Genel

BİR DÖNEMİN ÖZELEŞTİRİSİ

İTÜ önderliğindeki İstanbul-Ankara yürüyüşü öğrenciler bakımından başarılı olmuştu. Gençler eylem sırasında yazdıkları, özel okulların devletleştirilmesi talebini siyasi partilere ulaştırmış, bunu CHP ve TİP olumlu yanıtlamış, Güven Partisi ipe un sermiş AP gereksiz ve imkansız demişti. Fransa’daki olayların benzerini yaşatma hevesindeki öğrenci hareketleri daha sonra Ankara Dil Tarih ve İstanbul Hukuk Fakülte-lerine sıçramıştı.
FKF-Fikir Kulüpleri Federasyonu Kasım 1965’de Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesinde kurulmuş, kısa sürede sosyalist bir kimliğe bürünmüştü. Ancak, çok geçmeden içindeki MDD-Milli Demokratik Devrimci kanat SD-Sosyalist Devrimci’leri tasfiye ederek DevGenç halini alacaktı. SD, TİP-Türkiye İşçi Partisi’nin paralelindeyken, MDD eski TKP-Türkiye Komünist Partili Mihri Belli tarafından yönlendirilmekteydi.
Fransız gençliği eğitimde eşitlik, sekste özgürlük ve sanatta yaratıcılık istiyor, Fransız aydınları kapitalizmin insanlığın önünü kapattığını, kötülüklerin ancak demokrasinin artması ve liberalizmin yaygınlaşması ile aşılabileceğini düşünüyorlardı. Bu isteklerinin önündeki en büyük engel ise Charles De Gaulle’di.
Fransa’daki hareketlere öykünüyorduk, ama onlarla aramızda dağlar kadar fark vardı. Zira, Fransız gençliği 1789’da Burjuva Demokratik Devrimi’ni yapmış bir ülkede yaşıyorlar, Devrim sermaye sınıfının yani burjuvanın liderliğinde işçiler, köylüler, aydınlar ve küçük burjuvaların desteğiyle gerçekleştirilmişti. Kafaların karışıp giyotinlerde kan gövdeyi götürdüğü Devrim süreci sona erdikten sonra başa geçirilip düzeni kuran Napolyon, Fransa’nın ekonomik devrimi olan liberalizm ile hem Fransa’yı hem de tüm Avrupa’yı geliştirmiş ve zenginleştirmişti.

Halbuki bizde durum Fransa’dan çok farklıydı. Bizde bırakın burjuva devrimi yapmayı, sermaye sınıfı denebilecek burjuvalarımız bile yoktu. Cumhuriyetimizi kurmuş, elimizdeki bir avuç Ermeni ve Rum burjuva ile yabancı sermayeyi de kovalamıştık. Elimizde kalan sermaye sınıfı da çok az sayıdaki büyük toprak sahipleri ile küçük işletmelerden ibaretti. Yani Türkiye ekonomisine öncülük edebilecek birileri kalmamıştı. Bu nedenle bizdeki devrimler asker-sivil bürokrasi ve aydınlar öncülüğü ile gerçekleştirilmiştir. Devletin tek sahibi olduğuna inanan ve sınıfların varlığını inkar ederek mülkiyet sahibini ve sermaye birikimi hevesinde olanları dışlayan, onlara asla güvenmeyen asker-sivil-aydın zümre, Avrupa’da olduğu gibi bireylerin öne çıktığı, rekabetin ve büyümenin. zenginliğin sözkonusu olduğu bir düzen için engel oluşturuyordu. Bunlar iktidarı asla başkalarıyla paylaşamazlardı.

Milli Mücadele’nin temel taşlarından biri olan büyük toprak sahipleriyle Anadolu’daki eşraf biraz başlarını kaldırıp sermaye haline gelirse henüz tomurcuklanırken bertaraf edilmekte, direnmeye kalkanlar ise derhal yobazlıkla ve karşı devrimcilikle suçlanarak yıldırılıyordu. Köylüler köyünde kalmalı, asker-sivil bürokrasi-aydınlar şehirlerde yaşayıp halk adına her tür kararı almalı, kimlerin nelere, ne kadar sahip olacaklarına onlar karar vermeliydi. Ötekilerin aklı bunlara ermezdi.

Emperyalizmi kovmuş, tam bağımsızlık idealiyle yola koyulmuştuk, ama bizde bırakın sanayi ve ticareti, batılı anlamında bir toprak düzeni ile sermaye birikimi ve tarım teknolojisi yoktu. Gelirler ancak devletin harcamalarını ve seçkinlerin maaşlarını karşılayabilir, kısacası sağlam bir ekonomimiz ve paramız yoktu. Bunlar olmadan tam bağımsızlık olabilir mi, hiç sorgulanamazdı, zira bizim ülkümüz ve asil kanımız bütün bunların üstesinden gelecekti. Sorgulamaya kalkanlar için yafta hazırdı; Cumhuriyet düşmanı veya irticacı. Sonraki nesiller yani bizler yakın döneme kadar hiç öğrenemeyecektik; demiryollarımızı inşa etmek üzere ABD Chester ile anlaşma yaptığımızı, fakat onların vazgeçmesiyle demiryollarımızı köylerine tıkılmış, orada açlık sınırına yakın yaşamaya çalışan köylülere dayatılan vergilerden karşıladığımızı, yeni sanayiler kurmak üzere yabancı sermayeye davetlerimizin henüz Birinci Dünya Savaşı’ndan yeni çıkmış Batı tarafından kabul edilmediğini ve bu nedenle zamanın bir adım gerisinde kalan teknolojileri kabullenerek Sovyetler Birliği desteğiyle sanayileşmeyi sağladığımızı, ağalık düzeni veya toprak yokluğu nedeniyle tarım yapamadığı söylenen köylülerin asıl sorununun toprakları işlemek için öküzlere bile sahip olmadıklarını. Halbuki köylü için asıl ihtiyaç toprak yokluğu değil, toprağı işleyecek öküzün olmamasıydı. Ama ne gerek vardı bunlara, bu cahil köylüleri hele bir köy enstitüleri ile eğitip aydınlatalım, sonra her şey yoluna girerdi. Bu arada onlar da öküz yerine kendilerini boyunduruğa vurup tarlayı sürüp işlemeliler, biraz aç kalmalarını da kabul etmeliydiler.

Atatürk’ümüzün Batı’yı çok iyi anlayıp, örnek alma ve onların yolunu takip etme çabası yeterli olmayacaktı, zira çevresindekiler arasından pek azı onu anlayabiliyordu. Nitekim 1926’daki özel sektör öncülüğünde liberalizm uygulamasına, şirketlerin sermayelerinin yüzde 70’i devletin elinde olmasına rağmen ancak beş yıl bunlara tahammül edilecek, İkinci Dünya Savaşı bahane edilerek devletleştirilip son verilecekti. Böylece ekonominin tümü devletin kontrolüne geçecek, devlet sosyalizmine öykünen içine kapanık bir düzen kurulacaktı.

