Genel

DİNLERİN EVRİMİ 

Avcı-toplayıcıların üç milyon yılllardır sürdüregeldikleri yürüyüşün sonuna yaklaşılıyor, Milattan onbin yıl önce, Cilalı Taş Devri ile geriye dönülmez bir süreç başlıyordu. Bu insanlığın tarihinde bir kere görülebilen bir dönüşümdür ve 19.yüzyılın sanayi devrimine, hatta bugünümüze kadar gelen yaşama tarzımızın başlangıçıdır. İnsanlar bu arada vahşi dünyayı ehlileştirip yapaylaştıracak yani insanileştirecekler: Bunu yaparken, kendilerini de değiştirip davranışlarını, alışkanlıklarını, aralarındaki ilişkilerini tamamen farklı bir şekle dönüştüreceklerdi.  

Biyolojik ihtiyaçlarla ortaya çıkan bir doğal güdüyle; mikro-organizma’ ların hayatta kalabilmeleri için bir arada bulunmaya zorlanmasıyla hücreleri oluşturmaları gibi, insanlar da ilk olarak ‘aile’yi oluşturmuş; ‘akraba toplulukları’, ‘klanlar’ onu izlemiştir. 

Harekete geçen bir çark gibi; Milattan önce; 12.000 yılından itibaren yerleşik hayat düzenine geçen insanlar önce yavaş yavaş göçebeliği bırakarak ilk köyleri kuruyorlar; 9000 yılına doğru tarımı, 8500 yılına doğru hayvan yetiştirmeyi keşfederek kendi yiyeceklerini üretmeyi öğreniyor, gelişmiş aletleri yapıyorlar, yaptıkları işlerde uzmanlaşıyor, işbölümü yapıyor, hiyerarşiler kuruyorlar… Nispeten kurak yerlerde, insanlar için daha elverişli bölgelerde, göllerin, ırmakların, bataklıkların yakınlarında yerleşiyor ve yoğunlaşıyorlardı. Başka bir bakışla da insanın zihinsel evrimi onu değişime itiyor, varoluştan itibaren oluşan kültürel birikim, nesilden nesile aktarılırken, bir öncekinden daha gelişip mükemmelleşiyor. Evrim insanın kendi iradesinden geliyordu. 

Önceleri geçici kamplar kurarken artan nüfus onları sürekli yerleşim biçimine yönlendirmişti. En eski yerleşim belirtileri Anadolu, Suriye, İsrail, Filistin ve Irak’ta bulundular… 

Avrupa, Kuzey Amerika, Afrika, varlıklarını bize köklerimizi veren Yakındoğu’ya borçludurlar. Ama dünyanın diğer bölgeleri de büyük değişimlerini kendi başlarına yaptılar. Önceleri nerede ise boş olan bu yerlere başka yerlerden birileri gelmeye başlıyor. Yontma Taş devrinin sonlarından itibaren insanlar, sal ya da ilkel tekneler yapıyor. Çoğu kez içi boşaltılmış uzun ağaç gövdelerini kullanıyorlar, uzun süredir bir adadan diğerine gidilebiliyordu. Bu insanlar yeni becerilere sahip, tarımın usullerini öğrenmişler, tohumlar getiriyorlar.Ancak bu kültürün başlangıç odağından Batı Avrupa’ya kadar ilerleyebilmesi için kuşaktan kuşağa üç bin yıl gerekecekti. 

Yontma taş devrinde yirmi veya otuz kişiden oluşan göçebe toplulukları bir araya gelip, mesela bir av yapmak istedikleri zaman geçici süre için bir lider seçmek gerekiyordu. Henüz derin eşitsizliklerin gelişmesini gerektirecek bir yaşam yoktu. Ancak zamanla kendilerine geçici öncüler seçen avcı topluluklarından ilkin köylü topluluklarına, daha sonra ise eşitsizlikçi toplumları kuracak olan şefler sistemine geçilecektir… 

Toplumların biçimlenmesinin ve statülerin ortaya çıkmasıyla, erklerin güçlenmesi giderek artacak, bunları ellerinde tutanlar kaçınılmaz bir şekilde tekel kurmak ve mirascılarına devretmek isteyecekler. Bunun sonucunda kurucu ata kültünü sürdürmek üzere ‘klanlar’ oluşacaktır. Atalarının gayretleriyle sahip olunan bu topraklar onları gösterişli mezarlara, kült yaratarak yüceltmek davranışına yöneltecek, bunlar yapılırken, yapanın kendisi de bir miktar prestijini artıracak ve kendi iktidarını pekiştirecektir. Toplulukların büyüyüp genişlemesi güçbirliği ihtiyacını artırmış, bunun sonucunda klanlar veya yabancılar bir araya gelerek ilk toplumu, yani ‘Kabile’yi meydana getirmiştir.  

Toplumda bir arada yaşayabilme için ortak duygulara, inanışlara  sahip olmak ve bir nizam, düzen ve hiyerarşi kurabilmek için önce bir din’in oluşturulması gerekliydi. Din, önce bir efsane yaratacak, itaati yani bireyler arasındaki görevi, yükümlülükleri, hakları ve yöneticiyi belirleyecekti. Düzeni ve ona itaatı sağlayacak bir kavrama, bir güce ihtiyaç vardı. O, ‘Tanrı’ydı. 

Her uygarlık kendi dini ve kültürel yapısını üretti. Tarım uygarlığının hemen başlarında, mesela Anadolu’da köy ortaya çıkar çıkmaz, Tapınak merkeze yerleşiyordu. Önceleri, üretim fazlası zor günler için saklanan ve bir koruyucusu olan depolar, kutsal bir yere dönüşerek tapınaklar oldu. Tapınaklarda insanlar bir araya gelerek sosyalleşir, toplantı yapar, ürün hasadını kutlar, tanrılara sunaklar yaparlardı. Bazı köylerde, insanların kurban edildiğini gösteren kafataslarına rastlandı. Milattan 10.000 yıl önce yapıldığı belirlenen Göbeklitepe, tarihteki en eski ve en büyük tapınak olarak bilinmektedir.  

