Genel

OSMANLI DEVLETİ DÜŞÜNCE TARZI ÜZERİNE

BİR SOSYO-EKONOMİK ANALİZ

İktisat Tarihi, Sanayi Devrimi’nin ürünlerinden biridir. Disiplin olarak temel misyonu ve sorunsalı, varlığını borçlu olduğu büyük değişmenin, daha genelde modern iktisadi büyümenin oluşumunu belirlemeye, çözümlemeye ve mümkün olduğu kadar açıklamaya çalışmaktır.
Modern iktisadi büyümeyi hazırlayan değişmeler tarihin belirli bir döneminde, belirli bir coğrafi bölgede, Osmanlı’nın çağdaş ve onunla ilişki içindeki Batı Avrupa’da doğdu, bu değişimin kaynağı neydi, Batı Avrupa’da neler, nasıl oldu da bu büyük değişim tarih sahnesine bu bölgede ve dönemde ortaya çıktı, onları Dünya’nın diğer bölgelerinden, tarihin başka dönemlerinden ayıran belirleyici kritik özellikleri nelerdi, bunlar hangi mekanizmalarla büyük değişmeye yol açmışlardı.

Bu çok boyutlu karmaşık değişimin çeşitli unsurları arasında, en başta, deneysel doğa bilimlerinin doğuşunu sağlayan 16.-17.yüzyıldaki Bilim Devrimi’dir. Sanayi Devrimi’nin çıkışında ve başlangıcında pek etkili olmadığı genellikle kabul edilmekle birlikte, bilim devriminin iktisadi dönüşümü giderek hızlandırdığına kimsenin şüphesi yok. O kadar ki, eğer modern deneysel doğa bilimlerinin insanı heyecanlandıran müthiş gelişmeleri olmasaydı, modern iktisadi büyüme sürdürülemez, tarihte daha önce görülen türden sıradanlıkta takılıp kalırdı. Bununla birlikte aralarındaki ilişkinin tek yönlü olmadığı, her iki büyük değişimin birbirini destekleyerek ilerledikleri de bir gerçektir.

Bir diğer unsur da coğrafi keşiflerdır. Avrupa’da büyümekte olan nüfus ve üretim potansiyeline bu keşifler iki önemli desteği tam zamanında sağladı: Para ve Pazar. Bu ikisi öylesine genişledi ki coğrafi keşifler öncesi ile sonrası arasında zamanla netleşen büyük bir fark oluştu.

En önemli değişmelerden biri de Avrupa’da modernite başlarından itibaren Merkantilist iktisat politikalarının benimsenmesi ve siyasi-askeri gücü iktisadi boyutlarıyla düşünmenin kurumsallaştırılmasıdır. Sanayinin gelişmesinde Merkantilist iktisat politikalarının oynadıkları rolü kimse inkar edemez. Bu iktisat politikalarını benimseyip ısrarla, inatla yürütmeye çalışan modern milli devletlerin doğuşu ve gelişmesi de, modern iktisadi büyümenin oluşumunu hazırlayan önemli faktörler arasındadır.

Devlet, yalnız Merkantilist iktisat politikası ile değil, başka bir çok faaliyetiyle de modern iktisadi büyümenin doğmasında derinden etkili olmuştur. Bilimi, coğrafi keşifleri destekleyerek kaynakların o alanlara yöneltilmesinde devletin önemli rolü vardır, ama devlet, ekonomi üzerine birer yük olarak bindirdiği bürokrasi, ordu ve bunlara kaynak bulma yöntemi olarak vergi sistemi ile de ekonomiyi derinden etkilemiş ve modern iktisadi büyümeye doğru bir seri değiştirmenin önemli bir tahrik unsuru olmuştur. Devletin artan taleplerine cevap vermek üzere ekonomi, üretim kapasitesini genişletmek zorunda kaldı. Artan üretim kapasitesi ile birlikte gelir bölüşümünün tasarruf ve yatırımları arttırıp büyümeye daha çok katkıda bulunacak kesimlerin lehinde değişmesini sağlamada da devlet birinci derecede rol oynadı.

Devletin tüm rol ve faaliyetleri üzerinde, Batı Avrupa’daki uluslararası ilişkiler sisteminin yönlendirici ve yoğunlaştırıcı etkileri olmuştur. Gerçekten oldukça homojen nüfus kitleleri ve monolitik olmaktan uzak iktidar yapılarıyla az çok birbirine benzeyen bu devletlerin birbirleriyle amansız yarış ve rekabet içinde çatışmaları, hem de Greko-Latin kültürü ile Hristiyan dininin sağladığı ortak değerler zemininde yoğun iletişim ve dayanışma içinde etkili sosyal grupları bünyelerinde barındırmaları, tarihte benzeri az bulunur özel bir ortam oluşturmuştur. Bu ortamın imkan verdiği iletişimle rekabet, çatışma arasındaki hassas dengeye dayanan ilişki sisteminin devletler üzerinde sözü edilen tutum ve faaliyetlerin her yönünü hem de yoğunluğunu belirlemede çok önemli etkileri olmuştur.

Modernite başlarından itibaren işlemeye başlayan bu mekanizmaların ve daha birçoklarının birkaç yüzyıl devam eden etkileşimi sonucu, 18.yy sonlarından itibaren insanın üretim ve tüketim gücünü sınırlandıran engelleri yavaş yavaş kalkmış, ve sınırsız büyümenin yolunu açmış olan bu sürece, birkaç yüzyıl içinde o zamana kadar kaydedilen değişmelerin tümünden daha derin ve hızlı bir değişmeyi de tarihi ikiye böldüğünde kimsenin şüphesi yoktur.
Türkler, 720 yıl önce Anadolunun kuzeybatı ucunda küçük bir beylikten hareketle tarihin bildiği az sayıdaki büyük siyasi sistemlerden birini oluşturdu. Osmanlı İmparatorluğunun yayıldığı coğrafi alanın genişliği, hakimiyeti altına aldığı kültürlerin çeşitliliği, yaşadığı sürecin uzunluğu bakımından hem Türk hem de İslam tarihinde rakipsiz olduğu gibi, Dünya tarihinde de benzeri az olan bir büyük siyasi tecrübedir. Aynı bölgede daha önce kurulmuş olan Helen, Roma, Pers, Sasani gibi imparatorlukların, yerini aldığı Bizans hariç, hepsinden daha uzun yaşama başarısını göstermiş bir büyük siyasi yapıdır.

