Genel

TÜRK KİMLİĞİ VE SÜRECİ

ÖNSÖZ

Sibirya ve Orta Asya steplerinin göçerleri ile yerleşik kavimleri Doğu Avrupa, Iran ve Orta Doğu’ya doğru göçleriyle yayılmıştır. Oğuzların Batı kolu ilk olarak Horasan bölgesinde konuşlanarak İran halkı ve kültürüyle karşılaştı ve onlardan çok etkilendi.
At sırtında gezen ve konup göçerek sürülerini beslemeye çalışan bu toplulukların yerleşik düzenlerde görülen bir tarzda yaşamaları ve yazılı edebiyatlarının bulunması beklenemezdi. Yaklaşık 2500 yıl İran-Pers-Fars kültüründe yerleşik düzende yaşamış ve gelişmiş bir edebiyatı olan İran, Türkleri hem yerleşikliğe zorladı, hem de yaşam tarzlarını ve dillerini kendine benzetmeye başlattı.
Yanı sıra doğayla uyum içinde yaşamaya çalışan Şamanlık, doğa güçleri ile başetmeye zorlanan yerleşik tarımcılara uygun bir din değildi. Ayrıca yerleşik düzeni işleten bir hukuk (fıkıh) sistemleri yoktu. Çobanlıktan rençberliğe geçen, devlet yönetimi ile tanışıp bunda deneyim kazanmak ve yerleşik düzene uyum sağlamak için bu boyların yeni bir dine ihtiyaçları vardı. Batıya doğru göç eden Türk boylarının karşılaştıkları ilk semavi dinler İslamiyetten çok önce kuzeydoğuya doğru yayılmakta olan Budizm, Musevilik, Hristiyanlık oldu. Ayrıca İran’ın 3. yüzyılda başlattığı Manicilik (Maniheizm) ile de tanıştıkları söylenir.
Bütün bu dinler arasında Türk göçmenlerine en çekici gelen İslamiyet oldu. Zira İslamiyetin diğer dinler yönetim sisteminden farklı olarak din ile devlet arasında ayırım gütmemesi, Kelime-i Şahadet getiren her insanın kolayca Müslüman olabilmesi, bir dini müesseseye bağımlılık, vaftiz gibi kuralların olmaması ve yönetim ile devlet tarzının, güçlü devletler karşısında ezilen göçebelerin dünya görüşüne uygun düşmüş olabilir.
Türklerin batıya doğru göçü ve yerleşikliği tanıma süreci, aynı dönemde İran-Türkistan sınırında İslamiyet ile karşılaştıracak ve Türkler İslam diniyle tanışacak, önce savaşacak sonra da anlaşıp uzlaşacaklardı. Türk boyları Harezm ve Horasan bölgelerine 10. ve 11. yüzyıllarda yerleş-tikten sonra Müslümanlığı İranlılardan öğrendi. Karahan hükümdarı Saltık Buğra’nın İslamiyeti resmen kabul etmesiyle İslamiyet önce İranlı sonra Türkçe konuşan dervişlerle Türklerin arasında yayıldı. Ayrıca Türklerin İslamiyeti kabulünde, İslam dini ile İslam öncesi öğelerin uzlaşmasında, sonraları Anadolu’da İslam tarikatlarının gelişmesinde Yesevi tarikatının çok önemli bir yeri vardır.

Abbasiler döneminde Arab İslam kültürü kök salıp güçlenmiş olsa da siyasi gücünün azalmasıyla Hilafetin yarattığı boşluğu İslam aşısıyla bir kültür rönesansı yaşayan Farslar doldurdu. Samanoğulları egemenliği altında Müslümanlaşan Oğuz Türkleri tarihe Selçuklular olarak geçer. Büyük Selçuklu Devleti önce Batı Asyayı, İran ile Abbasi ülkelerini daha sonra da Bizansı yenerek Küçük Asya’ya egemen olacaktı..