İşte bu dönemde Kemalizm, bizzat Atatürk tarafından değil, aralarında Vedat Nedim Tör, Karaosmanoğlu, Şevket Süreyya gibi kimselerden oluşan ‘Kadro Dergisi’ kurucu ve yazarlarınca ortaya atılan doktrinin adıdır. Kemalizm de diğer tüm siyasi doktrinler gibi demokrasilerde savunulabilir veya eleştirilebilir. Atatürkçülük ile aynı olduğu sanılan Kemalizmin esasları Batı’nın sosyo-ekonomik sistemi ile hiçbir şekilde benzerlik göstermez, zira ilk olarak Ziya Gökalp’ten esinlenen sen ben yok, biz varız veciz sözlerinden yola çıkıp; Batı toplumundaki sınıfların bizde hiç olmayacağı varsayılıyordu. Bir tarafta yüzde 80’i kırsallarda yaşayan halk (ahali), diğer tarafta asker-sivil bürokrasi, aydın kesim, memurlar, öğretmenler ile fötr şapka takmış olması şartıyla bazı esnaflar ve tacirler vardı. Halk adına her şeye karar verip onları yönetebilecek, sanayilerin nerede, ne kadar ve nasıl yapılacağını belirleyip ekonomiyi yönetecek zümre bu ikincilerden olmalıydı. Ayrıca üretim ve tüketim adına ne varsa yerli ve milli olmalı, emperyalizmin uşağı olan yabancı sermayeye hiç yer yoktu veya sıfır kar ile çalışmaları ya da elde ettikleri karlarını yurt dışına çıkarmamaları kaydıyla belki bir miktar olabilirdi. Batı’da dünyadan kopuk kapalı ekonomi olarak nitelendirilen bu sistem Arnavutluk’ta uzun yıllar uygulama imkanı bulmuştur. Bizim sistem Arnavutluk’ta olduğu gibi daha çok Doğu’nun Lenin tarafına değil de Stalin kafasına yakın bir anlayışta olacaktı. Böyle kapalı bir ekonominin de tek dostu ve işbirlikçisi olabilirdi: Sovyetler Birliği. Nitekim öyle oldu bütün gayretlerimize rağmen Batı bizden uzak duruyor, işbirliğini reddediyor, yatırımcı gelmiyordu, Sovyetler dışında kimseden sanayi ve teknoloji alınamıyordu.

Ne var ki, savaşlar dönemi sona ermiş, hayat normale dönmüş ve zorla ve ısrarla köylerinde tutulan halk daha iyi şartlarda yaşamak istiyor, kıtlığı ve sıkıntıları istemiyordu. Yani halkın beklentileriyle Kemalizmin halk için öngördükleri aynı paralelde değildi. Bunun sonucunda ütopik hayallerin yarattığı bu sistem tutmayıp ekonomi giderek tıkanacaktı. Ülke genelinde sosyal ve ekonomik huzursuzluk artıyor, köylere ve kasabalara mahkum bırakılanlar artık kabına sığmıyor, isyan içindeki halk ancak jandarma baskısıyla kontrol altında tutulabiliyordu.

Para sıkıntısının ve sosyal patlamaların baskısıyla köşeye sıkışan İsmet Paşa, Başbakan Saraçoğlu ile ekibini Avrupa ülkelerine ve ABD’ye göndermişti, ama hepsi de eli boş dönmüştü. ABD ve Batı ülkelerinin ortak talebi Türk ekonomisinin kapalı bir ekonomiden çıkarak liberal ekonomik düzene dönmesi ve böylece gelişmesiydi. Ancak bu şartlar altında kredi muslukları açılabilir, sermaye akışına yol verilebilirdi. Sonuçta; bize ezberletilenlerin tersine Türkiye ekonomisi, dolayısıyla siyasi yapısındaki liberal değişme kararını alıp uygulayanlar, yani onların tabiriyle boyunduruk altına girme zorunda kalanlar ABD (veya emperyalizm) uşakları değil, bizzat 1946’da iktidarda olan CHP ve onun Kemalist seçkinleri olacaktı. İlk olarak çok partili demokratik sistemi kabul etmek zorunda kalacaklar ve devletin ekonomi üzerindeki tam hakimiyetini azaltmaya başlayacaklardı. Para akışı başka türlü mümkün olamazdı.
Çok partili ilk seçimde, 1950’de, Kemalist iktidarın baskısı ve sömürü altında yaşamakta olan halk, onlara tepkisini büyük bir coşku ile gösterecek ve DP-Demokrat Partiyi iktidara getirecekti. Fakat ötekilerle Kemalistler arasındaki iktidar savaşı burada sona ermeyecek, aksine tekrar tekrar gündeme gelecekti.

Liberal Ekonomiye Dönüş

İktisadi ve siyasi konularda liberalizmi savunan Demokrat Parti 14 Mayıs 1950 günü yapılan genel seçimlerde büyük bir başarı göstererek parlamentoda ezici bir çoğunluk kazanmış, böylece Türkiye’de 27 yıllık tek parti dönemi sona ermişti.

DP’nin ilk dört yılında; tarımda mekanizasyon ve Marshall yardımıyla gelen traktörlerle hazine toprakları ve meralar ekime açılmış, tarımda vergiler hafifletilip destekleme artırılmış, savaş bitiminde genç nüfusun köyüne dönmesiyle ve dış piyasalardaki olumlu gelişmelerle üretim artışlarına büyük katkı sağlanmıştır. Nitekim 1949’da 9.170 traktör sayısı, 1955’de 40 binlere çıkmış, Ziraat Bankasının çiftçilere sağladığı kredi desteğinin bunda büyük etkisi olmuştur. Traktör, kurak ve yarı kurak arazilerin tarıma açılmasında önemli katkı sağlamış, bu suretle bir çift öküzün işlediği toprağın 7-8 kat fazlası traktörle ekilebilmiştir.
Alınan tedbirler ve uygulamalarla Türkiye’de zirai ekim alanları 1950’de toplam 9,8 milyar hektarken 1955 sonunda 13,2 milyar hektara ulaşmıştır. En önemli zirai ürün olan buğdayın ekim alanları, 1949’daki 4 milyon hektardan 1953 sonunda 6 milyon hektarın üzerine çıkmıştır. Dolayısıyla 1949 da 2,5 milyon ton olan buğday üretimi, 1953 sonunda 8 milyon tona çıkmış ve Türkiye’nin dış ticaretinin iyileşmesine önemli katkı sağlamıştır. Nitekim dış piyasalarda canlanan taleplerle, ihracat gelirlerinde önemli artışlar meydana gelmiş, 1949’da 694 milyon lira ihracat, 1953’de 1,1 milyara çıkmıştır. Ekonomideki 1950-55 arasında devlet yatırımlarının yüzde 30’u tarıma, yüzde 46’sı ulaştırma ve haberleşmede yapılmış, geri kalanı sanayi, madencilik ve bayındırlık yatırımlarınadır.
Karayolu taşımacılığına ağırlık verilerek savaş sonrası gelişen yol yapım tekniği ve makinelerden de yararlanılarak tek ve çift yönlü asfalt ve şose yolları hizmete girmiştir. Demiryolu ulaşımı devlet tekelindeyken karayolu ulaşımında inisiyatif tamamen özel sektöre, yerel girişimcilere bırakılmıştır. ABD Marshall Yardımı kapsamında 237 milyon dolarlık yardım alınmış ve bunun 67 milyon dolarlık dilimi hibedir. Bu yardımlarla alınan o günün modern iş makinalarının, karayollarının gelişmesi yanı sıra yol inşaatı ve bakımında önemli katkıları olmuştur.