Osmanlı tarihinin bilinen siyasi macerası ana hatlarıyla hatırlanırsa, bu tarihle uğraşanları uğraştırması gereken sorunsalların neler olduğu net şekilde ortaya çıkar. Ancak bunları netlikle görebilmek için önce, uzun zamandan beri okul kitaplarında tekrarlanarak zihinlere yerleştirilmiş olan geleneksel dönemlendirmeyi bir kenara bırakıp Osmanlı tarihine bir bütün olarak bakmak gerekir.

Osmanlı tarihinde ezberletilen: Kuruluş, yükseliş, duraklama, gerileme, dağılma. Bu beşli dönemlendirme bize bu tarihi açıklıkla yansıtmaktan uzak olup bitenleri biraz bulandıran ve anlamlandırmayı zorlaştıran bir kronolojik düzenlemedir. Daha çok askeri başarıları ve siyasi sınırların genişleme/daralma tempolarını ifade eden bu düzenleme bile tam ve doğru olarak ifade etmekten uzaktır. Bunların arkasındaki derinlikleri ise hiçbir şekilde yakalama imkanı vermez. Daha isabetli ve derinlikli kavramaya imkan verecek, sadece siyasi sınırların genişleme daralma temposuna göre çok daha sade ve yönleri açıklıkla teşhise yardımcı bir sınıflama, Osmanlı tarihini, iki ana döneme ayırarak yapılabilir.

Osmanlı Devleti’nin 14.yy başlarındaki kuruluşundan 17.yy sonlarına kadar 400 yıl kadar süren birinci dönem, genişleme dönemidir. Bu süre boyunca Osmanlı devleti küçük veya geçici sayılabilecek birkaç istisna dışında hiçbir önemli yenilgi tanımadı. Başlangıçtan 16.yyın ortalarına kadar çok hızlı, sonra giderek yavaşlayan hızla bu genişleme 17.yy sonlarına kadar devam etti. Yavaşlamayı bazen tarihçiler gereğinden fazla büyütüp Osmanlıların hayatiyet kaybıyla eş anlamlı sayarlar, oysa geometrik büyümenin hemen tüm örneklerinde rastlanan evrensel bir olgudan öte bir anlam taşımaz bu yavaşlama. Burada önemli olan, Osmanlı Devleti’nin 1350’lerde ayak bastığı Avrupa kıtasında 300 yıl- dan fazla süren zorlu, kararlı ve karşı konulamaz şekilde genişlemesidir. Bu büyümenin yaşandığı döneme Avrupa açısından bakarak görülen: Avrupa 1300’lerda henüz yaşadığı Ticaret Devrimi’nden başlayarak, birbirini izleyecek bir seri değişimle harekete geçmek üzere bulunduğu bir çağın eşiğindedir. Nüfus artışı, kıta-içi kolonizasyon, Rönesans, Reform, deniz aşırı hareketlenme ve büyük coğrafi keşiflerle de kendi kabuğunu çatlatarak dünyaya hakim olma yoluna girmiş Hıristiyan Avrupa, kendi ana kıtasında rakip dinin bayrağı ile gelip yerleşen Asyalı bir soyun hakimiyetini tanımak zorunda kalmıştır. Buna engel olmak ve Türkleri kıtadan kovmak için Avrupa’daki projeleri, ittifakları, seferleri, yayınları ve faaliyetleri burada saymaya ne gerek ne imkan var.

Daha başlangıçtan beri kaynaklarla ilgili denge kesin olarak Avrupa’nın lehineydi. Nüfus, üretim hacmi, sermaye stoku, teknoloji ve enerji kapasitesi bakımından Avrupa Osmanlı’nın en az 4-5 katı büyüklükleri denetliyordu. Buna rağmen Osmanlı Türkiyesi kıta içinde yüzyıllar süren bir genişlemeyi sürdürebilmiş ve yaklaşık 1.000.000 km2 lik bir bölümünü yani kıtanın %10’nu kontrol altına almayı başarmıştı. Bu inanılması ve anlaşılması zor başarıya nasıl ulaştılar, henüz tüm unsurlarıyla analiz edilebilmiş değildir. Bu genişlemeyi tek kelime ile mucizevi diye nitelemek gerekir.

Osmanlı genişlemesi, 1683’te ikinci Viyana kuşatmasıyla başlayan müttefik Avrupa’ya karşı 15 yıl süren savaşta durdurulmuş ve tersine bir trendle ikinci dönem başlamıştır ki, bu Avrupa kıtasında geri çekilme tarihidir. Birinci dönemde bütün parametreleri ile Osmanlıya göre 4-5 misli büyüklükleri denetleyen Avrupa bu dönemde imkanlarını bir kaç misli daha arttırmış ve fiilen dünyaya hakim olmaya başlamıştır. Avrupa işte bu dönemdedir ki, insanlık tarihinin 10.000 yıldan beri görülmemiş şekilde ikiye bölen büyük bir dönüşümü gerçekleştirmiştir: Sanayi devrimi. Kısaca ifade edilirse ‘Modern İktisadi Büyüme’yi başlatmıştır. Avrupa bu büyük dönüşümle denetlediği kaynakları nüfus, üretim hacmi, sermaye stoku, teknoloji ve enerji kapasitesi inanılmaz ölçülerde arttırmaya başlamış ve aradaki mesafeyi hızla açmıştır. İşte bu devleşmiş Avrupa karşısında Osmanlı kıtadan geri çekilmeye başlamış ama temposu son derece yavaş olmuştur. Viyananın kuşatıldığı 1683’den imparatorluğun sona erdiği 1922’e kadar geçen süre 239 yıldır. Aynı sahanın fethi genişlemede (1354-1683) 329 yılda gerçekleştirmiştir. Ama ilerlerken karşı kampı oluşturan Avrupa’ya oranla dönüşte birkaç misli daha büyümüş adeta devleşmiş bir Avrupa vardır. Bu sebepten bu daralmayı da birinci dönemdeki genişleme derecesinde hatta bir bakıma ondan daha başarılı saymak gerekir. Zira bu çekilmenin arkasında anlaşılması, açıklanması ve inanması kolay olmayan muazzam bir direnmenin gücü vardır.

