğunda, bugünkü Avrupa’da yabancı dil sorunu olan iki büyük kitle, İspanyollar ve Yunanlılardır. Sonra burada Bask problemi vardır. Öte yandan İspanyolca konuştuğu halde, kendi özgün lehçesi üzerinde ısrar eden Galiçyalılar vardır. Kuzeydeki bölgelerdir bunlar, bir zamanlar İslamlaşmamış, Arablaşmamış Kuzey İspanya’nın kalıntılarıdır.

Nihayet Avrupa kıtasındaki kavgalar; İspanya-Fransa, Fransa-İngiltere, Germenler-Slavlar, İtalya-Kıta arasındaki nefret uzun yüzyıllar sürdü. Bankacılık, Gazete, Ticari borsalar, Ticaret Odaları İtalya’nın icadıdır. İtalya olmasaydı bugün gemicilik terimleri olmazdı. Doğu medeniyetini ve kültürünü aktarmak İtalya’nın işi oldu. Musiki ve Avrupa’nın temel kurumları orada gelişti. Avrupa’nın düzgün bir şekilde oluşturulması, İtalya’nın işidir; dili geliştirmek için bilinçli kurumlar İtalya’da meydana getirildi. İtalya aslında kıtanın küçük bir modelidir ve kıtanın bugünkü kültürel müesseselerinin yaratıcısıdır, Yani, Apeninlerin kuzeyi aslında İtalyanların taklitçisidir. Bunu bugün de bahçesine sarayına varıncaya kadar, her şeyiyle görürsünüz. Fakat bu İtalya ile Avrupa arasında bir çekişme vardır ve İtalya çok yakınlara kadar, Alplerin kuzeyindeki kuvvetlerin istilasına uğramıştır. Onların hükmü altında kalmış ve yağmalanmıştır.

Birtakım küçük prenslikler, krallıklar ve şehirlerden oluşan bir dünya; Protestanlık ve Katoliklik arasındaki büyük din savaşları ile otuz yıl birbirini yedikten sonra Almanlar 1648’de aralarında bir anlaşmaya varmıştır: Vestfalya Barışı. Bu barış, sadece Protestan ve Katolik devlet-çikler arasında bir barışı getirmekle kalmamış, aynı zamanda sınırdaki ilişkiler sistemini, Roma hukuk ilişkilerine göre tanzim eden bir anlaşma olmuştur. 1856 Paris antlaşmasında, gerçek anlamda modern Avrupa kurumlarının ve sınırlarının temelleri atıldı. Türkiye de o kongrede Avrupa devleti olmuştur. Yani Avrupa birliği üyesi değiliz ama o zamandan beri Rusya ile birlikte Avrupa devleti olmuştur.

Avrupa Siyasi Birliği

Din ve sınır kavgaları, devletlerin savaşları, Avrupa tarihinde başlamaz, fakat Avrupa tarihindeki savaşlar bir başka türlü ve başka düzeydedir. Burada doğrudan ulus devletlerin oluşuna dayanan ve sınırların ebedi olarak tesbitine yönelik savaşlar sözkonusu olduğu için Avrupa, ulus devletlerin oluşumunun ve milliyetçi savaşların kıtası olarak çok yakın zamanlara kadar devam etmiş ve hiçbir yerde de oradaki kadar şiddetli savaşlar olmamıştır. Zira dünyanın muhtelif yerlerinde, bilhassa 19.yüzyılda, bu kıtanın çıkardığı savaşlar, emperyalist savaşlardır; çünkü Avrupa bazı yerleri almak istiyor, bu ilhaklar ya anlaşmayla veya hücum edilip alınıyor. Dolayısıyla bu emperyalist savaşlarla, Avrupa devletleri dünyada bir siyasî coğrafya çizme eğilimindedir. Savaşların içeriği ve niteliği, dünyanın ebedi barışı, ekonomik refahın artması ve medeniyetin getirilmesi misyonu ile izah ediliyor. Böyle bir kıta, nasıl oluyor da birdenbire bizim önümüze siyasî birlik çıkarabiliyor. Bu hava kuşkusuz iki büyük dünya savaşının, hem de en gelişmiş silahlarla yapılan tahripkar dünya savaşlarının neticesinde olmuş, ilk defadır ki büyük savaşta kullanılan piyade tüfekleri gibi temel silahlar geniş çapta kullanılmıştır. Ölü sayısı içinde önemli bir kısmı sivil halktı. Yani savaş, ilk defa cephenin dışına ve cephe gerisine taşmıştır.