Ne var ki, uygulanan ekonomik politikalar bir süre sonra ödemeler dengesini hızla büyütmüş, artan borçlar sürdürülemez hale gelmiştir. İthalatı kısıtlayan önlemlere rağmen moratoryum ilan zorunda kalan Hükümet yoğunlukla dış kredi arayışlarına girerek ABD Yönetimi, Uluslararası Para Fonu (IMF) ve OECD ile bir dizi görüşmeler yapmıştır. Ancak bunların kredi vermek için yüksek devalüasyonu dayatmaları üzerine 1957’deki seçimleri kazanan Hükümet, darboğazın aşılması için gerekli kaynakların sağlanması karşılığında IMF’nin önerdiği koşulları kabul eder ve OECD’nin 1958’de Paris’te düzenlenen toplantısında Türkiye’ye yapılacak yardımın miktarı belirlenir.

Sonuçta, devalüasyonun bir şekli olan katlı kur yöntemiyle Türk Lirası değerinin yeniden belirlenmesi, sağlanan dış krediler ve dış ticaret rejimindeki yeni uygulamalar ile ithalat ve ihracatta artışlar sağlanmış, piyasalarda rahatlama olmuştur. Nitekim, 1954’den itibaren sürekli düşen ithalat, 1959’da 500 milyon dolara artmış, ihracatta ise 300 milyon doların üzerinde istikrar yakalanmıştır. İhraç kalemleri yine geleneksel tarım ürünlerinden olmuştur.
Bu arada büyük savaş sonrasında Avrupa’da birliği sağlamak amacıyla başta Fransa ile Almanya olmak üzere İtalya, Belçika, Lüksemburg ve Hollanda’dan oluşan 6 Avrupa ülkesi, 1951’de kömür ve çelik üretimine ortak politika uygulamak üzere AKÇT-Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu kurar. Daha sonra üyelerin kömür ve çeliğin yanısıra diğer sektörlerde ekonomik birliği kurmak, mal, hizmet, işgücü ve sermayenin serbest dolaşımını sağlamak amacıyla yaptıkları Roma Antlaşmasıyla AET-Avrupa Ekonomik Topluluğu oluşturularak 1958’de uygulamaya konulur. Türkiye, AET kurulmasından bir yıl sonra bizzat Menderes tarafından ortaklık başvurusunda bulunur. AET başvuruyu kabul eder ve üyelik koşulları gerçekleşinceye kadar geçerli olmak üzere ortaklık anlaşması imzalanarak 1964’de yürürlüğe konur.

Bu dönemde devlet ve özel kesim çoğunlukla imalat sanayinin değişik alanlarında önemli yatırımlar yapmış, Kamu yatırımları genelde temel tüketim ve ara mallarına, özellikle şeker sanayine olmuş, Uşak, Alpullu, Eskişehir, Turhal fabrikaları üretim kapasitelerini artırmalarına rağmen yurtiçi talebini karşılamada yetersiz kalınca Menderes Hükümeti onbir yeni şeker fabrikası kurmuştu: Adapazarı, Erzurum, Malatya, Kütahya, Susurluk, Erzincan, Kayseri, Elazığ, Erzincan, Amasya, Konya ve Burdur.

Hızla gelişen inşaat sektörünün çimento ihtiyacını karşılayacak, 1950-60 arasında İzmir Çimentaş, Adana, Afyon, Ankara, Söke, Çorum, Eskişehir, Elazığ, Darıca, Niğde, Tarsus, Balıkesir ve Pınarhisar çimento fabrikaları kurulmuş, böylece Barker Raporunda tavsiye edilen çimento sanayii hızla gelişmiştir.
Bu arada; Eskişehir Cer Atölyelerini ziyareti sırasında mini lokomotifi gören Menderes’in; ‘bunun büyüğünü de yapın’ ricası üzerine 1952’de 2 adet tamamen yerli lokomotif yapıldı. Bozkurt ve Karakurt ismi verilen lokomotifler uzun yıllar hizmet sonrası emekli olup Eskişehir müzesinde yerini aldı. Sümerbank Bursa Mensucat Fabrikasında Yünlü Dokuma ile MKEK Dinamit Fabrikası, Manisa, Denizli ve Aydın Tekstil Fabrikaları yanı sıra bu dönemin sulama ve enerji üretiminde önemli bir yatırım olan Seyhan Barajı ve Hidroelektrik Tesisleri 1956’da, Soma Termik Santralı iki yıl sonra üretime başlamıştır. Barajlarla sulama kanalları yapılan Hirfanlı, Gökpınar, Denizli, Darende, Kovada Elektrik Santralleri, Kemer Barajı gibi 14 yeni Hidrolik Baraj ve Santralla elektrikte 1950’e göre dört kata yakın bir artış sağlanmış, ayrıca Hirfanlı Barajı ve Elektrik Santralı ile Orta Anadolu’da yeni bir göl yaratılmıştır.

Tarımda verimliliği artıracak gübre hayvan dışkılarıyla karşılanırken, Avrupa’da geliştirilmiş olan yeni tekniklerle gübre, sanayide üretilen sentetik gübrelerden sağlanıyordu. Türkiye’de komposto gübre 1954’de İskenderun Suni Gübre ile Kütahya Azot Fabrikalarında üretilmeye başladı. Bu tesislerin ortak özelliği, gübre sanayi ana girdisi amonyak gazını, kendi tesislerinde kömürden üretilebilmeleridir.

Petrol Yasası ile alanlar yerli ve yabancı sermayeye açılmış, Türkiye Petrolleri-TPAO kurulmuş, ardından jeolojik ve jeofizik araştırma sondajları yapılmış, yeni petrol sahaları keşfedilmiştir. Türkiye’de hayvancılık ve balıkçılık geliştirmek üzere kurulan Et ve Balık Kurumu ilkin Erzurum Et Kombinasını hizmete açmıştır.
Karabük Demir ve Çelik Fabrikalarının ikinci Yüksek Fırını ile Haddehane ve çelikhane ek tesisleri devreye alınmış, aynı yıl İzmit’teki Selüloz ve Kağıt Fabrikasında üçüncü kağıt ünitesi ile Antalya Ferro Krom Fabrikası işletmeye alınmıştır. Amerikan Parsons’ın kurduğu Batma Rafinerisi ile Raman’da 12 nolu kuyu üretime girmiş, Demiryolları vagonlarını yapmak üzere Adapazarı Vagon Sanayi kurulmuş, İzmit’te Mannesmann Sümerbank Boru Endüstrisi’nin Çelik Boru Fabrikası faaliyete geçmiştir. Ereğli Demir Çelik Tesisleri için ilk adımlar bu dönemde atılmıştır.