Tüm toplumsal düzenler ve hiyerarşiler hayali olduğundan kırılgandır ve toplumlar büyüdükçe kırılganlıklar da artar. Dinin kritik önemdeki tarihsel rolü, bu kırılgan yapılara adeta insan üstü bir meşruiyet vermesidir. Din bu anlamda insanüstü düzene olan inanca dayanan, bir insani değerler ve normlar sistemi olarak tanımlanabilir. 

Tarım devrimi, beraberinde dini bir devrime de eşlik etmiş gibidir. Avcı toplayıcılar yabani bitkileri topluyor ve hayvanları avlıyorlardı, ama bunları insana eşit görüyorlardı. Bu dönemde canlılar birbirleriyle doğrudan ilişki kurar ve ortak habitatlarını yöneten kurallar hakkında bir çeşit uzlaşırlardı. Yani animisttiler, ama bu durum büyük bir sorunu beraberinde getirmişti. Çiftçiler hayvanları üzerinde mutlak kontrol sahibi olmak istiyor, fakat bunun sınırlı olduğunu, değişik yöntemlerin uygulanmasının da riskli olduğunu biliyorlardı. 

Bereket Tanrıçası, Gökyüzü Tanrısı gibi tanrılar; bitkiler ve hayvanlar konuşma kabiliyetlerini yitirdiğinde ortaya çıktı ve bu tanrıların başlıca görevi insanlarla dilsiz bitkiler ve hayvanlar arasında arabuluculuk yapmaktı. Bunlara hakimiyet kurabilmek için insanlar tanrılara sadakat sözü verir ve tarım döneminden sonraki binlerce yıl boyunca dini ayinler büyük ölçüde; insanların ilahi güçlere çeşitli kurbanlar vermesi karşılığında tanrıların da insanlara bereketli ve doğurgan sürüler bahşetmesinden ibaretti. 

İnsanların tüm yaşamlarının küçük topraklarda geçirildiği süre boyunca ihtiyaçların çoğunu yerel ruhlar karşılayabilirdi, ancak bir kez krallıklar ve ticaret ağları genişlemeye başlayınca, daha büyük tanrıların gereğini duymaya başladılar. Çoktanrılı dinler böylece ortaya çıkmıştı 

Çoktanrıcılık tek bir gücün veya tüm evreni yöneten tek bir yasanın varlığını yok saymaz; hatta çoğu çoktanrılı ve animist dinler tüm farklı tanrıların, iblislerin ve kutsal kayalıkların arkasındaki üstün gücün varlığını tanır. Yunan politeizminde Zeus, Hera, Apollo ve diğer tanrılar mutlak ve hemen her şeyi kapsayan bir güce tabidir: O da ‘Kader’. Çoktanrıcılığın inanışı, dinsel hoşgörüye yol açan bir niteliğe sahipti ve onlar bir yandan üstün ve tamamen bağımsız bir güce, öte yandan kısmi ve taraflı güçlere inandıkları için bir tanrıya inananların başka bir tanrıya da inanmalarında bir sakınca yoktur. 

Çoktanrıcı insanlar dev imparatorluklar fethettiklerinde bile  toplumları kendi dinlerine döndürmeye çalışmadı; Mısırlılar, Romalılar, Aztekler yabancı topraklara misyonerler gönderip kendi dinlerine çağırmaya, inanmaya zorlamadılar. Bazı yerel yöneticilerin kışkırttığı Romalıların, sadece dört kere saldırdığı Hristiyan kurbanlarının sayısı birkaç binden fazla değildi, halbuki daha sonraki 1500 yılda Hristiyanlar, dinlerinin farklı yorumları yüzünden milyonlarca başka Hristiyanı öldürdüler. 16.-17.yydaki ilahiyat tartışmaları o kadar şiddetlenmişti ki; Katolikler ve Protestanlar birbirlerini kitleler halinde yok etti. 1572’de Fransız Katolikleri, Fransız Protestanlara saldırdı ve bu katliam sırasında 24 saatten az bir sürede 10 binden fazla Protestan katledildi. Papa, Fransa’da duyduğunda o kadar mutlu olmuştu ki, bu durumu kutlamak için özel ayinler düzenledi. 

Çoktanrılığa inananlar zaman içinde bu inanıştan uzaklaşıp sadece kendi tanrılarının gerçek, o tanrının da evrenin üstün gücü olduğuna inanmaya başladılar. Aynı zamanda onu belli çıkarları ve kaygıları olan bir tanrı olarak görüp onunla anlaşabileceklerini düşündüler. Tek tanrılı dinler işte böyle doğdu.  

Yahudilik, kendi çıkarları ve önyargıları olduğuna inandığı evrenin üstün gücünün sadece küçük Yahudi ulusu ve önemsiz İsrail toprağıyla ilgilendiğini iddia ediyordu. Dolayısıyla diğerlerinin ilgisini çekmedi ve Yahudilik tebliğci evrensel bir din olamadı. Bu nedenle ona yerel tektanrıcılık denebilir. 