Osmanlı sistemi hayatını ebedileştirmeyi başaramadı, ama yerli ve yabancı, eski ve yeni pekçok gözlemcinin 18.yydan beri yıkıldı, yıkılacak diye beklediği, 19.yydan itibaren ‘hasta adam’ ilan edilen bu yapının dağılması pek de kolay olmadı. Dünyaya hakim olmakta dev adımlarla yol almış Avrupa karşısında Osmanlı imparatorluğu açıklanması kolay görünmeyen bir direnç göstererek, I.Dünya Savaşı’na kadar ayakta kalmayı başarmakla kalmamış, üstelik bu savaşa da etkin şekilde katıldıktan sonra aralarında bulunduğu ittifak cephesi ile birlikte, yalnız kendisini değil kimsenin yıkılacağını düşünmediği ve beklemediği Avusturya, Almanya ve Rusya imparatorluklarını da silip süpüren evrensel tarihi deprem ile ancak sona ermiştir. Onun içindir ki daralma dönemine de başarılı, hatta birinciden daha başarılıdır diyebiliyoruz. Bu ikinci dönemde modern iktisadi büyümeyi gerçekleştiren rakiplere karşı, üstelik bu büyük değişmeyi gerçekleştirmeden direnebilmiş olması onun mucizevi başarı niteliğini azaltan değil, aksine artıran bir etken olarak kabul edilmelidir.
Osmanlı sistemi neden sanayi devrimini gerçekleştiremedi ve buna rağmen bu kadar uzun süre direnmeyi nasıl başardı. Bu da Osmanlı tarihi ile uğraşanları uğraştıran önemli bir sorunsaldır.
Osmanlı devleti, 14.-16.yüzyıldaki tedrici gelişmesi içinde oluşan ana özellikleriyle ‘klasik’ diye nitelenerek 19.yy ilk yarısına kadar köklü bir değişiklik yapmadan geldi. Ancak 19.yy ilk yarısından itibaren giderek hızlanan değişmelerle klasik düzenin unsurları ortadan kalkarken, bir çok yeni unsurlarla beslenen yeni ve değişik bir yapı oluşmaya başladı
Klasik Osmanlı sisteminde bugünkü anlamda bir iktisat politikasından; kapsamı, hedefleri ve devlet organlarından bahsetmek mümkün değil, Devlet bir çok iktisadi fonksiyonlar görmekte ve bu faaliyetler esnasında çeşitli hedefler belirlemekteydi. Ancak bu fonksiyon ve hedefler, hiçbir zaman iktisadi mahiyet göstermez, ekseri siyasi, dini, askeri, idari veya mali hedef ve düşüncelerle iç içe, birbirinden ayrılması zor karmaşıklık içinde bulunurdu. Bunun açık bir belirtisi iktisadi nitelikte kararları alan veya uygulayan organların bürokrasideki fonksiyonlarıyla tamamen iktisat-dışı alanlarda görevli olan organlar olmasıdır: Kazasker, Kadı, Defterdar, Darphane Nazırı, Gümrük Emini, Divan Beylikçisi vs gibi görevlilerin başka fonksiyonları arasına serpiştirilmiş iktisadi kararlar, bir tür yan ürün niteliğindeydi.
İktisadi fonksiyonların, bürokratik organizasyonda belirli bir organı olmadığı gibi, toplum içinde de iktisadi olaylar, diğer sosyal ilişki ve kurumların denizinde erimiş halde bulunur ve farklılaşmış belirgin bir nitelik göstermezdi. Din, siyaset, ahlak, aile, cemaat, tarikat ilişkilerinin karmaşık yumağı içinde, sırf iktisadi ilişkileri ayıklamak, çayda erimiş şekeri bulmak kadar zordur. Bu durum yalnız Osmanlı toplumuna özgü de değildir o dönem için. İktisadi ilişkilerin, iktisadi olayların, diğer toplumsal ilişkilerin karmaşık dokusundan farklılaşarak bağımsız bir kişilik kazanması ve o kişiliğiyle bilimin ve politikanın konusu haline gelmesi toplumlar için oldukça yeni bir olgudur. Modernite döneminde parasal ve pazar ilişkilerinin giderek genişlemesi ve derinleşmesi sonucudur ki, iktisadi olaylar diğer toplumsal ilişkilerden bağımsız bir kişilik kazanma imkanı bulabilmişlerdi.

Osmanlı İktisat tarihinde, devletin ekonomideki etkileri bakımından birbirine benzemeyen, hatta çelişen eğilimlerin, uygulamaların bu şekilde bir düzenlilik içinde kavranmalarını sağlayan unsurları tespit edebilirsek, anlamsız ve anlaşılmaz görünen birçok uygulama ve olguyu anlama, yorumlama mümkün olur. Bu ilkelerin açıklayıcı rolü, şüphesiz devlete ait faaliyetlerin en geniş anlamıyla ekonomi üzerindeki etkileri ile sınırlıdır. Devlet ekonomiyi kökten değiştirecek bir güce sahip olsaydı; bu ilkeler bize, ekonomiyi tümünüde açıklamamıza yetebilirdi, Ama devletin ekonomi üzerinde etkisi türlü engeller yüzünden gayet sınırlı kalmaktadır. Bu sınırlılık ölçüsünde tespit edilecek ilkelerin açıklayıcılık değeri de belirli sınırlar içinde düşünülmelidir.