Selçuklu devleti Türk asıllı hanedanı tarafından kurulduğu için bir Türk devleti olarak bilinir. Ancak 2500 yıllık İran-Pers-Fars geleneği üstüne kurulmuş olan bu devlet Abbasi halifeliğinin Sultanlığını üstlendikten sonra bir Türk-İran-İslam (Arab) kimliği kazanmıştı. Selçuklu Devleti’ni kurup yöneten Türkler Sünni ve Hanefiydiler ve bu Şiiliğe daha yakınlık duyan Türkmenlere ters düşüyorlardı. Halifeliğin gücünü kaybetmesi ile Tuğrul bey Memluklardan arda kalan İslam ülkelerini İslam Devleti altında toplamakla görevlendirilmişti. Selçuklu’nun hedefi Bizans’ı almak değil bir İslam Devleti’ni kurmaktı. Böylece savaşlar ile fütühata girişen Selçuklular burada ve küçük Asya’da Sünnilik inancının yayılmasını uygulamış ve geliştirmişlerdir.
Devletin kuruluş ve yönetim felsefesi kuvvetlerin ayrılığı, işbirliği ile Sultana bağlı kurumların denetimine dayanır, önce örgüt Sultanlık ile Halifelik olarak ikiye ayrılır, sonra da Sultanın eşgüdümünde biraraya getirilirdi. Sultanlık mülki ve askeri olarak iki kola ayrılır, fakat mülki yönetim önde gelirdi.
13.yüzyıla gelindiğinde Sultanlık büyük ölçüde gücünü yitirip Konya civarında sıkışıp kalmıştı. Selçuklu Devleti’ni sarsarak zayıf düşüren ve Moğol baskısından kaçarak gelen Türk boyları Selçuklu’yu çevreleyen Hristiyan, Bizans ve Ermeni topraklarına girdi. Bu boylar Akkoyunlu geleneğinin tersine yerleşik düzene daha kolay uyumlayıp Selçuklu kültürünü benimsediler, ama devletin tebası olmadılar. Farsça yöneten Selçukluya karşı Türçeyi resmi dil olarak kabul ettiler ve ettirdiler. Türkçe konuşan Türk boyları giderek Selçukludan bağımsız beyliklere ve yerel devletlere dönüşüp 1300’lerden sonra Selçuklunun yerini aldı: Karamanlılar, Menteşeoğulları, Germiyanoğulları, İsfendiyaroğulları, Hamidoğulları, Çandar, Saruhan bunların içinde en güçlü olanlarıydı. Son olarak ortaya çıkarak Söğüt çevresinde güçlenen Osmanoğulları, Bizans’la neredeyse içiçe olması ve Bitinya gibi münbit bir coğrafyaya yerleşmenin sağladığı avantajlarıyla giderek en önde çıkacak ve bütün bu beylikleri kendi yönetimi altında toplayacaktı.
Devletin kurucusu sayılan ve Hanedana İslami adını veren Orhan Bey, yönetimi yeniden örgütledi. Yönetim tarzında fazla İranlı buldukları Selçukludan miras aldıkları Gazali’nin ve Abbasilerin Sünni devlet felsefesine sonuna kadat bağlı kalan Osmanlı İslam Halifeliği; sünniliğine karşı şiiliğe daha yakın olan Türkmen boylarını karşılarına almaktansa, onları devletin gözetimi altında tutmayı tercih etti ve ordu kuruluşu ile yönetiminde Alevi/Bektaşi yolunu seçmişlerdi.
Kırsal alanlarda kadınlar ve erkekler tarlada birlikte çalışmak zorunda oldukları için kaçgöç ve peçe kullanımının mümkün olmadığı, yanısıra çalışmayı zorlaştıracağı için bir fazlalık görülerek istenmezler. Sadece toza toprağa ve güneş yanmasına karşı tülbentle yüzlerini ve ağızlarını mümkün oldukça kapatırlar. Şehirde yaşayan kadınlar ise bir işte çalışmak zorunda olmadıkları için dini gerekçelerle peçe ve çarşaflarla kapanmaktaydı.
Türkler Müslümanlığı kabul etmelerinden itibaren Kuran dili Arabca ile tanışacaklar, dini konularda, ilahi tartışmalar ve konuşmalarda, yanısıra şeriat kurallarını öğrenip anlayabilmek üzere Arabca dilini yoğunlukla kullanmaya ve kendi dillerine koymaya başlamışlardır.
Orta Asya steplerinden Anadolu’ya gelirken günlük yaşamda, ticarette edebiyatta toplumsal ilişkilerde Farsça kullanımı artmış ve Türk dilinin birçoğunu değiştirecek kadar etkili olmuştur. Zira Asya’da Türklerin kültür zenginliği edebiyat ve yazılı ilişkilerde İran’ın çok gerilerindeydi. Bu nedenle bir üst kültürden etkilenip değişime uğraması kaçınılmazdı. Anadolu’da yaşamaya başlayınca da bu topraklarda kültürel yönden zengin olan Grekçe, Ermenice ve Mezopotamya Arabçası ile diğer yerel dillerden etkilenilmemesi mümkün değildi.
Türkler yeni yerleşmeye başlamış, reaya ve savaşçı olanları daha yoğun Türkçe kullanırken, İstanbul başta olmak üzere diğer büyük şehirlerde daha çok Farsçadan etkilenmiş olan yapay bir dili, Osmanlı Türkçesini kullanmaya başlayacaklardı.
Anadolu’da Türkler Orta Asya’yı çağrıştıran kopuz benzeri telli sazları ile zurna ve davul eşliğinde türkülerini kullanırken urbanlaşmış şehirde giderek güçlenen ve klasik Türk müziği diye adlandırılacak tarzda Grekçe-Arab-Farsça karışımı bir tür müziği benimseyecektir.
Halen Türkçenin yüzde otuzu Farsça kelimelerle ifade edilmekte, Dini konularda hemen kimsenin anlayamadığı bir dil Arabça kullanılmakta, ancak giderek Türkçe karşılıkları belirtilmekte, ancak vaaz ve hutbeler ise Türkçe yapılmaktadır.

Steplerden Anadolu’ya Uzanan Yollar

Türkler Yakındoğu’ya kuşkusuz, boş olan bir kabı doldurur gibi egemen olmadılar. Coğrafi mekan değişikliği aynı zamanda bir sosyo-kültürel ve ekonomik mekan değişikliğiydi ve yeni bir sosyal yapıyı örgütlemek gerekiyordu. Anadolu topraklarında yaşayanlar tarihler boyunca birbir-lerini etkileyerek gelişmişler, Toplumların kaderlerini büyük ölçüde üzerlerinde yaşadıkları coğrafyanın ve dönemin şartları belirliyordu.
Türkler genellikle; sürüleriyle, tarımı bilmeyen, savaşcı, göçebe çobanlar olarak geldiler Anadolu topraklarına. Kılıç hakkı ile elde ettikleri bu toprakların nasıl işleneceği konusunda bilgi birikimleri ve deneyimleri yoktu, sadece pratik zekalıydılar. Böylece önlerinde hazır buldukları medeniyeti yıkmadan Anadolu’nun Hristiyan halkları ile yan yana yaşarken onlardan çok şeyler öğrendiler. İşlemekte olan düzeni ve yürürlükteki toprak sistemini fazla değiştirmeden alıp kendi eğilimine, sosyal yaşam şekline uydurup uygulamaya koyuldular.
Kültür tarihi açısından sorgulanması gereken asıl süreç, kültürleşmedir. Fethedilen Küçük Asya halkının Türkleşmesi, kültürel etkileşim içinde yeni bir din, dil, yani kültürel kimlik kazanması; fetheden Türklerin Anadolulaşmasıdır. Sorgulanması gereken asıl, Çin’i fethedip Çinlileşen, Batı Asya’yı fethederken İslamiyeti kabul eden, Balkanları fethederken Bulgarlar gibi Slavlaşan veya Hristiyan olan, Mısır’da, Suriye’de yerli halkla karışıp Arablaşan Türk fatihler kültürel kimliklerini nasıl oldu da burada korudular?