Büyük değişim Hristiyanlıkla geldi. Bu inanç, Nasıralı İsa’nın uzun süredir beklenen Mesih olduğunu öne süren küçük bir Yahudi cemaati olarak doğdu. Ancak cemaatin ilk liderlerinden Tarsus’lu Paulus, eğer evrenin üstün gücünün çıkarları ve ön yargıları varsa, eğer kendisini fiziksel olarak canlandırıyorsa ve insanlığın kurtuluşu için çarmıhta can veriyorsa, bunu sadece Yahudilerin değil, tüm herkesin duyması gerektiğini ileri sürdü. Paulus’un bu savı; İsa hakkındaki hakikatin tüm dünyaya yayılması tutmuştu. Hristiyanlar tüm insanlığı hedeflerine alan geniş misyonerlik faaliyetleri sürdürdüler, böylece ezoterik küçük bir Yahudi grubu büyük Roma İmparatorluğu’nu ele geçirdi. 

İslam da 7.yyda Hristiyanlar gibi dünyanın uzak bir yerinde bir cemaat olarak doğdu ve çok daha hızlı bir şekilde Arabistan çöllerinden çıkarak Atlantik Okyanusu’ndan Hindistan’a kadar uzanmayı başaran devasa bir imparatorluğa ulaştı. O andan itibaren ‘tektanrılı din’ fikri dünya tarihinde merkezi bir konuma yerleşti. 

Tektanrıcı dinler, çoktanrılı dinlerden çok daha tutucudur ve tebliğcidir. Diğer taraftan, tıpkı animizmin çoktanrılı dönemde yaşaması gibi çoktanrıcılık da tektanrıcılık içinde yaşamasını devam ettirdi. Tektanrılı dinler büyük bir şatafatla indirdikleri çoktanrılı dinleri arka kapıdan içeriye almıştı. Tanrı Jupiter nasıl Roma’yı koruyorsa, aynı şekilde Hristiyanlığın da zorlukların üstesinden gelmesı ve savaşları kazanması için kendi koruyucu azizlerine ihtiyacı vardı. Devletlerin, şehirlerin, kasabaların, hatta mesleklerin, hastalıkların, temizleyicilerin, başı ağrıyanların dua etmek için ayrı ayrı azizleri vardı. 

Düalist dinler birbirine zıt iki gücün varlığına inanırlar; İyi ve Kötü. Tektanrıcılığın aksine düalizmde ‘kötü’nün Tanrı tarafından yaratıl-madığı veya onun kontrolüne girmemiş bağımsız bir güç olduğuna inanılır ve tüm dünya bu iki güç arasında mücadele halindedir. MÖ1500-1000’lerde Zerdüşt peygamberin görüşleri nesiller boyunca aktarılarak zamanla düalist dinlerin en önemlisi oldu. Zerdüştler dünyayı iyi tanrı ‘Ahura Mazda’ ile kötü tanrı ‘Ehrimen’ arasında bir savaş olarak görürler. Sasaniler döneminde devletin resmi bir dini olan Zerdüştlük sonraları ortaya çıkan Gnostisizm ve Maniheizm gibi diğer düalist dinlere de ilham kaynağı olmuştur. 

Maniheizm, 3.ve 4.yylarda Çin’den Kuzey Afrika’ya kadar yayılarak, bir ara Roma imparatorluğunda baskın hale gelerek, Hristiyanlıktan daha etkili olmak üzereydi. Fakat Maniheistler Roma’yı Hristiyanlara, Sasani topraklarını Müslümanlar ele geçirince Zerdüştler, Müslümanlara karşı kaybettiler ve düalizm dalgası duruldu. 

Buna rağmen tektanrıcılar düalizme has ikiliklerden tamamen kaçamadı Cennet ve cehenneme inanma mantığı da köken olarak düalistti. Eski Ahit’te bu inancın izi yoktur, ayrıca insanların bedeninin ölümünden sonra ruhun yaşayacağı belirtilmiyordu. Aslında düalizm ve animizm ile çoktanrıcılık ve tektanrıcılık tortuları bir ilahi şemsiye altında bağdaşmıştır. Sıradan bir Hristiyan veya Müslüman tek tanrıya inanırken, aynı zamanda düalist bir kavram Şeytan’a, çoktanrılı azizlere ve animist hayaletlere de inanmaya devam etmiştir. 

 

KADİM ORTADOĞU DİNLERİ (3) 

Çoktanrılı ve Tektanrılı dinlerin, özellikle üç büyük dinin Ortadoğu’da çıkması ve Akdeniz’de yayılması tesadüf değildir. Buraları kadim yıllar boyunca, ilk yerleşimlerin kurulduğu, tarımın doğduğu ve ticaretin gelişip yoğunlaştığı yerlerdir. 

Hristiyanlık öncesinde Ortadoğu’nun, Boğaziçi’nden Nil’in deltasına kadar Doğu Akdeniz kıyısındaki ülkeleri içeren, Batı yarısının tamamı Roma İmparatorluğu’na, Doğu yarısı ise Pers İmparatorluğu’na veya oradaki halkın ‘İran’ dediği bir büyük imparatorluğa aitti. Hristiyanlık çağının başlangıcına kadar varlığını, kültürünü ve dilini koruyarak gelen sadece Mısır’dı. Mısır uygarlığı binlerce yıllıktı ve birbiri ardına İranlılar, Yunanlılar ve Romalılar tarafından istila edilmesine rağmen kendi özelliklerini korumayı başarmıştı.  

Hristiyanlık çıktığı yıllarda kullanılan eski hiyeroglif yazısı ve onun halk arasında kullanılan el yazısı, eski Mısır dilinin Yunan alfabesinden uyarlanmış ‘Kıpti’ dili; önce Roma, sonra Bizans egemenliğine giren Mısır’ın milli kültür dili olmuş, daha sonra Arab fethiyle Müslüman olup Arablaşan Mısırlılar Arabçayı benimsemiştir.  