Osmanlı Devleti’nin iktisadi hayatla ilgili kararlarında 1500-1800 yılları arasında etkili olduğu görülen ve Osmanlı iktisadi dünya görüşünün temel unsurları arasında sayılması gereken üç ana ilke saptanmıştır: İaşecilik, Gelenekçilik ve Fiskalizm.

İktisadi faaliyette ve bu faaliyetten doğan mal ve hizmetlere başlıca iki açıdan bakılabilir. Mal ve hizmetleri pazarda satmak ve kar etmek üzere satın alan veya üretim yapanların açısından iktisadi faaliyetin amacı, kısaca kar etmekten ibarettir. Alıcı veya üreticiler mümkün olduğu kadar ucuza mal etmek ve mümkün olduğu kadar pahalı satmak için iktisadi faaliyette bulunurlar. Buna karşılık bu mal ve hizmetleri kullanan veya satın alanlar yani tüketiciler açısından iktisadi faaliyetin amacı, mal ve hizmetlerin tam tersine mümkün olduğu kadar ucuz, kaliteli ve bol bulunmasını sağlamaktır. Üretici için mal ve hizmetin bolluğu ve kalitesi, birinci dercede önem taşımaz; onun için önemli olan pahalı satmak ve çok kar etmektir. Tüketici için ise bolluk ve ucuzluk hemen daima arzulanan bir hedeftir.

İaşe ilkesi (Provizyonizm), iktisadi faaliyete ikincisinden, yani tüketici açısından bakan görüşün dayandığı ilkedir ve iktisadi faaliyetin amacı, insan ihtiyacını karşılamaktır. Dolayısıyla üretilen mal ve hizmetlerin, mümkün olduğu kadar bol, kaliteli ve ucuz olması, yani piyasada mal arzının mümkün olan en yüksek düzeyde tutulması esas hedeftir. Bu ilkenin iktisadi politika temeli olarak uzun süre yaşamasını sağlayan nesnel şartlar; ekonomide verimlilik düşüktür ve arttırılması çok zor, bunu değiştirmeye yönelik müdahelelerin, verimliliği arttırıcı olmaktan çok, düşürücü etki yapması çok daha kuvvetli bir ihtimaldir, ulaştırma çok zor ve pahalıdır şeklinde sıralanabilir.

Bu şartlarda toplumun yaşaması, sosyal düzenin korunması ve devlet işlerinin aksamadan yürütülebilmesi için iktisadi hayatı düzenlemekte iaşe ilkesine dayanmak zorunda oldukları içindir ki, bu ilke Osmanlı iktisat politikasının en önemli ilkesidir. Bu ilkeyi geçerli kılabilmek üzere Osmanlı devleti ekonomide mal arzını bollaştırmak, kalitesini yükseltmek ve fiyatını düşük tutmak için üretim ve ticaret üzerinde sıkı şekilde yürütülen bir müdahaleciği benimsemişti.
Tarımda mümkün olan en üst düzeyde üretileceği düşünülen işletme tipi orta büyüklükte aile işletmesiydi. Toprağın verimini göre 60-150 dönüm arasında bir arazi tahsis edilen bu aile işletmelerinin yaygın biçimde kurulması ana hedefti. Aile işletmelerin parçalanıp küçülmesini veya yeni arazi ilavesi ile büyük çiftliklere dönüşmesini önlemek üzere devlet, tarım topraklarının mülkiyet hakkını bireylere bırakmaz, kendi elinde tutardı. ‘Miri’ adı verilen bu mülkiyet rejiminde toprak çiftçilere babadan oğula geçecek şekilde kiralanmış sayılır; alımı ve satımı devletin sıkı kontrol altında tutulur, vakfedilmesine ve bağışlanmasına müsaade edilmezdi. Çiftçilerin tarım üretimini düşürmeye sebep olacak şekilde toprağı işlemeden tutmalarına, yahut terkederek şehirlere veya başka bölgelere göç etmelerine de izin verilmezdi. Düşünülen tarımsal üretimin başlıca tüketim bölgesi Kaza, merkezinde 3.000-20.000 arası bir nüfusu barındıran şehir veya kasaba ile etrafındaki köylerden oluşan, 40-60 km çapında bir alanı kapsardı. Tarımsal üretim her şeyden önce bu alanın ihtiyaçlarını gidermek zorundaydı. Bu ihtiyacı karşılamadıkça üretimin Kaza dışına çıkarılmasına izin verilmezdi.

Tarımsal üretimden gelen gıda maddeleriyle hammaddeleri Kaza merkezinde satın almak, işlemek ve tüketiciye satmak kasaba esnafının tekelindeydi. Üretim ile tüketim arasındaki dengeyi korumak üzere Devlet, her mal ve hizmeti üretmek üzere ayrı loncalar halinde örgütlediği bu esnafları, tarımsal çiftçi işletmelerinde olduğu gibi, belli ortalama büyüklükleri aşmayacak işyerlerine ve dükkanlara sahip ustalardan oluşan, eşitlikçi bir cemaat halinde faaliyet göstermelerini sağlayacak şekilde bir düzenlemeye tabi tutardı. Bu şekilde örgütlenen esnafların faaliyeti ile Kaza’nın ihtiyacı karşılandıktan sonra kalan üretim, ordu ve sarayın ihtiyaçlarını gidermeye tahsis edilir, geri kalan bölümü de imparatorluğun merkezi olan ve nüfusu 500.000’i aşan İstanbul’a sevk edilmek üzere Türklere teslim edilirdi. Bütün bu kademeli ihtiyaçlar giderildikten sonra kalan malların da imparatorluk içinde ihtiyacı olan bölge ve şehirlere, belirli iç gümrük resimlerini ödemek şartıyla tüccarlar tarafından götürülmesine izin verilirdi.