Hristiyanlık Avrupa’da değil, Doğu’da ortaya çıkmış, örgütlenmiş, manastırlar ortaya çıkmıştır. Bütün bunlar olurken, Avrupalılar daha ilkel bir safhada yaşıyorlardı. Ne olduğunu bildiğimiz ve bilemediğimiz mitolojileri ve dinleri vardı. Yani Yunan mitolojisi gibi, Hristiyanlık da barbarik Avrupa’ya mal edilerek yeniden yorumlanıyor. Avrupa’ya sorsanız, Hristiyanlık ezelden ebede kadar onlarda hep vardı. Yani bir Avrupalılık, bir Avrupa Hristiyanlığı, Avrupa medeniyeti fikri, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Avrupa Birliği ile ortaya çıkmış değildir, çok eskiden beri vardır, Avrupa kimliği son yüzyıldaki felaketlerden sonra ortaya çıkmştır. Şimdi de eski milliyetçiliklerin tavrı ve saldırganlığı Avrupalılık etiketiyle devam ediyor.
Fırınlarda yakılanlar, Avrupa’ya yabancı sayılan, Avrupa düşüncesinde çok eskiden beri dışlanan Yahudiler değildir sadece, fırınlarda ilk yakılanlar, ilk denenenler Sovyet Kızıl Ordusu’nun esirleri, Yahudiler değil Polonyalılardır. Yahudilere sıra sonradan gelmiştir. Bu fasıl bitti deniyor; ama Avrupa çekingen, vicdan muhasebesine kapanan bir kıta değil henüz, yeni kimlikle yeni saldırılarda bulunuyor. Dolayısıyla; siyasî birlik fikrinin öyle çok yeni olmadığı gibi, çok sağlam ve ebedi olup olmayacağının da tartışılabilirdir.
Hellen eski mirasının sadece Avrupa’ya ait değil, her tür din ve tüm Akdeniz, Ortadoğu bu mirası taşır. Modern Yunanlı ile eski Yunanlının konuşup anlaşması mümkün değildir. Hellenizmin bir tarihi vardır. Hellence dili eski dünyada üç klasik lehçeyle konuşulmuş, bizde olan İon lehçesidir. Haklı olarak söylemek mümkündür; Yunancanın Arabça ile karşılaşması bir kazançtır ve Arablar, Yunan metinlerini ve kavramlarını inanılmaz kıvraklık ve anlam zenginliği içinde yeniden bize kazandırdılar. Politikada, hukukta, felsefenin ilmi tabirlerinde bu böyledir ve sonra Yahudiler yeryüzündeki önemli rollerini yerine getirip bunları Arabçadan Latinceye çevirmişlerdir. Avrupa dilerine çevrilmesi çok daha sonradır.
Musevilik esası, Şeriat’ı 24 saat dini kurallara göre yaşamak; İslam’da da belirgin bir vasıftır. İslam, Museviliğin gelişmiş ve evrensel şeklidir ve son mesajdır. Hristiyanlıkta ise, Museviliğin temelleri tam aksine bir kenara itilmiştir. Onlara göre; aslolan Kilise’dir, ruhaniyettir. Kilise, Tanrı’nın yer yüzündeki vekilidir. Ruhunu oraya teslim etmektir esas olan, yoksa ne yer ne içersin, nasıl temizlenirsin bunlar hiç sorun değildir. Aziz Paulus hassaten Museviliğin yaşam kalıplarını, sünneti, birtakım kaşer yasaklarını kaldırmıştır ki, yeni din herkese sempatik görünsün. Demek ki, Musevilik, Hristiyanlıktan çok İslamiyete yakındır.
Hristiyanlık Museviliği şiddetle reddeder. Bugünkü AB’de Avrupa’ya özgü Hellenik-Judaik bir medeniyetten bahis etmek, onun için ucuzculuk ve toptancılık oluyor. Klasik İslam çağında ise, Musevi unsur hiç bir şekilde ne küçük görülür, ne lanetlenir. Hristiyan kilisesinin aksine o zamanlardan kalma kurallara evvelki Şeriat denir ve birtakım kurallar aslında hiçbir zaman İslam’da doğrudan yasak edilmediği halde onlardan kalmadır. Meselâ, bizim insanlar salyangoz yemez, hatta çok sofular deniz mahsulleri yemez, bunun İslamiyet ile hiç bir ilişkisi yoktur. Musevilikten gelmedir ve bilinçli olarak yenmemiştir. İslam bilginleri Beni İsrail’in âdetleriyle, tarihiyle, peygamberleriyle ugraşır ve bunları bir yandan ayıkladıkları gibi, öte yandan yürürlükteki bazı kural veya kaideleri İslam toplumuna kabul ettirip meşrulaştırma ve kanunlaştırma yolunu seçerler. Bütün bunlara rağmen, olumlu unsurları da göz önüne almak zorundayız. Avrupa’nın her zaman bir diplomatik dili olmuştur. Birbirleriyle kavga eden ayrı yaşayan devletçiklerin belirli bir diyalog kurma esası vardır. Birbirleriyle anlaşmasını bilirler ve özgürlüğü olan bir Avrupa kültürü vardır.