Mezopotamya’nın kadim devletleri: Babil, Asur, Akad, Sümer daha eski olmalarına rağmen Mısır gibi kalıcı olamayan, farklı diller konuşan farklı halklardı. Yakındoğu’da bilinen en eskilerden biri olan Samiler Mezopotamyada yerleşmeye başlayınca kendi dillerinden çok farklı olan bu kadim devletlerle birkaç yüzyıl ortak yaşamı sürdürdüler. Samiler diğerlerinden daha kalabalık olduklarından, üçüncü binyıl boyunca giderek onları içlerinde eritip özümsediler ve sonunda ‘Akadlar’ adı altında ülkenin tek halkı haline geldiler. 

Kadim Doğu devletlerinin tümünde yönetim şekli monarşidir ve kral Tanrı’dır, onu tanrılar seçmiş, Tanrı tarafından atanmış ve tanrısal varlıktır. Tanrı’nın oğlu olduğuna inanılan kral, Tanrı’nın yeryüzündeki temsilcisidir ve kanun koyucusudur. Aynı zamanda yargıçtır ve onun bulunduğu yer de başkenttir.  

Merkezileşmiş bir idari yönetimde Kral’ın atadığı bürokratlar Mısır’da ortaya çıkmıştı. Sümerlerde ise teokrasi vardı ve ruhban sınıf öndeydi. Sümerlerde, Mısır’da olduğu gibi imparatorluk değil, sitedir ve tanrılar sitenin, varlıkların, halkın sahibi, efendileridir. Ülkede üretilen ne varsa tapınakta toplanır, ruhban onu halka dağıtır, ne kadar gerekliyse mahsülün ve ücretlerin dağıtımı, kaydı için defter ve hesabı tutulurdu. Yazı bunun için icad edilmişti. Bu nedenle Sümer şehir devletlerinde saraydan çok tapınak vardır ve Kral, tanrılar ile insanlar arasında bir aracıdır. Krallar, bütün bu işlerin denetlenmesi, yürütülmesi için tanrılar tarafından görevlendirilmiştir.       

Genellikle krallık şehirlerinde hakim olan iletişim aracı dil Yunanca’ydı. Birçok yerde Aramca da kullanılır, ‘Anatolia’, İtalyanca ‘Levant’, Latince ‘Orient’ sözcükleri Yunanca güneşin doğmasından geliyordu. 

Fetih ve göçler ile gelen Helen kültürü ve onu takibeden Roma yönetimi güçlü etkisiyle birbirinden farklı inanış ve tapınma biçimlerini, bunun sonucunda da karmaşık bir dinler haritasını ortaya çıkarmıştır. Eski tanrıların ve kültlerin tümünden vazgeçilmesi yüz yıllar içinde oluşmuş ve bunların yerini bölgede ardı ardına çıkan iki yeni ‘Tektanrılı’ dinler Hristiyanlık ve Müslümanlık almıştır. İslamlık ve Hristiyanlık Ortadoğu’ nun eskiden gelen ortak kökenlere dayanır; bunlar Musevilerin, İranlıların ve Yunanların gelenekleridir. 

MÖ 1280-1250 yıllarında, daha önceleri Filistin’e yerleşmiş yarı göçebe bir toplum olan İsrailoğullarından bir grup, özellikle şiddetli bir kıtlığın ve açlığın baskısıyla, bu felaketten kaçarak Mısırın kuzeyine göç etmişti. Orada bunlara, tutsak veya köleler gibi, oldukça sert ve acımasız davranıldığı için ülkelerine tekrar dönme arzusu vardı. O sıralarda Musa da Kızıldeniz’in kuzeyinde Midyan ülkesine sığınmak zorunda kalmıştı. Orada Yehova adlı bir tanrının varlığını öğrendikten sonra, derin düşüncelere dalmış, kendisini etkileyen birtakım olaylar sonucu bu tanrıyı ve onun din anlayışını soydaşlarına anlatmak üzere Mısır’a dönmüştü. Musa bu gizemli tanrı hakkında, adından başka, adının söylediği tek gerçeklikten başka, bir şey bilinemeyeceğini anladı: yani “O vardı, O orada, hazır ve nazırdı”, hepsi bu… 

O devirlerde başka yerlerde de olduğu gibi Mezopotamya’da tanrılar; insan gibi, kral, saray halkı gibi üstün insanlara benzer varlıklar olarak düşünülmekteydi. Önceki ‘ata’ İbrahim başta olmak üzere bütün İsrailoğulları’nda, herkes gibi, o sıralar bütün dünyada yaygın olan çoktanrıcılık ve insan-biçimcilik hakimdi. Musa bu nedenle Yehova’ya tanınabilir bir yüz vermeyi reddedip Yehova’nın bir şekilde ‘insanlığını’ çağrıştırabilecek her şeyini yasakladı. Çevredeki her yerde mevcut tapınmalardan farklı bir tapınma yöntemi ortaya çıkardı. Buralardaki insanlar tanrıları besliyor, onlara pahalı hediyeler sunuyor, istediği her şeyi sağlamaya çalışıyorlardı. Yehova ise böyle şeylere ihtiyacı olan bir tanrı değildi. Musa, böylece Tanrı ile insanlar arasındaki ilişkilerin kurallarını kökten değiştiriyordu. Bütün ‘On Emir’in en kalın çizgilerle buyruğu; Tanrı’ya ancak O’nun tarafından istenip gerekçelenmiş ve yaptırımlanmış belli bir ahlakı uygulayarak, dürüstçe ve başkalarına saygı göstererek tapılabilir ve hizmet edilebilir. Yehova onlar için tek tanrıydı ve insanla ortak hiçbir yanı olmayan bu tanrının iradesi de ancak ‘manevi’ olabilirdi. Tektanrılı ‘monoteizm’ ilk olarak böylece doğmuştu. 