Yurtiçi ihtiyaçların tümü karşılandıktan sonra, kalan mal varsa onun ihraç edilmesine izin verilirdi. Görülüyor ki iaşeye dayanan iktisadi politika için ihracat, üretim faaliyetinin hedefi değildir. Üretimin hedefi yurtiçi ihtiyaçların karşılanmasıdır. İhracat bu ihtiyaçlar karşılandıktan sonra kalan malların, yani ilke olarak hemen hiçbir değeri kalmayan, iktisat deyimiyle marjinal faydası sıfır olan malların satılması demektir. İhraç edilen malların gerçekten bu nitelikte olmasını garanti altına almak için, devlet en sıkı müdahaleyi bu alanda gösterirdi. Hangi maldan, ne miktarda ihracat yapılacak her seferinde özel bir izinle belirlenir, ayrıca yüksek bir gümrük vergisi alınırdı.

Buna karşılık, ithalatın hiçbir sınırlama olmadan serbestçe yapılmasına izin verilirdi. Çünkü, ithalat, yurt içinde ihtiyaç duyulan ama ya hiç üretilmeyen veya az miktarda üretilen malların getirilmesi anlamında, iaşe ilkesine göre arzu edilen bir faaliyetti. İktisadi deyimle marjinal faydası çok yüksek olan malların ülke pazarına girmesini sağladığı için ithalat kolaylaştırılır, hatta teşvik edilirdi. İaşeye dayanan bu iktisat politikası, dış ticarette ihracatı zorlaştırıcı ve kısıtlayıcı, ithalatı ise kolaylaştırıcı ve teşvik edici niteliği ile günümüzün korumacı iktisat politikalarına hiç benzemiyor. Dış ticaretteki kapitülasyonların da, bundan kaynaklanan önemli kurumlardan biri olarak düşünülmelidir.

Toplumun yaşaması, sosyal-siyasal düzenin korunması ve devlet faaliyetlerinin aksamadan yürütülebilmesi amaçlarına hizmet etmekte olan iaşe ilkesi, kaynağını nesnel şartlardan almaktaydı. Kaynağını oluşturan nesnel şartlar ve hizmetinde olduğu amaçlar çok uzun süre boyunca değişmeden kaldığı için iaşe ilkesi, iktisadi hayata biçim veren düzenlemelerin temeli olmaya birkaç yüzyıl boyunca devam etmiş ve öylesine yerleştirilmiştir ki, ikinci bir ilkenin de doğmasının başlıca etkenlerinden biri olmuştur. Gelenekçilik, sosyal ve iktisadi ilişkilerde yavaş yavaş oluşan dengeleri, eğilimleri mümkün oldukça muhafaza etme ve değişime eğilimlerini engelleme ve herhangi bir değişme çıktığı takdirde, tekrar eskiye dönmek üzere değişmeyi ortadan kaldırma iradesinin hakim olması şeklinde tanımlanabilir.

Tarım, esnaflık ve ticarette iaşe ilkesinin hedefi üretimle tüketiminin dengede tutulmasıdır. Dengenin bozulması halinde bunalıma düşme tehlikesi daima mevcut olduğundan Korkulan asıl tehlike kıtlıkdır. Üretimin geçimlilik düzeyinin etrafında dalgalandığı endüstri öncesi ekonomilerde yaygın olan bu tehlike, Osmanlı ekonomisi için de geçerliydi. Üretimde küçük bir düşme veya tüketimde küçük bir artış mevcut ulaşım imkanlarının yetersiz olduğu ortamda kolayca kıtlığa dönüşebilirdi. Onun içindir ki, tüketimi artıracak nitelikteki değişme eğilimleri sürekli olarak kontrol altında tutulurdu. ‘Men’i israfat’ diye bilinen ve amacı lüks tüketiminin sınırlandırılmasından ibaret görünen yasaklamaların önemli bir kaynağı budur. Dengenin korunmasında yalnız tüketimin değil, üretimin de kontrolda tutulması gerekiyordu. Ekonomide ihtiyaç duyulan zorunlu ithalatı sağlayacak kadar bir üretim fazlası dışında, herhangi bir mal veya hizmette üretim fazlası da arzu edilmezdi. Çünkü emek ve kapital gibi üretim faktörlerinin kıt olduğu ve miktarların kolayca arttırılamadığı bir ekonomide, belirli bir mal veya hizmetin üretimini artırmak için gerekli olan ilave emek ve kapitali, diğer alanlardan çekip o mal veya hizmeti üreten sektöre kaydırmakla mümkündü. Bu ise emek ve kapitalin çekildiği alanlarda üretimin azalması ve neticede bu alanlarda üretilmekte olan mal ve hizmetlerde kıtlığın doğması ile sonuçlanacağı için tehlikeliydi. Bu nedenle uzun deneyim ve uygulamalarla oluşmuş olan üretim ve istihdam yapısının değişmeden kalmasına özen gösterilirdi. Esnaf örgütlerinin işçi ve dükkan sayısının dondurulması, tarımda işletme büyüklerin belirli bir düzeyde tutulması ve tarımsal işletmeyi bırakarak şehirlere göç etmenin yasaklanması hep bu dengeyi sürdürme amacıyla yapılmış düzenlemelerdi. İktisadi politika ilkesi olarak gelenekçiliğin başlıca fonksiyonu işte bu düzenlemelerin değişmeden kalmasını sağlamaktan ibaretti.