Savaş sonrası pazar arayışında Türkiye’de kendine bir yer bulmak üzere 1954’de Amerikan Willys Overland geldi. Böylece savaş kazandıran taşıt diye anılan Willys’in daha modern versiyonları ve Büssing kamyonları İstanbul’da kurulan Tuzla Jeep Fabrikası’nda üretilmeye başlanmıştı.
Vehbi Koç’un Ford Motor ile kurduğu Ford Otosan, Koç’un otomobil sanayinde ilkidir. Vehbi Koç’un 1928’de Ankara’daki Otokoç’u önce Ford distribütörlüğünü almış, daha sonra bu ticari bağ 1946’da Türkiye Temsilciliğine dönüşmüştü. Ford Otosan ile ortaklık Türkiye’de ilk otomobil üretimini yaratmıştı. 1960’da Otosan Tesislerinde günde 4 adet Ford Consul araba ve Ford Thames kamyon montajı başladı. Vehbi Koç ve Lütfi Doruk’un Sütlüce’de kurduğu Arçelik; 1960’da Türkiye’nin ilkleri Çamaşır Makinesini, Buzdolabını yapmıştır.

ABD’nin en büyük ziraat makinaları üreticisi ‘Minneapolis-Moline’ ile Ziraat Bankası ortaklığı Atatürk Orman Çiftliğinde traktör montajı yapacak Türk Traktör ve Ziraat Makineleri’ni 1955’de ortaya çıkarmıştı. Sonraları KOÇ bünyesinde yer alan Türk Traktör bu tesislerde yapılan teknolojik yenilikler ve farklı lisanslarla HOLLAND, FIAT gibi tanınmış traktörler üretilerek dünyanın her yerine ihraç edilmektedir.

Özel sektörün öncülerinden: İbrahim Bodur’un Çanakkale Seramik 1959’da Türkiye’de ilk fayansı yapmış, ilerleyen yıllarda kendini yenileyerek büyümüş, 1962’de ilk seramik ihracatını başlatmıştı, Asım Kocabıyık’ın Borusan Boru Sanayi, Raşit Özsaruhan’ın İzmir’deki Metaş, Koç’un İstinye’deki Türkay Kibrit Fabrikası ile Ünilever Pastörize Yağ Fabrikaları, Vasfi Diren’in 1958’de Tokat’ta kurduğu ilk kez meyve suyu üreten Dimes, doktor ve eczacılardan oluşan 27 ortağın kurduğu; ilaç sektörü büyüklerinden Deva, 1960’dan bu yana ilaç ve ilaç hammaddesi üretiyor.

Tekstil Sanayi’nde özel sektör 1950’lerde gelişip büyümeye başlamış ve uluslararası piyasalarda markalaşmış bazı firmalar bu dönemde ortaya çıkmıştır. Coğrafi konumu itibarıyla pamuk üretimine çok uygun olan Türkiye’de tekstil alanında ilk büyük ölçekli işletmeler gerçekleştiren Sümerbank; tekstil sektörünün kurucusu, öncüsü ve okulu olmuştur. Aynı zamanda özel sektör yatırımlarında yetişen uzmanlardan bir hayli yararlanmıştır. Sabancılar ve Bosnalılar ortaklığıyla Adana’da kurulan Bossa’nın planlanması, Alman firmalarla görüşmeleri, Sümerbank’ın Nazilli ve Kayseri Fabrikaları kuran ve yöneten Fazlı Turga’nın katkıları ile olmuştu.

Adana’da pamuk ticareti yapan Hacı Ömer Sabancı 1932’de Çırçır ile başladığı sanayide, Nebati Yağlar, Un ve Çırçır Fabrikası ve Bossa Tekstil Fabrikasında büyümesini sürdürür. Adana’daki Kayserili sanayicilerle kurdukları Akbank (Adana Kayseri Bankası), pamuk üreticilerine finans desteği amacıyla başladığı Bankacılık alanında Türkiye’nin en büyük finans kuruluşları arasına girmiştir.

Nejat Eczacıbaşı, yurtdışı eğitimi dönüşü İstanbul’da vitamin hapları ve vitaminli bebek maması üreten küçük bir laboratuvar kurar. Daha sonraları bu laboratuarın yerini İlaç Fabrikası alır. Sabri Ülker ilk bisküvi üretimini İstanbul’da Ülker markasıyla üç arkadaşıyla birlikte yapmış, daha sonra tesislerini geliştirerek Türk Gıda Sektörünün uluslararası boyutta büyük liderlerinden olmuştur.

Eskiye Dönüş Çabaları

Uygulanan liberal politikalar ve Anadolu halkının daha iyi şartlarda yaşamak ve de Türkiye’nin büyüme trendine katılmak arzusuyla köylerinden çıkarak kentlere akmaya başlamasından rahatsız olan bazı üniversite profesörleri, sözde aydınlar, devlet memurları, seçkinci kesim ve ekonomiden bihaber öğrenciler ihtilal meraklı askerleri tahrik ve teşvik etmeleriyle; Ankara ve İstanbul’da örgütlenen İhtilal Komitesi, 27 Mayıs 1960 sabahı Radyodan okunan bir bildiriyle ülke yönetimine elkoyup demokrasiye son verdi. Menderes Hükümeti yıkılmış, ne yapacağını bilmeyen 38 subaydan oluşan Milli Birlik Komitesi, ülke yönetiminde söz sahibi olmuştur. MBK ilk olarak Anayasayı yürürlükten kaldırıp Meclisi kapatmış ve TBMM’nin tüm hak ve yetkilerini üzerine aldığını beyan etmiştir. Her ne kadar MBK’nın ilk bildirisiyle ABD, NATO, CENTO ve IMF’ye bağlılıklarını ifade etmesinden rahatsız olmuşlardıysa da, Kemalist zümre bu ihtilalden son derece memnun olarak MBK yanında yer almışlardı. Zira onların tek beklentisi tekrar Devlet kontrolundaki bir ekonomik düzene geçmekti. Halbuki ihtilalciler daha gerçekciydi; dışarıdan para bulunamazsa ne devrim olurdu ne de insanlar onların peşinden gelebilirdi. Parayı temin edebilmenin tek yolu da IMF den geçerdi ve IMF devletçiliği değil özel sektör öncülüğünde Serbest Pazarı öngörüyordu.

Heraklitos’un dediği gibi aynı suda iki defa yıkanılamazdı, zira o sular gitmiş yerine başka sular gelmişti. Eskiye dönüp tekrar aynı düzeni sürdürmeleri artık mümkün değildi. Sindirmek istedikleri büyük toprak sahipleri büyümeye güçlenmeye başlamış, özel sektör temsilcileri, şehre göçüp gelmiş köylüler, sanayide çalışan işçiler, kısacası halkın içinden çıkan gerçek temsilcileri artık meclislerde söz sahibi olmalıydı.
İçlerinden bazılarını tasfiye edip yeniden şekillenen MBK’nın kurduğu Kurucu Meclis, Prof Enver Ziya Karal ve Turhan Feyzioğlu liderliğinde hazırlanan Seçim Kanunu ile Anayasa’yı yürürlüğe koymuştu. Ne var ki, askerlerin akıl hocalığını yaparak, onları ısrarla Menderes, Zorlu ve Polatkan’ın idamlarına yönelten Sıddık Sami gibi bazı İstanbul Hukuk Fakültesi profesörleri bu Anayasa’yı yeterince Kemalist bulmadıkları için istifa edeceklerdi, zira yeni Anayasa’da 1924’den kalan Devletçilik, Halkçılık ve İnkilapçılığa yer verilmemiş, Milliyetçilik ise Milli Devlet olarak değiştirilmiştir. Ayrıca Sosyal Devlet ilkesi ilk olarak bu anayasa ile ortaya çıkacaktı.