Kavimlerin tarihlerinin kökeninde az veya çok olağanüstü ve mucize ‘efsaneler’ vardır. Musa’nın Filistin’e yönelmesinden önce, Yehova’nın kendisini ona bildirdiği, yani vahyin geldiği ‘dağda Tanrı’ya saygı ve şükran sunmak üzere’ halkını çöllerde dolaştırması da, Yehova ile sözleşme’nin yenileneceği ‘simge’ yeri bulmaktı. Musa’nın soydaşlarını ezelden beri Yehova tarafından vadedildiğine inanılan topraklara ulaştırmadan önce Yehova ile bir sözleşme yapması, onların Yehova’ya bağlanmalarını ve sadık kalmalarını, karşılığında Yehova’nın onlara yardım etmesini ve desteklemesini sağlamaktı. Museviler, kendileri Tanrı’yı seçmiş olduklarını akıllarına bile getirmeden Tanrı’nın onları seçtiğine inandılar. 

Yahudi veya İbrani toplumu MÖ 13.yy-12.yylarda Filistin’e yerleşen göçebe, yarı göçebe gevşek kabilelerdi. Musa ile birlikte ‘peygamber’ kavramı ilk olarak burada ortaya çıkmış, Musa bir kral, din adamı veya rahip değildir. Tanrı İsrail halkına bir ‘Yasa’, bir ‘Şeriat’ göndermiş ve bu sözleşmeyi tek tek bireylerle değil bir bütün olarak ve doğrudan İsrail halkıyla yapmıştır. Halk, topluluk olarak, sözleşmeye sadık kalındığı takdirde, Yehova İsrail’in kaderini, bundan sonraki tarihini ele alacak, Peygamber de Şeriat’ın takipcisi olacaktı.  Eski Ahit’te Musa’dan sonra çok sayıda peygamberler vardır, fakat Tanrı Yehova kendinden başka tanrıya ibadet istemez, İbrani halkı ile kendisi arasında başka bir güç ve egemenlik istemez. Yehova İsrail halkının başına bir kral geçir-meleri halinde kendisinin değil, artık kralın hizmetkarı veya kulu olacaklarını söyler. Zamanla Babil’in etkisiyle bu gevşedi, mesela Davud ve Süleyman krallar ortaya çıktı. Ancak tek tanrıya inananlar yalnız Museviler değildi. İran’daki Persler ve Medler de eski paganlıktan vazgeçmiş, sonunda iyiliğin kazanacağına, tektanrının kötülüklerle savaştığına inanmışlardı. Bunun ortaya çıkışı peygamber Zerdüşt ile oldu. 

Birbirinden habersiz bu halkları bir araya getiren unsur; MÖ 6.yyda ortaya çıkan önemli olaylardır. Babil kralı Nabukadnezar MÖ 586’da bir dizi savaştan sonra Kudüs’ü ele geçirmiş, Musevi tapınağı ile Yahuda krallığını yıkmış, sonra o zamanki geleneklere göre esir aldığı halkı Babil’e göndermiştir. Aynı yüzyılda bu kez Babilliler Pers İmparatoru olan Med’li Kiros’a yenilince, Kiros Musevilerin İsrail topraklarına geri dönüşüne müsaade etmişti. Babil’e gidiş-dönüş sırasında Musevilerin Zerdüştlük inancından ve düşüncesinden etkilendiği söylenir. Kiros Musevilere iyilik yapmış onlar da buna karşı, Kiros’a bağlılıkla hizmet etmişlerdir.  

Eski dünyanın klasik uygarlıkları Yunan, Roma ve Bizans’tan ibaret değildir. Hint, Çin, İran uygarlıkları da bu uygarlıkların serpildiği yüzyıllarda klasik dönemlerini yaşamıştır. Bunlar İran’da Zerdüştlerin, eski Yunan’da filozofların, Hindistan’da Buda’nın, Çin’de Konfüçyus ve Lao Tse’nin birbirinden habersiz yaşadığı yıllardır. 

Özellikle hümanist ve aydınlanmacı Batı’lı tarihçi, yazar ve aydınlar arasında Atina’da doruğuna ulaşan Eski Yunan kültürünün çağımız için mucize sayılabilecek parlaklıkta olduğu görüşü hakimdi. Onlara göre tüm dünya toplumları karanlık çağları yaşarken, Yunan aklının ürünü olan bir kültür insanlığı aydınlatıvermişti. Bu tür yargıların kısmen doğrular olduğu zamanla anlaşıldı. Eski Yunan kültürünün sıfırdan başlayıp Yunan kent devletlerinde ‘doğrudan demokrasi’ koşullarında, birkaç yüzyılda yükseltilmediği ortaya konuldu. Gerisinde insanlığın, uygar toplumun üç bin yıllık birikimi vardır. Yunan toplumu Mısır, Anadolu, Fenike, Girit, Mykene kanalıyla bu birikimi devralmıştır.  

MÖ 300-600’lerde entelektüel etkileşim başlayacak, Perslerle Museviler, Ege kıyılarına kadar gelince burada Yunan felsefesi ile karşılaşacaklar. Farklı olan Yunan uygarlığı din yerine bilime ve felsefeye dayanır, buna rağmen Yunan bilim adamlarının ve filozoflarının fikirleri, önceleri Ortadoğu halklarının, giderek sonraki dinsel uygarlıklarda çok önemli etkiler yaratacaktır. Ancak Yunanlar Musa’dan da, Kitabı Mukaddes ve Yakındoğu dinlerinden de tamamen habersizdiler. Bir dinin tapınma nesnesi ve merkezi olan Tanrı ile filozofun dünyayı düşünme ve açıklaması çabasındaki zihninde doğan Tanrı fikri aynı şeyler değildi.  