Türkiye ve Roma Kültürü

Doğu Roma İmparatorluğu’nun Türklerin eline geçmesiyle birlikte Türkler artık değerlendirme olarak Batı medeniyetinin içine çekilmekte, bir uzlaşma sözkonusudur. Yeni oluşan devlet asla bir Asyalı devlet görünümünde hiç değildir. Derhal yeni Roma İmparatorluğu’nun müesseseleri benimsenmiştir. Fatih, Katoliklerle birleşmeye karşı olan çok ünlü ruhani lider Ghennadios’u patrik yaptı. Bu kurnaz politika ile Doğu ve Batı Hristiyanlığını birbirinden ayırmış oldu. Ghennadios’a tarihte hiçbir Ortodoks patrikin görmediği kadar iltifat etti, protokolde Rum patrikine çok üstün olan bir yer verip, bütün imparatorluğun Hristiyanlarını Roma patrikine bağladı. Osmanlı bunlara Roma Kilisesi demiştir, çünkü klasik düşünceye göre, Roma bütün dünyanın Kilisesi’dir. Roma’ya hükümdar olarak Fatih, kendisi bu Kilise’nin sahibidir. O bir Roma İmparatoru’dur nitekim bu unvanı ona sırf zamanın Müslümanları değil, zamanın Rumları da yakıştırmıştır.

Yeni Osmanlı İmparatorluğu 15.yüzyılda, klasik Roma’nın mirasını üstlenen, Roma İmparatorluğu olarak devam eden bir ülke halinde gelişiyor. Hellenizm, Müslüman bir hükümdarın ve Müslüman bir devletin kucağında yaşama şansına sahipti ve o yolla da bütün Hıristiyanlar eskiden olmadığı derecede ona tabi olmaktaydı. Daha önce bağımsız olan Bulgar kilisesi, Sırp kilisesi, hepsi İstanbul’daki patrike bağlıdır. Fakat politikanın bir de öbür ayağı vardır. Fatih, Ermenilere de Patrikhane kurduruyor. Dini lider olan patrikin aynı zamanda mali, idari görevleri var, eğitim onun kontrolündedir. Dolayısıyla Ermeniler tarihte İstanbul’da bir büyük Patrikhane olarak örgütleniyorlar ve bir millet oluşuyor, böylece Rum Ortodoksların karşısında olan bir cemaat yaratılıyor. Fatih müthiş bir politika daha izliyor ve Yahudiler o tarihten itibaren desteklenen bir millet oluyor. Bunda Hristiyan antisemitizmi kadar, Yahudilerin Hristiyanlığa olan düşmanlığı, yani aralarındaki münaferet ve Yahudilerin Müslümanlara, bilhassa Türklere olan yakınlığı rol oynar. Onun için Endülüs yıkıldığı zaman, oradaki Müslümanlarla birlikte Yahudiler Osmanlı topraklarına göç ettirilmiştir.