Ardından, planlamacılıkta çok deneyimli Prof. Tinbergen tarafından hazırlanan ‘ekonomik planlama teşkilatının kurulması için hazırlanan taslak Şinasi Orel müdahalesiyle DPT kanunu çıkarılmıştır. İlk DPT’nin başına geçen bazı seçkin profesörlerin yaptıkları Plan’da özel sektörü tamamen dışlamaktan çekinip kamunun önde olacağı, fakat özel sektöre dayatan bir karma ekonomik sistemi ortaya çıkarmışlardı, zira hiç değişmemişler, kafalarındaki toplumun insanları hala aynıydı; seçkinler ve devletin asla teslim edilemeyeceği ötekiler. Böylece müteşebbislerin ve halkın ne beklediği değil, DPT ile onun zümresinin ne yapmak istediği ekonomiyi belirleyecekti. İşadamları, esnaf, tüccar, halk herkes onlara tabi olmalıydı. DPT benzeri planlama kurumları başka ülkelerde de vardı, ama onlar sadece tavsiye niteliğinde düşünce ve bilgiler üretirken bizimkiler Devleti, ekonomiyi ve sosyal düzeni bizzat kendi analayışlarında yönetmek üzere yola çıkmışlardı. 1932’de kurulan ve uygulamaları ile Atatürk’ü bile çileden çıkartan Devlet Sanayi Ofisi, böylece tekrar DPT adıyla geri gelmişti, zira yapılan planlar ülkeyi ve refahı büyütmeye değildi, devleti koruyup güçlendirmeye yönelikti. Gerçeklerden uzak, tutarsız sözlerden usanmış halkın en veciz, anlamlı ve net anlaşılır tepkisi gecikmeyecekti: Bize plan değil, pilav lazım.
Seçkinlerin ve ihtilalcilerin tüm tedbirlerine ve gayretlerine rağmen halk bildiğini, inandığını yapmaktan vazgeçmeyecek ve Türkiye’de ilk kez milli bakiye sisteminin uygulandığı 1965’deki Genel Seçimlerinde, kendisini Demokrat Parti’nin siyasi mirasçısı sayan Adalet Partisi, oyların yüzde 50’den fazlasını alarak tek başına iktidar olacak, bundan sonra Kalkınma Planını 1967’de DPT müsteşarlığına getirilen Turgut Özal yapacak ve planların sivriliklerini törpüleyip yumuşatacaktı.
Bu arada büyük savaş sonrası hızlı kalkınma sürecine giren Batı Avrupa, işgücü açıklarını karşılamak üzere Türkiye’den de işgücü talep edilince Avrupa’ya 1960’larda işçi göçleri başlamış, ilki Almanya ile 1961’deki anlaşmayla gerçekleşmiş, daha sonra bu göçleri diğerleri izlemiştir. Kaynak sorunun aşılmasında yurt dışına gidenlerin döviz göndermesi bir imkan sağlamıştır.
Karma ekonomik model benimsenerek; kimya, suni gübre, demir-çelik, metalürji, kağıt, petrol, çimento, lastik gibi ara mal üretimlerine öncelik veriliyordu. Teşvik Fonundan en büyük pay yüzde 67 ile sanayi sektörüne ayrılmış, onu yüzde 17 ile tarım takip etmişti. Ayrıca yasayla yüzde 50-80 oranında yatırım indirimi, yatırımlarda kullanılacak ithal mallarda yüzde 60-100 oranlarında vergi muafiyeti getirildi. Teşvikten yararlanmak isteyenler: Tesis kapasitesini ekonomik ölçeklerde tutmalı, yeni bir teknoloji getirmeli, yan sanayi gelişmesine katkıda bulunmalı, ürünleri dış rekabete dayanıklı, ihracata yönelik ve ithal ikamesi niteliği taşımalıdır. Ayrıca öz kaynak harcaması yüzde 40’dan az olamaz, fondan yararlanmak isteyenler firmalar, bu koşulları dikkate alarak hazırladıkları Fizibilite Raporlarını, DPT bünyesindeki ‘Teşvik ve Uygulama Dairesi’ne sunacaktı.
Bu yeni dönemde, Kamu projelerinin finansmanı için Batı ilgi göster-mezken SSCB’nin uzun vadeli kredileri ve teknik yardımları imdata yetişmiş, bu sayede çoğu portakal, limon ve alüminyum cevher karşılığı Aliağa Rafinerisi ve Petrokimya Kompleksi, İskenderun Demir Çelik Tesisi, Seydişehir Alüminyum Tesisi, Bandırma Sülfürik Asit Fabrikası, Oymapınar Hidroelektrik santralı, Arpaçay Barajı yapılmıştır. Menderes’in başladığı ERDEMİR Ereğli Demir ve Çelik Fabrikaları ve İPRAŞ-İstanbul Petrol Rafinesi açılmıştır.

Bir Kemalist Olarak Sürece Dahil Oluyorum

Herşeye rağmen büyüyüp gelişmeye başlayan yeni Türkiye’yi görmek istemeyen MDD’nin akıl hocaları Mihri Belli ve Doğan Avcıoğlu’nun ifade ettikleri gelişmeler bunlardı: 1946’dan itibaren ABD’nin etkisiyle devamlı geriye giden Gazi Mustafa Kemal’in 1923’de başlattığı büyük devrim DP döneminde kesintiye uğramış, fakat 1960 ihtilali ile tren rayına oturtulmuştu, ancak ondan sonrakiler rollerini oynamaya devam etmişler ve Süleyman Demirel ABD uydusu olarak ülkeyi kovulmuş olan emperyalizm boyunduruğu altına aldırmıştı. MDD başa gelecek bir daha geri dönülemeyecek her şeyi yeniden kurup düzene sokacaktı.
Bu arada ben de sınavları kazanıp ODTÜ Makine Bölümüne girecek ve her şeyi çok iyi bildiğini zanneden, atak ve kendine aşırı güvenen, akıl hocalarına tartışmasız inanan, ama deneyimden yoksun 68’li devrimci kuşağına dahil olacaktım. O halde içinde benim de varolduğum ‘Biz’ kimlerdik.
Hayatı boyunca devletten memura ödenen maaşından başka ‘para’ nedir bilmeyen, bir iş kurup üretmeyen bir babanın çocuğu olarak; seçkin insanların devletin memurları olduğunu, onların ay sonunda maaşlarından alıp çarşıya dağıttıkları paralar sayesinde esnaf, bakkal, işçi ve köylülerin ihya olabildiklerini öğrenerek büyümüştük. Para yalnızca devlete ait olabilirdi.