Buna cevap vermeden önce kendimize sormalıyız: Kimiz biz, gerçekten kimlerdeniz? Yerli mi, göçmen mi, Aslen Türk mü, yoksa Rum mu veya Ermeni mi, Hristiyan mı, yoksa Müslüman mı, köylü mü, geçer-konar mı? Cahen ve İnalcık’ın söylediği gibi ‘gerçekten uygun bir Türk tarihi (maalesef) yazılmadı’; o halde Eyüboğlu’nun şu sözlerine katılmaktan daha doğrusu yok gibi gözüküyor: ‘Fetheden de fethedilen de bizsek korkacak ya da utanılacak bir durum yoktur.’
Esasen Küçük Asya yarımadası türlü çekişmelere, ardı kesilmeyen savaşlara ve çatışmalara sahne olmuştur. Göçerlerle göçmenler hem doğudan hem de batıdan gelmektedir. Haçlı ordusundan Anadolu’ya yerleşenler oldu. İlk gelenlerden çok sonraları, Moğol saldırılarının önünden ardından Türkmenlerin Anadolu’ya göçü devam etti. Yeni gelenler Türk varlığını böylece güçlendirdi. Anadolu’da Türkmenlerin girip yerleşmediği yer yöre kalmamıştı.
Devletin giderlerini karşılayıp işleyebilmesi için tarım üretimine ihtiyacı vardı, bu nedenle Selçuklular Türkmenlerden gelecek saldırılara ve tehditlerine karşı Hristiyan köylüleri korumaktaydı. Ayrıca Selçuklular da Osmanlılar gibi göçerleri yerleşik düzene zorluyordu. Bu bakımdan Anadolu’da sürüp giden Sünni-Alevi anlaşmazlığı temelde farklı din anlayışından değil, çoğunluğu göçerlerden oluşan ve yerleşikliğe karşı direnen, dolayısıyla da devlete vergi vermeyen Alevi Türkmenlerin ekonomik düzenle olan çatışmalarıydı.

Türkmenlerle yerleşik köylülerin kaynaşması hem tarım hem de ticari yönden önemliydi. Kurulacak dostluk ve dünürlük en iyi çareydi. Evrensel dış evlilik (ekzogami) kuralı, hem köylüyü hem de göçerleri daha geniş ve güçlü toplumlar yaratmaya sevketti. Pastoral yerleşme ve tarım yaygınlaşıyor, Hristiyan anneler, çoğu kaynaklarda söylendiği gibi Türkmen ailelere hiç kuşkusuz Türk evlatlar doğuruyordu. Bu tür evliliklerden doğan çocukların Rumca konuşan Müslümanlar olması kadar, Türkçe konuşan Hristiyanlar olması da muhtemeldi. O zamanlar Türklerle Hristiyanlar arasındaki sınırlar bugünkü kadar aşılmaz değildi. Küçük Asyalılar Türkçe öğrenirken, karşılık olarak Helence kökenli binlerce sözcük de Türkçeye giriyordu. Ayrıca sadece Kelime-i Şahadet getirmekle Müslümanlığa giriş çok kolaydı.

Aslında Selçuklular Küçük Asya’da Bizans’ın yerini almaya değil, parçalanmış İslam ülkelerini yeniden kendi yönetimlerinde toplamaya, göçebe Türkmenler kendilerine yeni bir yurt edinmeye, Osmanlılar ise fethetmiş olduları Bizans’ın boşluğunu doldurmaya, yani devlet olarak onun yerini almaya çalışıyorlardı. Yani Arabların yaptığı gibi burada Müslüman bir devlet yaratmak üzere değildi.

Türklerle ilgili olarak kabul edilecek tek tanımlama ölçütü Türk dilidir. Türk dilini konuşanlardan başka terimler geçersizdir, der Roux. Alman Barbarosa üçüncü haçlı seferinden sonra Küçük Asya ve Anadolu topraklarından TURCHIA diye sözetmeye başlamıştı. Doğuda İran ve Arab dünyası Rum ve Rumi adını hiç bırakmadı. Osmanlılar da Selçuklular gibi Batılıların kendilerine verdikleri Turchia adını hep duydu, ama benimsemedi.
Osmanlı milleti ve vatandaşlığı kavramları da Türk ve Türkiya gibi Avrupa ve Batı icadı deyimlerdi, zira Almanların yaşadığı topraklara Almanya dendiği gibi Türklerin yaşadığı yerlere de Türkiya denebilirdi. 19.yüzyıla kadar Türkler kendilerini Müslüman milleti olarak görüp algıladılar. İslama bağlı Osmanlı tebası kaldılar. İslamdan önceleri de kabile ve boy adıyla anıldılar. Uygur, Oğuz, Selçuklu, Kayı gibi. Yani aralarında bir ortak varlık bilinci ve kimliği yoktu.‘Türk milleti’ ilk kez 19.yy yarısında duyulmaya başladı. Nihayet Gazi Mustafa Kemal ‘TC sınırları içinde yaşayan herkes Türk’tür’ tanımıyla noktayı koyacaktı.
Bernard Lewis’e göre: Osmanlı düşüncesinde Osmanlı=Türk özdeşliği yoktu, çünkü Osmanlı yalnız hanedan için kullanılırdı. Osmanlılar Türk adını, önceden göçebe Türkmenlerle yörükler için, daha sonraları, kaba-saba Türkçe konuşan Anadolu köylüleri ile taşralılar için kullandılar. Türklerin algılama ve anlama yeteneğinden yoksun ‘Etrak-i bi idrak’ sözü Selçuklulardan miras kalmıştı. Lewis’e göre Türkler Osmanlı boyunduruğundan son kurtulan millet oldu.
Avrupa’nın baskısıyla başlatılan Tanzimat ve Reform süreci bir bakıma Türk modernitesinin başlangıcı olarak nitelenebilir. Yanı sıra biz kimiz sorgulaması daha çok konuşulmaya, Türk sözü artık daha fazla kullanılmaya başlanmıştır. Tanzimat’ın Türk kimliğine veya kültürüne kalıcı katkısı ve başarısı; Türkçe eğitime başlanmış, Türkçenin, resmi öğretim dili olarak Osmanlı okullarına girmiş olmasıdır. 1869’daki Eğitim Genel Tüzüğü (Maarif-i Umumiye Nizamnamesi) ile sağlanan gelişmeler çok çarpıcı gelişmeleri gösteriyordu:

– Zorunlu ilköğretim kuruldu. Eğitim sistemi 3+3+3 dür
– Okul programları yenilenip, Tanzimat öncesi din ağırlıklı okullarına matematik, hesap, hendese, tarih, coğrafya, dil, fizik ve biyoloji kondu
– Öğretim yöntemleri değiştirilip öğretmenin ders vermesi sistemine geçilip Medreseler dışındaki laik okullarda Türkçe öğretime başlatıldı
– Öğretmen okulları kurulup geliştirildi, İstanbul’da kız-erkek öğretmen okullarıyla Darülfünun kuruldu
– Merkez ve taşra okullarının yeniden kurulup örgütlendi ve Öğretim, sınav, mezuniyet standardlarının belirlendi
– Köylerde ve bucaklarda sıbyan okulları, Küçük kasabalarda Rüşdiye (ortaokullar), Büyük kasabalarda İdadi (lise) açıldı
– Vilayet merkezlerinde Sultani (süper lise) açıldı
– Fransızcadan kitap tercüme edecek öğretmenler yetiştirildi
– Galatasaray ve Darüşşafaka liseleri kuruldu

Osmanlı düşüncesinde bilimin sınırlı, felsefenin kısıtlı olmasına karşılık yazılı-sözlü zengin bir edebiyat ile şiir geleneği vardı. Osmanlı da devlet Türk, hanedan ise Osmanlı olmalıydı. Osmanlı devlet adamları Osmanlı ile Türkler arasında ayırım yapmazdı. Bilim ya da felsefe yapamayan Türklerin tarih yazmaları elbette sözkonusu değildi. Türklerin tarihleri yüzyıllar boyunca hep yabancılar tarafından yazıldı.

Türkçe Dili

Türkçe, Türkiye’nin ve Türkiye Türkleri’nin kurumsal dili ve 2006’daki araştırmaya göre, Türkiye’de yaşayanların yüzde 84’ünün ana dilidir. Geriye kalan nüfus ise, çoğunluğu Kürtçe olmak üzere kendi azınlık dillerini ana dilleri olarak benimsemiş ve Türkçeyi ikinci dilleri olarak kullanırlar. Türk diasporasının yoğun göç ettiği, 2 milyondan fazla Türkçe konuşurun bulunduğu tahmin edilen Almanya’da nüfusun yüzde 3’ü Türkçe bilmekte, ayrıca ABD, Fransa, Hollanda, Avusturya, Belçika, İsviçre ve İngiltere Türkçe konuşabilenlerin yaşadığı önemli bölgelerdir. Ne var ki, göçedilen ülkelerdeki kültürel asimilasyonla Türk göçmenlerin sadece bir kısmı Türkçeyi akıcı konuşabilmektedir.

Türkçe, onu kullanan göçerlerin ve yerleşik kavimlerin Orta Asya, Doğu Avrupa, Sibirya ve Orta Doğu’ya doğru göçleriyle yayılmıştır. Türkiye Türkçesi, Türkmence ve Azerice’nin, Ana Oğuzca denilen bir dilden evrilerek oluştuğu varsayılır. Bu ön dilin Türkiye Türkçesini oluşturan batı kolu, 11.-15. yüzyıllar arasında Anadolu Selçuklu Devleti ile Anadolu Beyliklerinin etrafında gelişerek Anadolu Türkçesine doğru evrilmiştir. Bu dönem yerini, 15. yüzyıldan 19. yüzyıla kadar devam edecek Klasik Osmanlıcaya bırakacaktır. Yeni Osmanlıca, 19. ve 20. yüzyıllar arasında gelişir. Cumhuriyet Dönemi’nde yapılan reformlarla da 20. yüzyıl itibarıyla dilde çeşitli değişiklikler yaşanmıştır.

Türkçenin kullanım alanını genişleten, Karahanlı Devleti’nden Yusuf Has Hacib, Kutadgu Bilig adlı yapıtı ile Türk dil birliğinin yazılı temelini attı ve 1070’lerde bu Türkçe yapıtını tamamladı. Ahmed Yesevi de 12 yüzyılda Türk dilinde yazdığı “hikmet” adlı şiirleri bir araya getiren Türk tasavvuf edebiyatının bilinen en eski örneklerini içeren kitap ile Türkçenin kullanımını etkiledi.