Batı’nın gözlerinde artık Türkler, o çağda sadece işgalci Müslümanlar değil, Roma mirasını gasbeden unsur olarak ortaya çıkmıştır. Bunun içindir ki Batı’da Romalılık ve Roma mirasına sahiplik iddia edenler, Türklerle o tarihten beri bir sosyal, siyasi mücadeleye girmişlerdir. Türkler; ‘Batılılar bizi sevmiyor, sebep Hristiyanlık Müslümanlıktır dediğinde, bu yetersiz ve hatta çok yanlış hükümdür. Laik olmamız, bu konuda fikir ve tutumumuzu değiştirmemi, fazla bir şey değiştirmez. Batı’da klasik tarih eğitiminin ana noktalarından biri antitürklüktür, antimüslümanlık değil. Yani Batı kültürü ve Batı insanı için Türk demek, Roma mirası üzerine oturan asker bir kavimdir ve dolayısıyla o tehlikeli bir militandır. Kilise uzun zaman böyle öğretti ve bu nedenle Batı’da Türklere karşı ebedi bir şüphecilik vardır.

Her toplum kendi eğitim tarzıyla bir vatandaş tipi yaratır ve o kimlik yaratılırken de belirli şeyler verilir. Sonradan o insanların yorumlarında, dünyaya bakışlarında farklılık olabilir. Herkes inançlı Hristiyan veya muhafazakar değil, fakat ister istemez bazı bakış ve sözlerin biçimleri herkes için aynıdır. Bu belkemiğinin etrafında çeşitli dünya görüşlerine, ulusal dillere, birbirlerinden nefret duyup kavga etmelerine, birbirlerini yok etme sorununa rağmen güçlü bir Batılı insan tipi vardır. Batılının bünyesinde farklı karakterde Germanik, Fransız ve Alman vardır, ama her tipin çağdaş kültürü İtalya’da oluşmuştur. Batı Avrupalılar Slavları ne kadar küçük görseler de, Slavlar bu kültürün içine belirli katkılarla girmiştir. Bu anlamda bir Müslüman dünyası yok, Müslüman insan tipi mevcut değil, oluşmamıştır.

Romalı düşünür, gezgin tarihçi Tacitus’a göre Germania’da bireycı, tekil yaşayan bu insanlar bir kabile anlaşması, uzlaşması, sözleşmesi etrafında toplanır. Bir kontrat toplumu vardır. Bu barbarlığın temelinde bir kontrat vardır ki, bugünkü Batı’nın temel müesseselerinden biridir. Batılı devamlı kontratlarla yaşar, toplumsal işleyişi tayin eden kurallar ve örtülü anlaşmalardır. Doğu toplumunda nizami ilişkiler, kan bağı; sülale ilişkileri, asabiyet çok hakimdir. Çünkü tarihi gelişimi itibari ile medenî yani şehir toplumudur. İşte bu en büyük ayrımdır. Bugün, Doğu ve Batı dediğimiz yani, bugünkü Avrupa ile bizim Doğu Akdeniz, Ortadoğu ve Doğu Avrupa ve Kafkaslar hatta Ruslar arasındaki en büyük fark odur. Bunlar eski ‘medine’ toplumlardır. Medine İbranca bir kelimedir. Hem şehir, hem devlet demektir.