İyi bir eğitimden, beyin yıkama operasyonundan geçirilmiş, Ziya Gökalp’in ülküleriyle Türk toplumunun sizi bizi olmayan mütecanis bir toplum olduğunu, bizde sınıfların ve sermayenin asla olmayacağını, ne varsa her şeyin devletin malı olduğunu iyi bellemiştik. Yanı sıra Türkiye miladı 29 Ekim 1923’di, öncekiler (yani bizzat kendi babalarımız veya dedelerimiz) bu ülkeyi satan vatan haini ve basiretsiz insanlardı, şimdi onlardan kurtulmuş olduğumuzun rahatlığıyla ve en yüce ülkü olan Türklüğümüzle ve Atatürk ilkelerine bağlılığımızla muasır medeniyet seviyesine ulaşacaktık. Avrupalılara yakışır giyim kuşamımız, yaşam tarzımız, pozitif inançlarımız, okullarda öğretilen askeri eğitim benzeri talimler bunun için yeterliydi. Yani para ve ekonomi gibi asıl unsurlar teferruattan ibaretti, zaten bunlara ne gerek vardı; devlet ve devleti yönetenler bizim adımıza en layık olanı bulup çıkaracak bizi aç ve açıkta bırakmayacaklardı. Kısacası tam anlamıyla bir kapalı ekonomi anlayışı beyinlerimize işlenmişti.

Lisenin son yılında başlayan ergenlik dünya görüşümüzün belirmesine, her gün babanın cebinde kıvırarak eve getirdiği Cumhuriyet Gazetesi buna katkıda bulunacaktı. Buradaki yazarlar dünyada ve bizde olup bitenleri hangi gözle görüp bize yansıtıyorsa düşüncelerimizin de onun paralelinde gelişmesi kaçınılmazdı. Böylece ben de bu öğrendikleriyle bir Kemalist öğrenci olarak ODTÜ yollarına koyulacaktım.
ODTÜ ile birlikte FKF-Fikir Kulübüne üye olmuş, Türkiye’nin dışında neler olup bittiğiyle ilgilenecektim. Marx, Lenin, Tarihi Materyalizm, Diyalektik Materyalizm, Sosyalizm, Devrim tarihi ne varsa okuyor, sular seller gibi ezberliyorduk. Öğreniyorduk diyemem çünkü bunları anlayıp öğrenebilmemiz için yeterince altyapımız yoktu. Hemen her şeyi teorik olarak okuyup tartışıyor amma pratiklerimiz olmadığı için doğru ve sağlıklı yorum yapma, kafamızda canlandırma mümkün olmuyordu. Henüz kapitalizmi bile yaşamamış bir ülkenin bireyleri olarak bir sonraki aşama diye belletilen sosyalizmi nasıl anlayıp kavrayabilirdik. Ne büyümüş güçlenmiş bir sermaye sınıfımız, ne de gelişmiş bir işçi sınıfımız vardı. O halde Marx’ın öğrettiği emek-sermaye çatışmasını kim kime karşı yaşayacaktı. Sosyo-ekonomik olarak durum böyle tutarsız olunca, kafalardaki hayali devrim de iktidar ile bizim gibi lümpenler arasında yaşanacaktı. Yani Kemalist kökenden gelen bizler kitaplardan edindiğimiz bilgilerin üzerine ekleyip, dayanağı olmayan ütopik fikirlerimizle Türkiye’nin yarınlarına yön vereceğimize inanarak eylemlerimize gaz veriyorduk.