Yunanların paralı askerleri ve tüccarları çok eskilerden beri Ortadoğu’ nun çeşitli yerlerine gelerek, buralara Yunan felsefe ve bilimine ait bilgiler getirmişti. Makedonyalı Büyük İskender hakimiyetinin, Yunan kültürünün etkisiyle Orta Asya, İran, Hindistan sınırlarına, güneyde Suriye ve Mısır’a  yayılması, yeni bir çağın başlangıçı oldu. Yunanların Mezopotamya, Mısır ve Suriye’deki kültürel üstünlükleri Roma’nın döneminde de devam etmiş, Roma hakimiyetine ve Yunan kültürüne karşı koyabilenler sadece Museviler ve Persler olmuştu. 

Sasani hanedanı kurucusu Ardeşir’in zamanında (226-240) bu durum değişmiş, Zerdüştlük İran’da devlet dini olmuş ve onun egemenliği, toplumun, hükümetin bir parçası haline gelmişti. Devlet zoruyla dine bağlayan, hiyerarşik din adamlığını ortaya çıkaran, dinden sapmaları engeleyen nitelikleriyle Zerdüştlük, tarihteki ilk din devletine örnek olmuştur. 

Perslerde Pers kraldır ve tüm tebanın mutlak hakimidir. Pers krallığı; kral, soylu yüksek memurlar, eyalet valileri, satraplar ve bürokrasi tarafından yönetilir. Krallık otoritesi bir din temeline, din de bir koruyucu ihtiyacına dayanır. Aksi halde, koruyucusu olmayan din kaybolur, temelleri olmayan varlık ise yıkılır. Pers krallığı da güçlü dini inanışları ve kurallarıyla yönetilir. Ayrıca, Persler hükmettikleri geniş alanda farklı dinlere ve yönetimlere müsaade ve müsamaha ederler. Din temeldir ve krallık otoritesi üzerine dikili bir sütundur. Sonuçta; krallık ile dinin birbirlerine zorunlu ihtiyaçları vardır. Kralın dine uygun davranması ve dine sahip çıkması ve onu koruması gerekir. Aksi halde krala muhalefet edecek başka dini liderler çıkacaktır. 

Zerdüşt inanışından sapan düşünceler, İngiltere’de bile izleri bulunan Mitraizm ve Maniheizm dinlerini ortaya çıkarmıştır. Mani; 216-277’de yaşamış, Zerdüşt ve Hristiyan düşüncelerinin bileşiminden oluşan bir din kurmuş, hem Avrupa’da hem de Ortadoğu’da Hristiyanlığa ve İslama karşı uzun süre direnmiştir. Zerdüşt dininden sapan düşünce-lerden biri de daha çok yerel olan Mazdak’tır. 6. yüzyılda İran’da yaşamış ve bir tür komunizm kurmuş, İslamiyette ve daha sonraki muhalif Şii hareketine de esin kaynağı olmuştur. 

Zerdüştlük; imparatorlukca benimsenmiş ve onaylanmış ilk din olarak çıkmasına rağmen milli bir din olarak kalmış ve İran’ın kültürel dünyası dışındakilerin ilgisini hiç çekmemiştir. Zamanla siyasi nitelik kazanan ve giderek kültürlerini sürdüren siyasetle birlikte çöken bu dinlerin içinde tek ayakta kalan Musevilik’tir. Önce İsrailoğullarının, ardından Yahuda halkının Musevi olması bunu başarmış, Romalıların Kudüs’ü fethedip Babil esaretinden kurtulanların yaptıkları ikinci tapınağı da yıkmaları bile Musevi direnişini durduramamıştır. 135’deki Bar-Kohba İsyanı’nın ardından Romalılar, sürekli sorun çıkaran Musevilerden kurtulmaya karar vererek, daha önce Babil’in yaptığı gibi Musevilerin büyük bir çoğunluğunu esarete sürgüne gönderdiler, ama bu sefer onların imdadına yetişecek Kiros yoktu. Musevilerin tarihi adları bile neredeyse silinmişti. 

Romalılar, Museviler, Yunanlar birbirlerine benzeyen önemli yönleriyle antik çağlarda yaşayanlardan farklıydılar. İşte bu benzerlikler onların ilerideki uygarlıklarını belirledi. Ortadoğu halkları, dünyanın başka yerlerinde olduğu gibi kendi grupları ile başkalarının gruplarını kesin olarak ayırırlar, yabancılar grup içine giremezdi. Bu temel güdüsel gereksinim insanlığın başlangıcına ve hatta hayvansal yaşamın pek çok türüne kadar dayanır. Değişmez bir şekilde içerdekiler ile dışarıdakiler arasındaki ayırım, kan yani akrabalık veya etnisite tarafından belirlenir. Akdenizin eski çağında göze çarpan bu iki halk, Yunanlar ve Museviler iki klasik tanımı miras olarak bıraktılar: Yunanlı olmayan ‘barbar’dır, Musevi olmayan ‘gentile’dir.  

Romalılar yurttaşlık bilincini yaratmış, fakat Yunanlar bunun kavramını geliştirmişti. Yurttaş, hükümetin kuruluşuna ve yönetilmesine katılma hakkı olan kişi demekti. Musevilik dinine, Hellenik kültürüne ve Roma devlet sistemine yakınlık Hristiyanlığın doğmasını ve yayılmasına imkan tanımıştır. Hristiyanlık bir misyonerlik diniydi, takipçileri Tanrı’nın son vahyine inanıyor ve bunu tüm insanlığa iletmeyi kutsal görevleri olarak görüyordu. Birkaç yüzyıl sonra farklı yönetim ve içeriği ile İslamiyet ikinci evrensel din olarak doğmuş ve aynı görevi üstlenmiştir. 