İktisadi hayatın çeşitli alanlarını düzenleyen kuralların ana kaynağı şeriat idi. Ama şeriatın açık şekilde düzenlemediği, içine almadığı, herhangi bir çözüm yolu göstermediği ve/veya yeni olarak sonradan ortaya çıkmış bulunan bir çok ilişkiyi düzenleyen başka kurallar da vardı. Padişahların çıkardığı ‘kanunname’ bunların başında gelir. Bundan başka mahalli örf ve adetlerden kaynaklanan düzenlemeler de mevcuttu. Kanunnamelerle örf ve adetler, şeriatın dışında olmakla beraber ona aykırı olmamak kaydı ile yürürlüğe girmiş olduğu için, uyulması zorunlu olan kurallardı. Hukukun kaynağı olarak şeriatın ve yetkili dini otorite tarafından şeriate uygunluğu kabul ve tasdik edilen kanun ve örflerin yarattığı bütün bu düzen- lemeler çerçevesinde gelenekçilik sıkı şekilde uyulan bir ilkeydi. İktisadi hayatın türlü alanlarında doğan çatışma ve anlaşmaz- lıkların çözülmesine yönelik kararlarda 16.-18.yylar boyunca kullanılan deyim hep aynı formülde olmak üzere ‘kadimden olagelene aykırı iş yapılmaması’ şeklindedir. Bunlara rağmen Osmanlı toplumunda değişmenin hiç olmadığını söylemek de doğru değildir.

Devletin iktisadi hayata karşı tavrını belirleyip düzenlemelerini yönlen-diren üçüncü ilke fiskalizimdır. En genel ve kısa tanımıyla ‘fiskalizm’ hazineye ait gelirleri mümkün olduğu kadar yükseğe çıkarmak ve ulaştığı düzeyin altına inmesini engellemektir. Hazine gelirlerinin esas fonksiyonu devletin yapması gereken harcamaları karşılamak olduğu için fizkalizmin dolaylı bir uzantısı da harcamaları kısmaktır. Osmanlı İktisadi Dünya Görüşü’ne ve bu görüşün yönlendirdiği iktisadi hayatın çeşitli alanlarını biçimlendirmekte diğer iki ilke ile bir arada bulunarak etkili bir rol oynamış olan Fiskalizm gelirlerini arttırmada çeşitli zorluk ve sınırlamaları vardı; Verimlilik ve dolayısıyla üretim düzeyi düşüktür ve uzun vadede arttırımasını sağlamak ne mümkündür ne de mümkün olabileceğini inanılmaktadır, Ulaştırma zor ve pahalıdır, Üretimin pazarda satmak üzere yapılan bölümü düşüktür, yani parasal ilişkiler sınırlıdır.

Bu şartlar devletin ekonomide nakden para olarak alabileceği payı çok sınırlı bir düzeyde tutuyor ve arttırılmasını son derece zorlaştırıyordu. Devletin ekonomiden aldığı payı arttırabilmek için bunların değişmesi gerekirdi. Bu şartların ilk ikisini değiştirmek fevkalade zor ve esasen teknolojik değişmelere bağlıydı; devletin ve herhangi bir örgütün bilinçli arzu ve müdahalesi ile kolayca başarılabilecek nitelikte değildi. Devletin müdahale ederek değiştirebilmesi mümkün görüneni, üçüncü maddede gösterilen ‘parasal ilişkilerdi’. Burada ise ikinci zorluk vardı:

– İaşe ilkesi ile gelenekçiliğe dayanan düzenlemeler, parasal ilişkilerin, yani ticaret ve mübadele alanının genişlemesini sınırlandırmaktaydı. Daha doğrusu bu iki ilke ile parasal ilişkilerin mevcut düzeyi arasında karşılıklı bir denge ve ahenk kurulmuştu. Bu denge ve ahengi ilkelerde veya parasal ilişkilerdeki bir değişme bozarak buhrana yol açabilirdi. Bu sebepten, sistemin bu iki ucu arasında denge korunmakta ve dolayısıyla parasal ilişkileri hızla genişletip bir değişime meydan verilmemekteydi.

– Parasal ilişkilerin genişlemesi yalnız bu ekonomik dengeyi değil, aynı zamanda sosyal-siyasal düzen ve hiyerarşiyi de bozabilecek, yeni ve etkili bir sosyal zümrenin doğması ve gelişmesi ile sıkı sıkıya alakalıydı. Ekonomide parasal ilişkiler arttıkça, ticaret hacmi genişledikçe, toplum içinde ticaret ile uğraşanlar güçlenecek, büyüyecek ve zenginleşecekti. Kısaca ifade edersek böyle bir zümrenin doğmasıyla ekonomide parasal ilişkilerin genişlemesi arasında karşılıklı birbirine benzeyen bir ilişki vardı. Böyle bir zümrenin doğması sosyal- siyasal dengeyi sarsabileceği için arzu edilmezdi. Bu tavrın en tipik göstergesi ‘narh’ adıyla tespit edilen fiyatların kontrolunda gösterilen titizliktir. Fiyatlar o şekilde saptanırdı ki, değişimle uğraşan esnaf ve tüccar gibi zümrelere tanınan normal kar haddi %5-15 arasında değişir, daha yüksek düzeyde kar sağlamak sıkı ceza tehdidi altında tutularak engellenirdi. Bu derecede düşük bir kar oranıyla sermayeyi büyütme imkanı yok denecek kadar azdı. Ekonomide faiz haddi, normal olarak bu haddin epey üzerinde olarak, %15-25 arasında olduğu için, mevcut nakdi (parasal sermayenin) Ticaret ve esnaflık sektörüne kayması imkanı son derecesi kısıtlıydı. Bu faiz haddi ile sermayenin girebileceği alanlar yüksek gelir sahibi askeri zümrenin tüketim veya yönetim giderlerini karşılamak üzere talep ettikleri kredileri kapsardı. Nitekim, 17.-18.yylarda krediyle alakalı belgeler içinde en büyük çoğunluğu bu tür krediler oluşturmakta, esnaflık ve ticaret sektörüne yönelik kredi ilişkilerinde pek az rastlanır.

Fiskalizm aşılması zor görünen bu sınırlar içinde sıkışıp kaldığı için bir yandan, gelirleri arttırmaktan ziyade azaltmamaya ve harcamaları kısmaya yönelik iki yönlü bir seri tedbirleri uygulama alanına sokmaya çalışmış, diğer yandan da hapsedildiği sınırların aşılmazlığı ölçüsünde öylesine derinleşerek sertleşmişti ki, sonuçta Osmanlı İktisadi Dünya Görüşü’nü her türlü iktisadi faaliyete sadece getireceği vergi geliri açısından bakacak ve onun ötesine giderek daha az anlayabilecek derecede fiskosantrik hale getirme eğilimine girmiştir.