ABD başkanı Truman’ın Domino Teorisine göre Vietnam’da olacak bir komünist devrim tüm bölgeye yansıyacaktı, bu nedenle ABD elinden geleni ardına koymamalıydı. Bunun sonucunda Vietnam, Kamboçya ve Laos savaşlarıyla kan gövdeyi götürecek, üç milyon insan yaşamını yitirecek ve çok sayıda yaralı geriye kalacaktı. İşte bu kanlı savaşın kirli ellerinden biri olan Comer, ABD’nin Ankara büyükelçisi olmuştu. Ardından Ocak 1969’da Comer ODTÜ’ye ziyarete gelince bizimkilerin kanı başına çıkıp arabasını ters çevirip yakacaklardı. Bunun failleri Sinan Cemgil, Taylan Özgür, Ulaş bardakçı ve Hüseyin İnan bundan sonraki eylemlerin liderleri olacaktı. Olay hemen boykotlara dönüşmüş, boykot anında diğer üniversitelere de yansımıştı.
Bu arada MDD iç yapısındaki tartışmaların odak noktasını bundan sonra uygulanacak stratejinin mümkün oldukça demokrasi sınırları içerisinde eylemlerle mi sürdürüleceği, yoksa teoriden pratiğe geçilerek savaş pozisyonunun alınmasıydı. Bu iç savaşın kazanan tarafı Mahir Çayan’ın desteklediği MDD öne geçecek ve uzantısında Dev Genç başına Atila Sarp getirilecekti. Böylece sıkı devrimcilerin pasifist ve teslimiyetçi dediklerini grupları tasfiye etmiş, şimdi önlerinde pratik ve teori vardı. Tam bu sırada ODTÜ’deki toplantıda bize konuşan Sarp, bundan sonraki devrimin kırsal alanlarda ve şehirlerdeki çatışmalarla olacağını, bu savaşa katılamayacak kimselerin aralarından ayrılmasını talep etmişti. Ben de kendimle hesaplaşıp gerilla savaşlarına katılacak kadar ileri gitmeyeceğimin kararımı vererek FKF’den ayrılmıştım. Zaten FKF de artık fikir kulübünden çok farklı bir yapıda Dev Genç olmuştu. Ayrılmıştım amma o günün şartlarında üyelikten yazılı olarak resmen istifa etmeye üşenmiştim. İşte bu ihmal yıllar sonra başıma çok büyük dertler açacaktı.
Aslında Marksist-Leninist teoriden bakıldığında SD ile MDD arasındaki fikir çatışmasında TİP’de Aybar’ın görüşleri içlerinde en akılcı ve gerçekçi olanıydı. Aybar Sovyetlerin körü körüne desteklenmesine karşı çıkıyor, bize güler yüzlü sosyalizmden bahsediyordu. Çekoslovakya işgaline çok kızmış ve üzülmüştü. Aybar’ın düşüncesine göre yapılması gereken sınıf mücadelesi olmalıydı. Devrim sürecini yaşamış öteki toplumlarda olduğu gibi gençliğin de işçi sınıfının önderliğini savunan bir partinin arkasında kümelenmeleri gerekiyordu. Ama bilgilerimiz ve bize öğretilenler Aybar’ın sözlerini anlayabilecek seviyede değildi. MDD ve sempatizanları olan bizler büyük bir çoğunlukla Kemalizm doktriniyle donatılmış, içinde bulunduğu toplumun kültürüne ve inanışlarına yabancı düşen, sözde bilgili tutum ve davranışlarıyla itici olan; mensup olduğu sınıfın insanlarından kendini üstün göstermeye çalışan lümpen insanlardık. Marx ve Engels okuyorduk, ama tarihi materyalizmi kavrayıp içine sindirebilmiş değildik, yani işçi sınıfı önderliğinde bir devrimi anlamamız mümkün olamazdı. Önderlik her zaman seçkinlerin elinde olmalıydı. Biz seçkinler kimlerdik, nereden bu büyüklüğe kapılmıştık.
İlk olarak toplumun her kesiminin bize ezberlettiği ilk nasihat; oku da adam ol’du. Bu adam olmak sözü sanılmasın ki çok iyi eğitilmeyi ve bilgili olmayı içeriyordu, hayır sadece okullarını bitir, Devlette bir memuriyet bul, geleceğini garantiye al ve iyi yaşa anlamındaydı. Halkımız bu sözlerinde son derece haklıydı zira devlet memuru olabilmek, ömür boyu iş garantisi demekti. Çalışsan da çalışmasan da, üretsen de üretmesen de aynı maaşı alır, devlet asla aksatmadan her ay başında paranı öderdi.
Bizler de o yoldaydık, henüz devlet memuru olamamıştık, fakat itibarlı okullarda okuyor, herkesten farklı şeyler öğreniyor, yabancı dilde kitap ve dergileri okuyor, konuşuyor ve giderek ötekilere tepeden bakmaya başlıyorduk. Üretim, ticaret, para, para yönetimi, rekabet, uluslararası ticaret ve gelişmiş ülkelerdeki sosyo-ekonomik değişimler gibi asıl bilinmesi gereken konular ilgi alanımız dışındaydı. Bizim için çözümler çok kolaydı; Devlet ülkeyi yönetir, onun başına bizim gibi akıllı aydınlar geçer, böylece toplumu bize ve Avrupa yaşam tarzına yakışır insanlar haline getirirdik. Biz, yani küçük burjuva, ordu mensupları, üniversite hocaları ve öğrencileri, memurlar, doktor, avukat, mühendis, öğretmen vb, okumuşlar, her şeyi en iyi bilen, anlayan ve yönetmeye layık olanlardır. Ötekiler yani, müteşebbis, işadamı, toprak sahipleri, esnaf, işçiler ve köylüler, bunlar zaten çoğunlukla cahil, irticacı, dindar, pozitif anlayıştan yoksun insanlardı, ancak biz onları yönetip aydınlatırsak doğru yollarını bulabilirlerdi. Nitekim üniversite yıllarımızda bir takım bilgiler edinip ağızlarımız laf yapmaya başlayınca ilk yaptığımız işlerden biri, en yakınımızdaki işçilere, çalışanlara, esnaflara akıl verme, yol gösterme havasıydı.
İşte bu temel düşüncelerimizle MDD’ciler asla işçi sınıfının önderliğinde bir devrimi düşünemezdi, emekçiler ancak MDD’nin peşinde aydınlık günlere kavuşabilirlerdi. Buradan yola çıkan gençleri yönlendiren Dev Genç’in Ankara bacağında ODTÜ ve Mülkiye, İstanbul’da ise Hukuk Fakültesi ve İTÜ vardı. Tayfalar gece gündüz çalışıyorlardı, ama onlara karşı TMTF bünyesinde karşı güçler de tez-antitez olarak oluşmaya başlamış çok yakında iki taraf kanlı bıçaklı kavgalara başlayacaktı.
Bu ortamda Kemalizm temelli düşüncelerden ve ezberlerden sıkılan heyecan peşindeki gençler, dergilere, gazetelere, kitaplara baktıklarında kendileri için dişe dokunur seçenek bulamıyorlardı. Uzunca bir süredir peşinde dolandıkları Mihri Belli’nin MDD tezi dumura uğramış, TİP aynı çizgisinde statik bir yapıda, yani eski tas eski hamamdı. CHP ise bambaşka bir dünyaydı ve aralarında mesafede giderek açılıyordu. Kendi başlarının çaresine bakmalı kendi ideolojilerini yaratmalılardı.
Önceleri masum genç öğrencilerin tepkileri ve eylemleriyle başlayan hareket 1970’li yıllarda farklı bir boyuta ve anlayışa yerini bırakacaktı. Dev Genç önderliğinde gelişen fikirler ve protesto hareketlerinden tatmin olmayan ve acelesi olan bir grup genç kafalarındaki ‘Devrim’i bir an önce gerçekleştirmek üzere THKO adıyla bir örgüt kuracaktı. İçinde hiçbir varlığı ve talebi olmayan halk ve halkın kurtuluşu adına yola çıkan bu heyecanlı ve deneyimsiz gençler kır gerillası eylemleriyle halkı ayaklandırarak kurulu düzene karşı çıkmaya karar vermişlerdi. Cihan Alptekin, Sinan Cemgil, Deniz Gezmiş hayatlarında hiç bir iş yapmamış, tarlada ot biçmemiş, evinde aş bekleyen insanlarına ekmek getirmemiş olmalarına rağmen okudukları kitaplardan, hocalarından dinledikleri büyük sözler ve Avrupa’daki 68 hareketlerinden etkilendikleri kulaktan dolma bilgiler onların yegane sermayeleriydi.
Nitekim babalarından aldıkları harçlıklar ya da devletin verdiği öğrenci kredileriyle geçinen bu sözde büyük devrimciler, gerillası için ihtiyaç duydukları parayı bulmak üzere ilk olarak Ankara Emek’teki İş bankası şubesini soyacaklardı. Bunu silah temini izleyecek, bu defa da Ankara Balgat’taki Tuslog basılacak ve 4 ABD askeri kaçırılarak fidye ve silah istenecekti.Halbuki ne Fransız Devrimi, ne Amerika Devrimi ne de Ekim Devrimi böyle olmamıştı. İlk ikisi önce halkından ve sermaye sahibi burjuvalarından destek bulmuş sonra da askerlerden güç sağlamıştı. Ekim devriminde ise aristokratların elindeki geniş ve büyük tarım topraklarına el koymak hedefleniyordu.
Kaçırılan erlerin burada saklandığı ve bir kalkışmanın planlanmakta olduğu şüphesiyle Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının üs olarak kullandığı ODTÜ, 5 Mart sabahı jandarma ve polisler tarafından basılacaktı. Öğrenciler direnmiş, dokuz saat boyunca çatışma sürmüş ve bir öğrenci ile bir jandarma hayatını kaybetmişti. Bu olaydan sonra gözaltına alınan ikibin öğrenci gece spor salonunda tutulacak, gün boyunca 34 savcı tarafından sorgulanacak ve büyük bir kısmı serbest bırakılacaktı. Bu arada Deniz Gezmiş ve arkadaşları dehlizlerden kaçıp kurtulacaklardı.
Mahir Çayan ve Deniz Gezmiş liderliğindeki şehir gerillası hareketi işte tam bu zamanda ortaya çıkacak ve ortalığı toz duman alacaktı. Gençler sağa sola savrulup şuursuzca hayatlarını kayıp edeceklerdi. Yapılan eylemler o kadar temelsiz ve dayanıksızdı ki, ne için ve ne amaçla yapıldığı bile belli değildi. Halk adına ve halk için savaştıklarını diyorlardı, ama ortada halkın adından başka bir şey yoktu, zira halk bunların yanında olmadığı gibi bunlardan kurtarılmaları için bir talepleri de olmamıştı. Ordu millet el ele milli cephede demişlerdi ama ne öyle bir millet, ne de öyle bir ordu bu hayali dünyanın içinde yer almamıştı. İşçiler ise hiçbir zaman bu lümpenleri ciddiye almamış onlarla herhangi bir işbirliği olmamıştı.
Birtakım yüzbaşı ve alt kademesindeki bazı heyecanlı askerler ile devrim hevesi ve liderliği kursaklarında kalmış emekli ya da ordudan kovulmuş kişilere inanıp güvenmiş, askerin yanlarında olacağından şüpheleri yoktu. Doğan Avcıoğlu da orduyu içeriden örgütlediği intibasını veriyordu, ama öyle bir şey olmamıştı. Zira ordu böylesine tabansız ve ne yaptığını bilmeyen lümpenlerin işbirlikçisi olacak kadar basiretsiz değildi. Nitekim 12 Mart 1971 müdahalesi ile yönetimin hem yanında hem de içinde yer alan askerler ilk olarak bu hareketin akıl hocaları ile onların telef ettiği bu gençleri tasfiye edecekti. Nihayet fırtına durulacak ve üç genç darağacında gönderildikten sonra akan sular yatağını bulacaktı.