Roma sistemine, köleliğe karşı bir tepki olarak büyüyen ve yaygınlaşan Hristiyanlık kısmen hoşgörüyle karşılandıysa da çoğunlukla kovuşturmaya uğramış, bu nedenle devletten ayrılması ve kendi Kilise’sini kurması şart olmuştur. Roma’yı yeniden düzenleyecek Kilise; kendine özgü sistemi, hiyerarşisi, liderliği, yönetimi ve yasaları ile zamanla Roma’nın tümüne hakim olmuştur. 

Hristiyanlıkta ilk büyük gelişme; Konstantin’in (311-337) Hristiyan olması ile Roma İmparatorluğu’nun ele geçirilmesi veya bir başka görüşle Hristiyanlığın imparatorluğun eline geçmesidir. İmparator Hristiyan olunca Roma devleti de Hristiyan olmuş, yeni dinin yayılmasına artık iknanın yanısıra otorite de keklenmiştir. O günlerde kiliseler teolojik öğretilerde anlaşamadıkları gibi, kişisel, bölgesel ve ulusal bağlılık gibi gerekçelerle de bölünmüşlerdi. İkinci gelişme, Roma İmparatorluğu’nun Roma’dan Konstantinopolis’e, yani Batı’dan Doğu’ya taşınmasıdır. Doğu Roma İmparatorluğu’nda, Yunanca daha önceleri ikinci dil olarak kalmışken, şimdi birinci dil olmuştur. Üçüncü önemli gelişme ise, yüzyıllar önce, Büyük İskender ve takipçilerinin Mısır ve Suriye’de başlattıkları Ortadoğu’nun Helenleşmesi ile Yunan kültürü, Roma devleti ile Hristiyan kiliselerini etkilemiş, böylece daha çok yayılmıştı. Dinleri bakımından ilk Hristiyanlar, Musevilerin ve Romalıların pek ilgilenmediği felsefe konularına ilgi göstermiş, Hristiyanların kutsal kitabı ‘Yeni Ahit’ Yunanca yazılmıştı. Hatta ‘Eski Ahit’i de yüzyıllar önce İskenderiye’de yaşayan Museviler Helenceye çevirmişti. 

İslamiyet ortaya çıkıncaya kadar bölgeye egemen olan siyasi durum, önce Pers-Roma, sonrasında Pers-Bizans rekabetinde ve aralarındaki savaşların temel nedeni de topraklar; Mezopotamya ve Ermenistan üzerindeki hak iddiaları, dolayısıyla Doğu-Batı arasında ticaret yollarını ele geçirme arzusudur. Romalılar ve Bizanslılar Hind baharatları ve Çin ipeklerine karşılık onlara altın ödüyorlardı. Zira Akdeniz havzasından oralara satılacak pek birşey yoktu. Çok miktarda altın Doğu’ya akıyor, ancak Persler Endonezya’ya kadar bölgeye hakim oldukları için aracılık ve denetimle bu ticaretten büyük kazanç sağlıyor,  Romalılar da bu durumdan çok zarar görüyordu.  

Akdeniz’den Doğu’ya uzanan en kısa yol İran’dan geçerdi ve Pers silahlarının olmadığı başka bir yol bulmak gerekiyordu. Bu yollar: Basra Körfezi-Arabistan-Kızıldeniz-Yemen yolu, dönüşte Kızıldenizden sonra Mısır, Süveyş kıstağından geçerek Akdeniz’den ya da Yemen’den batı Arabistan kervanı yollarıyla Suriye sınırlarına ulaşmaktaydı. Bu sayede Perslerin hakimiyetindeki orta bölgelerden uzak kalınacaktı.  

Hristiyanlığın ilk 600 yılında Arablar ve Türkler henüz imparatorluklar periferinde barbar, yarı barbar olarak çöllerde, bozkırlarda yaşıyorlardı. Romalılar ve Persler bu toprakları ele geçirmeye gerek görmemişti ve onlarla pek ilişki kurmazlardı. Romalılar, Kızıldeniz’de bir köprübaşı kurmak istediler, ancak bu girişimlerinde başarılı olamadılar. Tekrar da denemediler ve barış döneminde kervan şehirleri ile ilişkiler kurmakla yetindiler. Romalıların bu politikası, Arab sınırları boyunca aşiretlerin ve yerleşimlerin artıp çoğalmasına yol açtı. Bunların ilki Petra, diğerleri Suriye’deki Tadmur ve Palmira’ydı. Palmiralıların Fırat nehri üzerinde Dura’da merkezleri olduğu için Akdeniz ile Mezopotamya ve Körfez çöl ticaret yolu üzerinde söz sahibi olmaları, onlara bir ölçüde stratejik ve ticari önem veriyordu. Benzer bir durum Karadeniz ve Hazar denizinin kuzeyinde, Çin’e uzanan Orta Asya yolu üzerinde de vardı. Roma İmparatoru Trajan, Roma gemilerinin Akdeniz’den Kızıldeniz’e geçme-leri için Nil Nehri ve kollarını birleştirip İskenderiye’den Clysma’ya  uzanan bir suyolu yaptırdı.  

  

YAHUDİLİK NASIL GELİŞTİ 

Musa’nın MÖ1250’lerde ölümünden sonra Yehova anlayışında ve onunla ilişkilerde değişik görüşler oluşmaya başlamış, Musa kavmini Yehova’ya bağlamış şimdi de ikinci aşamaya geçilmişti. İsrail’i bir ulus yapmak, bir yurt ile göçebelikten yerleşik yaşama geçişini sağlamak, buna bir güçlüğü ekleyerek; ülkenin gelişmiş uygarları yerli Kenan halkıyla geri dönenleri birlikte yaşatmak ve bunu kendi Tanrı’larına ve öz kimliklerine bağlarını yitirmeden oluşturmak gerekiyordu. Göçebe için çölün ortasında sadece Yehova’nın istemlerine bağlı kalmak kolaydı ama bir kez yerleşik düzene geçildikten sonra, hele uzun süreden beri yerleşik yaşayan ve tanrıları da kendilerini kanıtlamış bir toplumun ortasında, bunu yapmak çok zordu. En başta toprak mülkiyetine geçiş, yaşam tarzlarını kökten değiştiriyor, zenginlerle yoksullar, zalimlerle mazlumlar, alacaklılarla borçlular arasındaki karşıtlıkları göçebeler henüz yeni keşfediyordu. 