 

 

YORUM
Osmanlı Devleti’nin çok yakın ilişkide bulunduğu Avrupa ülkelerinde ilk belirtileri Modernite başlarında ortaya çıkan ve Merkantelist dönemle birleşerek günümüze kadar değişik şekil ve uygulamalar içinde sürdürülmekte olan korumacı politikaların tam tersi bir politika izleyerek yüzyıllar boyunca bunda direnmiş olması anlaşılmazların en ilginç olanıdır. Batılı ülkeler ithalatı kısmak, kotaya bağlamak, yüksek gümrük duvarları koymak, hatta yasaklamak ve buna karşılık ihracatı geliştirıp teşvik etmek için yarışır ve savaşıyorken, Osmanlı Devleti’nin tam zıt bir politikayla ithalatı serbest bırakıp ihracatı kısıtlaması, sınırlama ve gümrük duvarlarını yükseltmesi hatta yasaklamaları anlaşılmaz bir tavırdır. 16.-19. yy ortalarına kadar devam eden bu tavrın son örneği, 1838 tarihli Osmanlı-İngiliz Ticaret Anlaşmasında görülür. Bu anlaşmada Osmanlılar az olan pazarlık gücünü ithalatı değil de ihracatı sınırlandırmak, indirmek için kullanmışlardır.
Osmanlı Devleti, doğup yayıldığı bölgede kendinden önce mevcut olan kapitülasyonları, pazarlık gücünün zirvesine tırmandığı 15.-16.yyda bile reddetmedi, kabul etti; pazarlık gücünü koruduğu müteakip yüzyıllarda da onu kaldırmak veya daraltmak şöyle dursun, aksine korudu, genişletti ve adeta dokunulmazlaştırarak yerleştirdi.
Esnaf örgütlenmesi, 17.-19.yüzyılda beliren biçimiyle, tarımla bir kısım ticaretin dışında kalan hemen tüm iktisadi faaliyet dallarında, her türlü mal ve hizmet üretiminin belirli zümrelerin tekelciliğine bırakılması demekti. Osmanlı Devleti, temsili iddiasında bulunduğu, İslam’ın mal ve hizmet mübadelesinde benimsediği liberal denilebilecek ilkelerle uzlaştırılması hiç de kolay olmayan, böyle bir tekelci örgütlemeye nasıl olmuş da imkan vermiştir. Otoritesine gölge düşürmesi olası hiçbir iktidar odağına hayat hakkı tanımayan bu aşırı merkeziyetçi devletin, bazı hallerde otonomide hareket edebilen, böyle tekelci ve imtiyazlı bir örgütlenmeye sadece izin vermekte kalmamış, üstelik türlü kolaylıkar sağlayarak desteklemiş olmasını da anlamak güçtür.
Devletin esnaflara sağladığı kolaylıklar arasında korumacı denilecek tedbirler de, kapitülasyon engeli olmadan pekala uygulanabilmiştir. Bunun bir örneği basma imalatında görülür; 1720’de devlet desteğiyle kurulan imalathanelere tanınan kolaylıklar arasında İstanbul’a basma ithalatının yasaklanması da yer alıyordu. Açıkça korumacı olan bu tür uygulamanın benzerleri mesela kazzazlarda görülür. İthalatı tümüyle yasaklayan bu tip korumacı tedbirler şap, tuz ve enfiye imalatı gibi devlete ait işletmelerde çok daha kesin bir uygulama alanı bulmuştur.
Osmanlı otoritelerinin dış ticarette tavırları ile ilgili burada yazılanlara bakarak korumacılığı hiçbir şekilde tanımamış uygulamamış oldukları sonucunu çıkmaz. Korumacı tedbirler hakkında fikir sahibi oldukları ve bir çok alanda da uygulamaktan çekinmemiş olduklarını bu örneklerle açıkça göstermeye yetmiştir. Korumacılıkdaki kendi tecrübeleri yanında Osmanlıların Avrupa’da olup bitenlerden de pek habersiz olmadıklarını eklemek gerekir. İstanbul’da bir kağıt manifaktörü kurma ihtiyacına bürokrasinin 1804’te hazırladığı bir raporda Osmanlı bürokratlarının Avrupa’da uygulanan iktisat politikalarının uluslarası anlaşmazlık ve savaşlara sebep olacak derecelerde önem taşıdığını doğru olarak teşhis ettiklerini, bu politikalarını korumacı motif ve hedefleri konusunda isabetli denebilecek fikirlere sahip olduklarını söylemek mümkündür.
Beykoz semtinde 1805’te kuruluşu tamamlanarak imalata başladıktan bir süre sonra, Avrupa’dan bol miktarda gelmekte olan ithal kağıtların karşısında maliyeti yüzde 15-20 kadar yüksek olduğu için mamüllerini satmakta zorluk çekmeye başladığı zaman, Osmanlı otoriteleri devlete ait bu tesisi türlü idari tedbir ve yardımlarla yaşatmak için büyük çaba gösterdiler. Ama bütün bu gayretler başarısızlıkla sonuçlanarak 1830’a doğru bu faaliyeti durdurmak zorunda kaldı. Oysa bütün bu gayretler yerine veya yanında ithal kağıtlardan alınmakta olan gümrüklerini, maliyet farkına tekabül eden %15-20 oranında yükseltmek manifaktürü yaşatmaya muhtemelen yetecekti. Ancak Osmanlı otoritelerini bu yola gitmeyi hiçbir şekilde düşünmediklerini biliyoruz.