13.-14. Yüzyılda Yunus Emre Türkçenin, özellikle ‘Türkçe şiir dilinin’ temel ustası ve abidesi olmuştur. Yunus Emre’nin edebiyat bakımından, önemli bir yanı da Anadolu’da, Türkçe şiir dilinin öncüsü olması ve tasavvuf sorunlarını yalın ve kolay anlaşılır bir dille söyleyişidir. Şiirlerinin ölçüsü, Türkçenin ses yapısına uygun aruz olmakla birlikte söyleyişi akıcı, sürükleyici nitelik taşır. Tasavvufun en güç anlaşılır kavramlarını, Türkçenin ses yapısına uygun bir biçimde dile getirir; şiirinde, duygu ve düşünce birliğinden oluşan bir derinlik görülür.

Hacı Bayram Veli 14-15. yüzyılda Anadolu’da yaşamını süren Türk mutasavvıf ve şair olarak eserlerini Türkçe olarak yazdı ve Türkçenin kullanımını Anadolu’da önemli biçimde etkiledi. Hacı Bayram Veli, Anadolu’da dil ve kültür birliğinin sağlanması için Leme’at ve Gülşen-i Raz gibi eserlerin Türkçeleştirilmesinde etkili olmuş, kendisi de halkın anlayacağı dilden Ahmed Yesevi geleneğine uygun şiirler yazmıştır. Devrinde Arabça ve Farsça eserler revaçta iken, Hacı Bayram Veli’nin halk ile ilişki kurabileceği Türkçeyi tercih etmesi, Anadolu’da dil birliği sağlanması Türk kültürünün egemen olması bakımından çok önemlidir. Türkçecilik akımı yandaşlarını da etkilemiş, bu sufiler özellikle Türkçe yapıtlar vermişlerdir.
Osmanlı Türkçesi ise, Osmanlı İmparatorluğu’nda konuşulmuş, eski Anadolu Türkçesinin ardılı bir dildir. Arabca ve Farsçadan etkilenmiş, bu dönemin Türkçesinde söz varlığının yüzde 88’i bu iki dil kaynaklıdır. Buna rağmen dilde kullanılan Arabca kökenli sözcüklerin kaynağı bu iki dilin birbirleriyle doğrudan etkileşimi yerine, Farsçaya girip farsça-laşmış Arabça kökenli sözcüklerin Osmanlı Türkçesine girmesiyle oldu. Türkçe ve Farsçanın etkileşiminin Osmanlı öncesinde modern Türklerin atası halkların Kuzeybatı İran bölgesinde bulunduğu dönemde olduğu düşünülmekte, Arabça ve Farsçanın etkileri sadece alıntı kelimeleri değil, dilin dil bilgisini de önemli ölçüde etkilemiştir. Alfabe olarak Arab alfabesinin Farsça ve Türkçe için uyarlanmış bir biçiminde kullanılan diline Osmanlıca denilmesi Tanzimat dönemindedir. Ancak modern Türkçenin temeli olan, daha az alıntı kelimeye sahip ve daha az eğitimli, alt sınıf ve kırsal kesimde yaşayan halkın konuştuğu kaba Türkçe ile edebiyat ve devlet işlerinde kullanılmış Osmanlı Türkçesi, tıpkı Latince ve Halk Latincesinde olduğu gibi düşük bir karşılıklı anlaşılabilirlik göstermektedir.

Dilde sadeleşme ve halkı tüm sosyal zümrelerin karşılıklı birbirleriyle anlaşabilmeleri; Türkçe ile düşünmeyi, Türkçenin bütün bilim, sanat ve teknik kavramları karşılayabilirlikte gelişmesini sağlamayı amaçlamıştı. Türk Dil Devrimi’nin hazırlık evresi olarak nitelendirebileceğimiz ve Tanzimat Fermanı ile başlayan dönemdeki dili yalınlaştırma istemi toplumda yoğun bir karşılık bulamamıştır. Ancak, Cumhuriyet’ten sonra, 1932 yılında devletin öncülüğünde Türk Dili Tetkik Cemiyeti’nin kuruluşuyla dilde yapılan yenilikler, ulus çapında bir eylem olarak topluma mal olmaya başlamış ve devam etmektedir.
Türkçe, yapı bakımından zengin bir dil olmakla birlikte, dünya üzerinde de hâlâ çok konuşulan bir dildir. Bu varsıllık her ne kadar içinde yabancı sözcükler bulundursa da, bu durum dilde hiçbir bozukluğa yol açmamıştır. Bunun nedeni de, Osmanlı’nın, zamanında barındırdığı azınlıkların olmasıdır. Çünkü bu nedenle dilde çok fazla yabancı “sözcük alış-verişleri” olmuştur. Mesela müselles/üçgen Fransızcadaki açı, köşe kökünden, tayyare/uçak uçmaktan, nispet/oran kesmekten, şimal/kuzey soğuk kuz’dan, teşrinievvel/ekim ekmekten türetilmiştir.

Türkçe, dili kullanan halkların dünyanın çeşitli bölgelerine yayılması ve buradaki kültürler ile etkileşimleri nedeniyle tarih boyunca pek çok yazı sistemi kullanılarak yazılmıştır. Bilinen en eski Türk alfabesi olan ve 8. yüzyıl başlarına tarihlenen Orhun alfabesi, bölgedeki yerel alfabelerden etkilenmiş, Eski Uygur alfabesine 10. yüzyıllarda bırakmış, daha sonra farklı yerlere yayılan Türk boyları Kiril, Yunan, İbrani ve Latin alfabeleri gibi farklı yazı sistemlerini benimsemiştir. Türkiye Türkçesinin de dahil olduğu Oğuz dilleri konuşurları ise İslam ile temasları sonucunda Fars-Arab alfabesi asıllı yazı sistemlerini geliştirmiştir. Bu alfabe, Türkiye Türkçesi için 1928’de kabul edilen Latin esaslı yeni Türk alfabesine geçilinceye kadar dilin konuşurlarının temel yazı sistemi olmuştur. Buna ek olarak, Türkçe konuşulan devletlerde yaşayan, Ermeni, Rum, Süryani, Musevi, Gürcü gibi azınlıklar da kendi alfabelerini kullanarak Türkçe eserler üretmişlerdir.