Bugün Avrupa Birliği içinde birleşen, Avrupa’nın 8-9 yüzyıl öncesine kadar devam eden barbarik yapısı içinde, onun gerçek özgürlüğü ve gücü olan müesseseler, yani kontrat sistemi, Avrupa demokrasisinin temelidir. Bunların en demokratı da, kabile uzlaşmasını en iyi götüren İngiltere, İngiliz kabile şeflerinin uzlaşma ve tartışma gelenekleri içinde parlamento oluştu. Britanya’nın müesseseleri, parlamentarizmi hiçbir şekilde Yunanistan’ı taklit ederek oluşmadı.
Yahudilik tarihine, bugünkü Israil’e bakıp bazı mukayeselere gitmek gerekir. Laisizm kurumu Batı’daki gibi olmuyor. Çünkü bizde ve Yahudilikte Kilise ve Ruhban yok. Yani ikisi ayrı ollmayınca din ve devlet ayrılmıyor, ama günlük akitlerle, yaşam kalıpları, hareketlerle pratik olarak ayrılır. Toplumun bir arada yaşayıp, uyuşmasıyla, gizli, örtülü kontratlarla aşılır.

Batı medeniyeti açısından devlet, kabilelerin uzlaşmasıyla ortaya çıkar, bu yüzden kutsal devlet kavramı yoktur. Devlet her yerde çok gerekli bir siyasi-hukuki kurumdur, kanunlara ve devletin kurallarına uyulur. Yani Batılılar devlete bizden çok daha tabi ve saygılıdırlar. Buna rağmen Batı’da ‘devlet’ diye kutsal bir mefhum ve müessese yoktur. Oysa Doğu’da devlet ilahidir, kutsaldır. Bürokratik mekanizmalar, nizamname ve kanunlar o kadar iyi işlemese, kendilerine o kadar iyi uyulmasa bile kutsal devlet kavramı vardır. Eski bir oluşumdur; ezelden ebede uzanır. Bu onun özümsenmesi, ilahileşmesi ve vahye dayalı bir kurum olarak benimsenmesine yol açmıştır. Kitabı Mukaddes’te de vardır ve Museviler için ilahidir, bizim için de öyledir. Yeni olan ise, İsa devletle dini ve toplumu ayırmıştır.

SONUÇ

İslam dünyasında demokrasi genelde yaygın değilidir, ama bu demek değildir ki bu hep böyle kalacak. Esasen çağdaş demokrasi İngilizce konuşan milletlerin kurumudur, yani onlara has birşeydir. Fransızlar ve Almanlar onu halen Anglosaksonlar gibi kavramış değiller, ayrıca çok da geç öğrenmişlerdir. Demokrasi toplumda küçük mahalle düzeyinde işleyebilen bir kurumdur.
Bir kültürün esasını anlamak için lisede Yunanca, Latince şarttır, ama onun yanında Arabça ve Farsça da olması lazımdı; çünkü bizim kültürel kökenlerimiz böyledir. Aslında bizde az sayıda ve kuvvetli eğitim veren bir imam-hatip lisesi olmalıydı. Bir toplumun en kuvvetli unsuru, en gerekli unsuru olan zeka, eğitimle filizlenir ve bu eğitimin sonucu zeka dallanıp budaklanıp meyva vermeye başlar. Geçmişte devşirme sistemi ve medrese hiyerarşi ile bunu sağlarken; 19.yüzyılda ıslahat için yatılı-laik eğitimli okullara önem verilmiş, medrese ve laik eğitim arasındaki seçim mekanizması parasız eğitim lehine devam ettirilmiştir. Eğitim parasızdı, talebeye bir üniforma verilir, cebine de harçlık konurdu. Bu tip bir elit yetiştirme sistemini, devşirmenin bu modern tarzını maalesef devam ettiremedik. Halbuki devam ettirmek bir yana, genişletmemiz gerekir.