Sözün Özü

Bütün bu satırları yazıp herkesi ve her şeyi topa tutmuş olan ben, bu olup bitenlerin dışında farklı düşüncede ve anlayışta olan birisi miydim; hayır, ben de onlardan biriydim. İçlerinden biri olmasam da hemen kıyısında sempatizanları konumundaydım. Zira ben de aynı kökenden geliyor, onlarla aynı eğitimden geçmiş, benzer ortamlarda yaşamıştım. Üniversiteyi bitirip iş hayatına atılıncaya kadar kafamdaki ezber ve şablon hiç değişmeyecekti: Üzerine bir miktar sosyalistlik eklenmiş Kemalist düşünce ve inanışlar.

Yıllar geçip Dünya değişirken Türkiye de durduğu yerinde durmayacak iktidarlar gelip geçecek, muhtıralar verilecek, sağ-sol adıyla nihayet toplumsal sınıflar belirlenmeye başlayacak, bu arada asla değişmeyecek olan Kemalizm doktrini her değişen ile kavga etmeye, onlara karşı direnmeye ve de en önemlisi çelme takmaya devam edecekti. Kör topal da olsa sanayi, ticaret ve sosyal yaşam gelişiyor, insanlar ve toplum farklılaşıyordu, fakat Kemalist kafalar bunları yok varsaymaya devam ediyordu. Bu tür yobaz anlayış ve negatif düşünce de beni giderek Kemalistlikten uzaklaştıracaktı.

Nitekim üniversite bitirilmiş, şimdi gerçek yaşamla tanışma, ekmek parası kazanma, kendi başına ayakta kalabilme dönemi başlamış ve ben de özel bir kuruluşta önce işe başlayacak, çok kısa zaman sonra fabrikayı yönetecektim. Sorumluluklarının bilincinde ve başarılı işadamı olma yolunda biri olarak fabrikanın üretimi, yatırımlarla büyütülmesi, ürün ve hammaddelerinin alımı satımı ile teknolojik ilerlemesinin sağlanması için elimden gelenin fazlasını yapmaya çalışıyordum. Bu işleri yaparken de işin gereği her aşamada Devlet ile karşı karşıya kalıyor, bürokrasinin anlaşılmaz engellerini aşıp iş yapabilmek için adeta deveyi hendekten atlatmaya çalışıyorduk. Bütün bunlar, yıllardır bize ezberletilenlerin doğru olmadığını, aksine ülkenin gelişip büyümesindeki en önemli prangalardan birincisinin tutucu ve asla üretemeyen seçkinci ve lümpen kafaların olduğunu görüp anlayacaktım. Türkiye’nin sanayileşmesini ve refah düzeyini artırma çabaları bu şartlar altında bir ileri iki geri sürüp gidecekti. Ama hep böyle de gitmeyecekti.

Nihayet 1980 sonrasınn devrim niteliğinde değişimleriyle Anadolu’daki yeni merkezlerine yayılan sanayileşme dalgası, Türkiye’nin dönüm noktasıdır. Sadece ekonomi değil toplumun düşünce ve yaşam tarzı, sosyolojik yapısı hemen tamamı değişmiştir. Kimi Anadolu kentlerinde ortaya çıkan bu gelişme tarım ve ticaret ağırlıklı bir ortamdan sanayi kapitalizmine geçiş de denebilir. Yeni bir burjuva sınıfı oluşmuştur. 1980’den itibaren içe dönük korumacı ve müdahaleci sanayileşmenin yerini piyasa yanlısı ihracata yöneliş aldı. Yeni burjuvazi, ihracat hamlesi yaparken hemen bankalara başvurmayıp öz kaynaklarını tercih ettiler. Bu sayede 90’lı yılların büyük iktisadi dalgalanmalarına dayanabildiler. Yeni teknolojiye daha önem verdiler, katma değeri yüksek ürünlere yöneldiler ve ölçeklerini giderek büyüttüler. Önceleri ihracatta en büyük pay tarımsal mallaraydı, 1980 sonrası neredeyse tamamı sanayi malları oldu. Toplam ihracatın içinde Avrupa’nın payı birkaç yıl hariç hep yüzde 50’nin üzerinde seyretti.

Gümrük Birliği anlaşmasının 1996’da yürürlüğe girmesiyle, AB pazarı öne çıktı ve Türkiye başta otomotiv endüstrisi olmak üzere hemen tüm sanayi ürünlerinde Avrupanın üssü ve iş ortağı haline geldi. Dış ticaret engelleri ve uluslararası sermaye denetimi kalktı. Sermayenin kurumsal dönüşümlere etkisi çok arttı. Tahkiminden sonra uluslararası hukukun ülke hukuku üzerindeki konumu güçlendi. AB’nin etkin olduğu ilk yıllarda demokrasinin güçlenmesine yönelik politikalar izlendi. Sosyal, ticari, siyasi ve hukuk alanlarında AB şartlarına uyum sağlamak için büyük gayret sarf edildi ve değişimler oluşturuldu.
AB müktesabatını kabul ve taahhüt eden Türkiye’ye yabancı sermaye girişi hızlandı ve AB ülkeleri ile ortaklıklar başladı. Türk sanayi yapısı değişti; modern ve rekabetçi bir kimliğe dönüştü. Sonuçta Türkiye hem ihracatta hem de ithalatta AB’nin en büyük ve önemli ortaklarından biri oldu. Diğer taraftan Japonya, G Kore, son zamanlarda Çin gibi ülkelerin Türkiye’deki yatırımlarıyla özellikle otomotiv ve makine sanayi çok gelişti ve ihracatın ilk sıralarına yerleşti.
İşte bu nedenlerle ve 1980 öncesi ile sonrasını mukayese ederek, refah düzeyi yüksek gelişmiş bir ülke olma yolunun; Batı ile iç içe, serbest pazara yönelik, yurt içinde her inanıştan ve yaşayıştan insanlar ile barışık ve onlara inanıp güvenen, AB standardlarında üreten ve tüketen bir liberal ve rekabetçi dünya anlayışından ve dinamik, iddialı bir yönetim tarzından geçtiğine inanıyorum.

Süleyman A.Doğan, Kendime Makaleler, 07.22, Santorini