Türkçe, 9.dan 20.yüzyıl başlarına kadar, yaklaşık 1000 yıl boyunca, Arab asıllı alfabeler kullanılarak yazılmıştır. Müslümanlığı benimsemeye başlayan Türk boyları bu yüzyıllar içinde kullanmaya başladıktan sonra 13. yüzyıl dolaylarında artık bu alfabe, Müslüman Türk boyları arasında ortak bir alfabe olmuştur. Türkçeyi yazmak için kullanılmış bu yazı sistemi her ne kadar Arab alfabesi asıllı olsa da, Arabçada bulunmayan “j, ç, ŋ, p” gibi sesleri içermesinden ötürü Arab alfabesi ile aynı değildir. Uygurlar ve İran Azerileri gibi bazı Türki halklar hâlen Arab alfabesi kökenli yazı kullanmaktadır.
Arab asıllı alfabe kullanmış olan Osmanlı İmparatorluğu’nda alfabenin üzerinde birtakım düzenleme ve eklemeler yapılarak Osmanlı alfabesi ortaya çıkmıştır. Bu yazı sistemi, Osmanlıcanın Farsça ve Arabca dillerinden alınma sözleri yazmak için uygun olmakla birlikte, dildeki Türkçe kökenli sözcükleri yazarken çok zorluk getirmekteydi. Arabca sessiz harfleri zengin, fakat sesli harfleri fakir bir dil’ken, Türkçe bunun tam tersi özellikte olduğu için Arab asıllı Türk alfabesi Türkçede yer alan pek çok fonemi (ses birimi) uygun bir şekilde temsil etmemektedir. Türkçede yer alan bir ses için Arab asıllı alfabede dört farklı harf bulunurken, kimi sesler için ise sesi temsil edecek uygun bir harf bulunmamaktadır. Özellikle telgraf ve matbaanın 19.yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu’nda yaygınlaşması ile Arab asıllı Türk alfabesinin Türkçede yer alan sesleri temsil edememesi daha da büyük bir sorun hâline gelmişti.

Osmanlı Devleti sınırları içinde yaşayan ve ifade dili olarak Türkçeyi kullanan Ermenilerin bir kısmı günlük hayatlarında ve edebiyatta Ermeni alfabesi kökenli bir yazı biçimi kullanmıştır. Bu alfabe Anadolu Ermenicesi de denilen Batı Ermenicesi’nin alfabesini baz alır; ancak Ermeni diline özgü olan Ծ Ձ Ց harfleri Türkçe yazarken kullanılmaz. Bu şekilde yazılmış oldukça fazla eser vardır ve alfabe Tanzimat sonrası Osmanlı Devleti’nin en önemli azınlık yazı sistemi olmuştur. 1841’de yazılmış Türkçe İncil’de Ermeni harfli Türkçe eserlerden biridir.

Osmanlı döneminde Karamanlıca ismi verilen bir Anadolu Türkçesi benimsemiş; ancak dinen Rum Ortodoks Kilisesi’ne bağlı bir halk olan Karamanlılar, Türkçeyi Yunan alfabesi ile yazmış, halk, kullandıkları Helen alfabesi ile gazete, dini metin ve edebi eserler gibi Türkçe metinler ortaya koymuştur. Türkçe ve Azerice dillerinde yazılmış; ancak Gürcü alfabeleri kullanılmış 18. yüzyıla tarihlenen tıbbi ve dini pek çok metin ile Türkçe-Gürcüce sözlükler bulunmaktadır. İbrani alfabesi ile yazılmış Yahudi Türkçesinin ilk örnekleri de 16. yüzyıla uzanır; ancak diğer azınlık alfabeleri ile yazılmış Türkçe metinlerin aksine bu yazıtların ana amacı, o dönemde Yahudi İspanyolcası konuşan Osmanlı Musevilerine Türkçe öğretmektir. Yanı sıra Süryani alfabesi ile yazılmış Türkçe dua, şiir ve gazeteler de bulunmaktadır.

Günümüzdeki standart Türkçe, İstanbul’da konuşulan Türkçe ağızı örnek alınarak oluşturulmuş, bu İstanbul Türkçesi, Türkçeyi yazarken ve konuşurken model teşkil etmektedir. Bunu 1910’larda Ziya Gökalp ve Ömer Seyfettin gibi yazarlar önermiştir. Buna rağmen günümüzde olduğu gibi tarihî Osmanlı İmparatorluğu coğrafyasında konuşulmaya devam eden Türkçe ağız ve lehçeleri bulunmaktadır ve bu ağızlar özellikleri bakımından çeşitli gruplara ayrılmaktadır. Bu gruplara, kendi içlerinde de alt gruplara ayrılan Anadolu, Rumeli, Kıbrıs, Suriye ve Irak diyalekt bölgeleri dahildir. Ağızlar arasındaki bazı farklılıkların nedeni, bölgeye göre Lazca, Azerice, Arabca, Kürtçe veya Rumca’nın bölgede konuşulan Türkçeye olan etkileridir. Türkçenin bu alt dil grupları şive veya ağız olarak adlandırılıyor.
Anadolu ağız bölgesi, özellikle Karadeniz, Güneydoğu ve Ege ağız farklılıkları belirgindir; ancak bu ağızlar, küçük yaşlardan itibaren eğitimde yazı dilinin kullanımı, basın-yayın gibi bazı sebeplerle yavaş yavaş kaybolmaktadır.