Bir toplumun planlı miktarda elde edemeyeceği birşey, beyin değil yetenektir. Ancak toplumlar rasyonel eğitimde bu değerin hakkını verir, yahut veremez. Tarihi geleneğinize sadık kalınız yeter; bunu yapmadığınız takdirde ne Batılı, ne ortak pazarlı, ne de dünyalı olur, dünyadaki sıradan toplumlardan biri olarak kalırsınız. Toplumun geri kalmışı, insanlarını yeteneğine göre değerlendiremeyen toplum demektir. Bir toplumun kendisini üretme araçlarının en başında dil gelir ve dil, tarihle beraber düşünülür. Dolayısıyla Batılı toplumda hukuk, filoloji ve tarih birbirinden ayrılmaz ve vazgeçilmez üç bilim dalıdır. Bunlar bir arada yürütülmediği takdirde, o toplumda sağlıklı bir felsefî düşünce ve dünya görüşü gerçekleşemez ve gelecek nesillere aktaracağınız kültür kalıpları oluşamaz.
Bugün Türkiye toplumunda üniversite anlayışının sadece mühendislik ve bilgisayar gibi dallara odaklanması yeterli değildir. Türkiye gayet kötü hukuk eğitiminin verildiği bir memlekettir. Binlerce çocuğun doldurduğu hukuk fakülteleri mümkün değil, bu az sayıda kadroyla ciddi bir eğitim veremez. Hukuk fakültesine liseden sonra öğrenci alınması yanlıştır. Yani hukukçu talebenin diğer dallarda yetişmiş olanlardan imtihanla alınması gerekir. Kuvvetli hukuk tarihi, melekesi ve bilgisi edinmeyen hukukçuların, iyi hukukçu olması mümkün değil. Amerika toplumunun adalet düzeni hukukçuları sayesinde ayakta duruyor. Çünkü Amerika’da hukuk eğitimi en ciddi ve şeçkin daldır, tıp ve hukuk ikinci basamak tahsili derecesindedir. Özel imtihanlarla üniversite düzeyinden öğrenci seçer. Bunun temin edilmediği bir ülkede ne idarenin bilgili olması, ne adaletin tecelli etmesi beklenebilir; ne ciddi bir kanun ve nizam fikri yerleşir ve yerleştirilebilir, ne de insanlarda sağlıklı bir sosyal düşünce doğar ve dünya nizamı oluşur. Hukuk çok önemli bir müessese ve çok önemli bir bilgi bütünüdür. Hukuk fakültesi olmadan ne üniversite, ne akademi olur; hukuksuz ne devlet, ne düzenli ve güvenlikli toplum olur. Kuvvetli bir bürokrasinin yetişmesi buna bağlıdır. Hukuk için tarih gerekir. Oysa Roma hukuku ve hukuk tarihi gibi filoloji ve tarih bilgisi gerektiren dallar geriye gidiyor.

Türkiye Müslümandır, Semitik dilleri bilmez; yani İslâmiyetin vahiy dili olan Arabçayı ve kökü olan Sami dilleri bilmez. Türk Dili’nin yüzde 30’u Farsçadır, ama Farsçamız ve Fars kültürümüz eskisinden beter olmuştur, gerilemiş, ölmüştür. İran denilen dünyadan haberimiz yoktur. Türkiye Bizans İmparatorluğu’nun vârisidir, ama Hellen dili öğretimi, Hellen, Bizans tetkikleri yok, filologyadan haberdar değiliz. Tarihten haberdar değiliz. Şüphesiz ki bu zaaflarla birşey yapabilmemiz, ne Avrupa’ya ne Asya’ya tam anlamıyla oturabilip etrafımızdaki hasımlar ortasında kendimizi müdafaa edebilmemiz, kendimizi yeniden üretip gelecek nesillere sağlıklı kültür aktarabilmemiz mümkün değildir. Gençlerimiz zengin bir kültür mirası alıp, bunun bilincinde olmadıkları için ön planda kimlik bunalımından dolayı bundan kaçmaktadırlar.

Süleyman A.Doğan, 04.23, İstanbul
(İlber Ortaylı’nın, Avrupa ve Biz, adlı eserinden özetlenmiş; mümkün olduğu kadar onun anlatımına sadık kalınmıştır.)