Batıda yapılan ithalatın en büyük kısmını oluşturan yünlü kumaşı Türkiye’de imal edebilmek için 18.yy başlarından 19.yy ortalarına kadar pekçok girişimlerde bulunulmuş ve bir çok imalathane kurulmuştur. Bunlar için devlet bütçelerinden büyük çapta para harcanmış, türlü fedakarlıklar yapılmıştır. Ucuz ve kaliteli hammadde temini, gümrük vergi ve resimlerden muafiyet, faizsiz uzun vadeli kredi, hatta devlet garantisi gibi idari koruma tedbirleri bol bol sağlanmıştır. Ancak bütün bu koruma tedbirler arasında ithalatı sınırlandırma veya vergilendirme hiçbir şekilde düşünülmemiştir.
Osmanlılar nazarında İslam gerçekten bağlı bulundukları bir inançtı, hatta sadece inanç değil, aynı zamanda bir ideoloji ve kimlik öğesiydi. Bununla birlikte İslamla uzlaştırılması hiç de kolay görünmeyen faiz konusunda, hayret verici bir esneklikle hareket edebilmişlerdir. Para vakıfları ile birlikte 15.yydan beri faiz uygulaması vardır ve uygulaması para vakıflarının ayrılmaz bir parçası olarak varlığını hep korumuştur.
Osmanlı kayıtlarına bakıldığında, aldıkları kararlarla ilgili en küçük ayrıntıları bile titizlikle kağıda geçirmekte kusur etmeyen Osmanlı bürokratlarının ekonomik başarısızlıktaki suskunluğu düşündürücü. Osmanlıları düşüncesiz tutarsız hatta, mantık dışı davranan insanlar gibi düşünmeye imkan yoktur. Dünyanın bildiği sayılı devletlerden birini inşa etmek ve tarihin en büyük değişmelere sahne olduğu bir çağda, bütün bu değişmelerinde direnerek yaşatmayı şaşılacak kadar uzun bir süre başarmış olan Osmanlı elitinin, benzeri az bulunan bir meritokrasi içinde zekayı her türlü değerin doruğunda tutmakla ünlü vasıflarıyla, günümüzde sıradan bir tarihçinin fark edebileceği bir gariplik ve çelişkileri anlayamamış olmasına ihtimal verilemez. Bununla birlikte böyle bir anlamaya ait en ufak bir ize de rastlanmamıştır. Bizim garip, anlaşılmaz ve çelişkili bulduğumuz bu tavırları, anlaşılıyor ki Osmanlar öyle idrak etmiyorlardı. Aksine tartışma veya açıklama ihtiyacı duymayacak derecede açıklık içinde, olup biteni doğal ve normal sayıyorlardı. Bu insanın kendi anadilini idrakine benzeyen bir tutumdur. Akla gelen düşünceler şöyle sıralanabilir:
– Batı Avrupa’da, toprakların büyük bir kısmını ele geçirmiş, sermaye birikimini, ticaretin ve bilimin gelişmesini engelleyen bağnaz Kilise’ye karşı; toprak sahibi olmak isteyen köylüler, topraklarını büyütmek isteyen senyörler, daha çok ticaret yaparak zengin olmak isteyen tüccarlar ayaklanarak canları pahasına savaştılar, nüfusunun yarısnı kaybettiler ama sonunda kazandılar. Ticaretin, ekonominin önü açıldı, bilim ve teknoloji hızla gelişti, arttı.
Osmanlı toplumunda ise ne daha çok ticaret yapmak isteyen, ne daha fazla toprak isteyen, ne daha çok zengin olmak isteyen ve de en önemlisi böyle bir şeyi gerçekleştirmek için savaşmayı, hatta ölmeyi göze alabilen insanlar olmadı… Talep olmadan, daha iyi bir yaşamı istemeden, bunun için can pahasına mücadele etmeyi göze almadan ne Martin Luther, ne Kalvin ortaya çıkabilir, ne dinde reform, ne de Batı Avrupa düzeyinde gelişme ve zenginlik olabilirdi.
– Ilk 400 yıllık dönemde gösterilen büyük başarı Osmanlı idaresi ve toplumunun özgüvenini yükseltmiş, yaptıkları işlerin doğru ve en uygunu olduğuna kendilerini inandırmış olabilirlerdi. İnsanlar zengin ve refah içinde değildi, ama aç ve açıkta da değildi, muhtemelen yavaş ve iddiasız, rekabetsiz, eşitlikci, sınıfsız bir hayat tarzı Doğu toplumları için yeterliydi. Sanayi devrimi sırasında nüfusunun %50’si aç ve dilenci olan bir Londra yaşamayı göze alamışlardı belki de…
– Osmanoğlu kendi bekası için iki unsuru mutlak şart olduğuna inanıyor ve startejisini bunların üzerine bina ediyordu: Halkın asla aç ve yoksun kalmaması için Kıtlığın olmaması, Hanedana rakip olabilecek güçte bir sermayenin oluşması ve rakip hanedanın doğmasını önlemek.
– Başlarına gelenlerin Dünyada her dönemde yaşanan sosyo- ekonomik düzenlerin değişmesinden kaynaklandığını değil, değişiklikler ve hatalı yönetim nedeniyle oluştuğunu ve eskiye dönülerek herşeyin yeniden düzeleceğine inanıyorlardı.
Nihayet 19.yyda, Mısır’da reformlar ile başlayan gelişmelerle ekonomik büyüme, Osmanoğlu bekası için rakip bir hanedanı ortaya çıkarmış, bunun sonucunda acilen İngiltere ve Fransa ile işbirliği yapma ihtiyacı doğmuştu. Ayakta kalabilmek ve bekalarını devam ettirebilmek için Batı’lı olmaktan başka seçenekleri kalmamış olan Osmanlılar, yavaş yavaş olsa da moderniteye ayak uydurma gayreti içine girmişlerdi.
(Değerli Araştırmacı Mehmet Genç’in ‘Osmanlı İmparatorluğunda Devlet ve Ekonomi’ adlı eserinden alınarak özetlenmiştir, Derlenmiş Makaleler 2021/04 Süleyman A.Doğan, İstanbul)