Batı Rumeli Türkçesinin coğrafi sınırları Bulgaristan’da Tuna’nın hemen güneyindeki Lom’dan doğuya doğru Vraça, Sofya’ya, Samokov’dan doğuya doğru ilerleyerek Köstendil’e kadar uzanır. Ayrıca Makedonya, Arnavutluk, Bosna-Hersek ve Sırbistan’da Adakale’yi uç olarak kapsar. Kosova da içinde yer alır. Doğu Rumeli ağız bölgesi ise Batı Rumeli’nin doğusunda kalan bütün alanı kapsar. Yunanistan, Makedonya’nın güney kesimleri ve Türkiye’nin Trakya’sı (Doğu Trakya) bu sahanın içindedir.

Kıbrıs ağzının oluşumunda önce Konya ve yöresi, sonra da Antalya, İçel, Alanya gibi yerlerden alınan göçler rol oynamıştı. Suriye sahası, Türkiye Türkçesinin Batı Grubu ve çoklukla Doğu grubu ağızlarına benzeyen bir ağız bölgesidir. Irak sahası, Türkçe ile Azericenin sınırdaş oldukları bir sahadır. Kerkük, Musul, Telafer gibi yerleşim yerlerinde konuşulur. Standart dil olarak Türkiye Türkçesi yazı dili olarak kullanımdadır. Kafkaslar’ın batı sahası için de benzer durum söz konusu olup Gürcistan ve Ermenistan’ın yer aldığı bu saha iki büyük Oğuz grubunun kesişim alanındadır. Türkçenin Doğu Rumeli ve Batı Rumeli olarak ikiye ayrılan ağızları yörelere göre Gagavuzca ile benzer özellikler taşımaktadır.

Dil bilgisi ya da gramer, bir dilin ses, biçim ve cümle yapısını inceleyip, kurallarını saptayan bir bilim dalıdır. Türkçe bu hususta sondan eklemeli bir dildir ve dilde pek çok son ek kullanılmaktadır. Bir kelimede birden fazla ek yer alabilir ve bu ekler yapım ekleri ve çekim ekleri olmak üzere iki kategoriye ayrılır. Yapım ekleri, isimlerden ve sıfatlardan fiil, fiillerden de isim ve sıfat üretmek için kullanılır. Çekim ekleri ise kelimenin anlamında değişikliğe yol açmadan kelimenin hali, sayısı, kişisi gibi özelliklerini belirtir. Dilin eklemeli olma özelliği, pek çok uzun kelimeyi ortaya çıkarmaktadır. Dilde bulunan tek yerli ön ek ise, aliterasyon ile oluşturulan, sımsıcak ve masmavi gibi bir özelliği kuvvetlendirici eklerden oluşur.

Türkçede tümce yapısı, özne, tümleç, yüklem biçiminde; ancak Türkçe esnek bir dildir. Bu yüzden günlük yaşamda devrik tümceler sıklıkla kullanılır. Bu tür tümceler daha şiirsel anlatıma sahiptir. Türkçede kısa yoldan anlatım da ön plandadır. Örneğin, “sobayı yak” derken “sobanın içindeki odun ve kömürleri yak” anlamındadır. Türkçedeki önemli bir başka özellik, “siz” adılının kibar olarak 2. tekil kişiyi (sen) belirtmesidir.
Türkçe yazılmış ilk dilbilgisi kitabı Bergamalı Kadri’nin “Müyessiretü’l-Ulûm” (1559) yapıtıdır. Yapıtta örnekler Türkçedir, fakat dil kuralları Arabcanın kurallarına göredir. Tanzimat döneminde, başta Ahmet Cevdet Paşa (1851) ve Fuat Paşa’nın (1865) kitaplarında Osmanlıcanın yapısı göz önünde tutulmuştur. 1908’de ilan edilen Meşrutiyet’ten sonra, Hüseyin Cahit’in Sarf ve Nahiv adlı eserinin dilbilgisi konusunda önemli bir yeri vardır. Bu kitapta Fransızca dilbilgisinin etkisi görülür. Cumhuriyet Döneminin ilk esaslı dilbilgisi kitabı, Necmi Dilmen’in 1939 tarihli Türkçe Gramer yapıtıdır. 1940′tan sonra pek çok Türkçe dilbilgisi kitabı yazılmıştır.

Yeni sözcükler ayrıca var olan iki eski sözcüğün birleşmesi ile yaratılır. Bu, Türkçe ve Almanca ile İngilizcenin paylaştığı bir ayrıklık benzerliği oluşturur. bazı örnekler: Monday/Pazartesi, computer/bilgisayar, skyscraper/gökdelen, prejudice/önyargı, breakfast/kahvaltı gibi.
1998’de TDK-Türk Dil Kurumu tarafından yayınlanmış ve yalnızca günlük kullanımı yaygın sözcüklerin dahil edildiği, Türkçe Sözlük’e göre Türkçede yer alan sözcüklerin %35’i Arapça, %34’ü Batı dilleri, %24’ü Türki ve %7’si Farsça kökenlidir Şu an için, Türkçenin en gelişmişi Büyük Türkçe Sözlük’te söz, deyim, terim ve ad olmak üzere toplam 616.767 söz varlığı bulunmaktadır. Ancak birçok Arabca sözcük Farsçalaştıktan sonra bize geçtiği için İlber Ortaylı’nın bu konudaki görüşüne katılarak bugünkü Türkçenin yüzde 30’unu Farsça sözcükler oluşturur, denebilir.

Her ne kadar Atatürk’ün dil devrimi ile Türkiye Türkçesi, kökeni Arabca ve Farsça sözcüklerden arındırılmaya çalışıldıysa da, bu iki dilden olan sözcükler, Fransızca sözcüklerle, hatta giderek yoğunlaşan İngilizce sözcüklerle birlikte Türkçe sözlüğün önemli bir bölümünü oluşturmayı sürdürmektedir. Ancak, Arabca ve Farsçadan gelmiş sözcüklerin bir bölümü o kadar Türkçeleşmiştir ki, Arab veya Fars dilindekinden oldukça farklıdır ve kimi sözcüklerin anlamı da farklılaşmıştır:

Arabcadan: insan, asker, hain
Farsçadan: ateş, rüzgâr, düşman, çarşamba, perşembe
Fransızcadan: kuzen, kuaför, hoparlör, detay, anten, tuvalet
İtalyancadan: politika, fanila, kundura
İngilizceden: pikap, video, çita, medya, sandviç, tv, laptop
Yunancadan: liman, kiraz, çipura, lüfer
Almancadan: şalter, general, panzer

Bazı Türkçe kökenli kabul edilen sözcüklerin, yabancı kökenli oldukları iddia ediliyor, özellikle Soğdcadan birtakım alıntı gerçekleştiği sanılıyor ya da tersine Türkçeden Soğdcaya. Bu durumda kimin kimden alıntı yaptığı kesinlik kazanmamıştır, başka bir olasılık karşılıklı etkilenme de söz konusu olduğudur. Bu durum, Eski Türkler ve Soğdların iç içe yaşadıklarından kaynaklanabilir. Bunun yanında Toharca, Orta Farsça ve Türkçe karşılıklı etkilenme olduğu öngörülüyor. Çin’de Uygur Türklerin yaşadığı ve özerk Sincan (Doğu Türkistan) bölgesinde İranî olan Partça, Orta Farsça, Soğdca ve Sakaça dillerinden yazı buluntular tespit edilmiştir. Bunun yanı sıra Hint-Avrupa dil ailesinin içinde ayrı gruba ait olan Toharca’dan da yazılar bulunmuştur.

Harf Devrimi

Türkiye, çağdaş dünyaya uyum sağlayabilmek amacıyla Alfabe’sini değiştirme kararını verdi. Harf devriminin başarısını sağlayan en önemli unsur, 1928 Türkiye’sinde Arab harflerine karşı, kökü 19.yüzyıl ilk yarısına kadar uzanan bir değişim talebidir. Arabça dilinde sesli harflerin olmayışı, sesli harflerle anlatılması zorunlu Türkçe dilinin iyi anlaşılıp kullanılmasını çok zorlaştırıyordu. Türk Modernleşmesinin, Sanayileşmenin ve Batı ile giderek artan Ticari ve Teknik ilişkilerin yoğunlaştığı bu dönemde Arab harfleriyle Batı dilini anlamak, kendi imlamızda ifade etmek bu nedenle güç hale gelmişti.
İlk olarak Arab harfleri aralıklı yazılarak ‘Enveriye’ adıyla uygulanıp uzun süre kullanılmış fakat beğenilmemişti. Aynı zorluklar Azerbaycan için de vardı ve oradaki Türkologlar da arayış içindeydi. Onlar bizden önce Latin harflerini benimseyerek bu sorunu çözdüler ve ortak kültür ve yazışma ihtiyacından dolayı bizi de değişime zorladılar.
Arab harfleri yerine Türk dili için en uygun alfabenin Latin harfleri olarak kabulü ile bu sorun çözülmüştür. Latin alfabesi en gelişmiş yazıdır. Fonetik olarak mükemmelliği seslilerin çok önemli olduğu Türkçe dili için onu en uygun yazı çeşidi yapar. Yazı bürokratik örgütlerde temel bir aygıttır. Mal ve hizmetler ile üretimin işlerliğini sağlamak ve toplumsal-teknolojik modernite için büyük öneme sahiptir. Bu nedenle harf değişikliğine şiddetle ihtiyaç duyulmuş ve çok yerinde bir kararla 1 Kasım 1928’de Latin alfabesine geçiş yapılarak Türkçe için uyarlanan 29 harfli alfabe kabul edilmiştir. Türkiye, Kıbrıs Cumhuriyeti, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti ve Balkanlar’da Türkçe için bu alfabe kullanılmaktadır.
Marjınal ve önemsiz birilerinin dışında, aklı başında olan hiç kimse Latin alfabesine karşı çıkmamıştır. Ancak içinde Atatürk’ün yakın arkadaşlarının da bulunduğu bir aydın kesim hem Latin harflerinin hem eski yazıda harflerin belli bir süre için birlikte kullanılmasını önermiştir. Burada gözönünde tutulan; neredeyse bin yıldır eski harflerle yazılmış bilgi ve belgelere özellikle gençlerin ulaşıp okuyamayacağı kaygısıydı.
Günümüzde halen Japonya, Çin, Rusya, Yunanistan, İran ile S.Arabistan başta olmak üzere ülkelerinin tümünde eğitim, öğretim yanısıra ticaret, sanayi ve bilimsel ilişkiler hem kendi alfabeleri hem de Latin harfleriyle birlikte yapılmaktadır. Öte yandan Ortadoğu ülkelerinde yabancı dil (özellikle İngilizce) her düzeyde insan tarafından konuşulabilmekte, yabancı dil ile konuşmaya ve öğrenmeye gösterilen direnç veya ilgisizlik bizde bu ülkelere göre şaşılacak derecede çok fazladır. Türkiye’ye hayran, kendilerine örnek alacak kadar saygı ve sevgi duyan ülkelerin vatandaşları, iş hayatında karşılaştıkları Türk mühendis, işadamı ve işçilerinin yabancı dilde konuşamamalarını şaşkınlıkla ifade etmektedir.

Süleyman A. Doğan, Kendime Makaleler, 11.22, İstanbul

(Burada yazılanları daha detaylı anlayıp öğrenmek isteyenlere; yazarken büyük ölçüde faydalandığım, Bozkurt Güvenç’in Türk Kimliği adlı eserini okumalarını tavsiye ederim)