O kardeşliğe benzer dayanışmadan kopuş başlıyor, On Emir’de ifade edilen Musa ethiğinin buyurduğu temel kardeşlik ilkelerini gözetmek giderek güçleniyordu ve onları çiğneme olasılıkları artıyordu. Böylece İsrail kendini giderek Yasa‘dan yan çizme ve bu ihanetlerinden dolayı cezalandırılma durumuna getirmişti. Krallık yönetimine ulaşıldıktan sonra, MÖ 1000’lerde anlı şanlı bir ‘Büyük Kral’ Davud dönemi yaşandı ancak, oğlu Süleyman ülkesini Davud gibi yönetemedi ve ülke, Kuzey İsrail Krallığı ve Güney Yahuda krallığı olarak ikiye bölündü. Gerileme ve çöküş dönemi başlamış, Asur tehlikesi iyice belirmişti. MÖ 8.yüzyıl sonrasında, güçlü ve karşı konulamaz Asurluların fetih savaşları bütün şiddetiyle İsrail krallığının üstüne çöktü. 

Bu kaos ortamında Kenan tanrılarına ve artan adaletsizliklere karşı bir direnme başlamıştı. Musa dininin idealini bütün olarak savunan bir grup insan ortaya çıkıyor; bütün bunların nedenini halkın zaaflarına ve Yasa’yı umursamadıkları için yoldan çıkarak Tanrı’nın yolundan saptıklarına bağlıyorlardı. Olup bitene karşı çıkan ‘peygamberler’ herkese dinin özünü hatırlatıp gelecekteki dinler tarihini belirleyecek rolü üstleneceklerdi. Bunların işlevi artık gaipten, gelecekten haber vermek değil ‘vaaz vermekti’.  

Sürgün döneminde, İsrail kavmininde iki ayrı Yehova görüşü güçlenip birbiriyle çatışmaya başladı. Birincisi, ‘İkinci İşaya’ peygamber çevresinde toplanarak Yehova dinini bütün dünyaya açmak, evrenselleştirmek eğiliminde olanlar; ikincisi ise aksine ‘Hezekiel’ peygamber iradesine odaklanmış kendi içine kapalı, sadece dinsel bir cemaat amaçlıyordu. Vatana dönüşünde ‘İkinci İşaya’ yayınladığı Selamet Mesajında: İsrail O’ndan bir kutsal görev almıştır. Yehova’yı tüm dünyaya tanıtmak, tek ve evrensel Tanrı’yı bütün insanlara öğretmek ve her yerde bu biricik ve en yüce Tanrı’nın bilgisini ve hayranlığını yaymak 

Hezekiel toplumdaki itibarından yararlanan Kudüs Tapınağına mensup bir din adamıydı. Çevresinde toplanan ‘gelenekçiler’  İsrail’in ‘Tanrı’nın kavmi’ olarak ‘seçilmiş’ olduğunu tekrarlıyor ve bu kökenlik  fikrini ta İbrahim’e kadar uzatıyorlardı. İşaya’nın aksine yayınladıkları mesaj sadece İsrail kavmini ilgilendiriyor, öteki halklar, putlarıyla birlikte hiç hesaba alınmıyordu. Onlarla hiçbir işleri olamazdı ve bunlar Yehova’nın dolayısıyla seçilmiş halkının da düşmanlarıydı. İsrail’in yeniden dirilişi esnasında sıkı bir Yehovacılık ve kendi içine kapanma güdüsü herşeye hakim olacak, dinsel ve kapalı ezoterik bir cemaat kurulup yerleşecekti. Hezekeil’e göre Kudüs tapınağına sadece İbraniler girebilir, ecnebiler, yüreği ve eti sünnetsiz olanlar giremezdi. İşte bu andan itibaren dışarıya kapalı, katışıksız dini bir cemaat kurulmuştur. Buna ‘Yahudilik’ denir.                     

 

HRİSTİYANLIK ÖNE ÇIKIYOR 

Hristiyanlık; Vahy’e ve kutsal kitaba dayanan, doğuşu Vahy’e dayalı, tektanrılı olmakla beraber, sonradan Üçleme veya Teslis’e yer verildiği kabul edilen ilahi kaynaklı bir dindir. ‘İsa-Mesih’ merkezli bir din olan Hristiyanlık; Museviliğin inanç, ibadet ve gelenekleri ile ‘Yunan-Roma kültlerini birleştiren, bir kurtarıcı tanrı dini’ olarak ifade edilir. Hristiyan inancının temeli, İncil’in varlığı ya da doğruluğu üzerine değil, İsa’nın yaşamı, ölümü ve ölümden dirilişi üzerine kurulmuştur. 

Tebliğlerini 3 yıl boyuca sürdüren İsa, safkan bir Yahudi olarak doğmuş ve Yahudi olarak ölmüştü. İsa yeni bir din, yeni bir kitap getirmemiş, elinde sadece İsrailoğullarına indirilmiş ‘Yeni Ahit’ vardı. Hahamlar ve Rabbilerin Musa ‘Şeriatı’nı bozduğunu iddia ederek, onlarla mücadele ediyordu. Kendisini Musa dininin bir restoratörü gibi gören ve insanlara yalnızca sevgi, umut ve iman aşılayan İsa’nın ölümüne kadar ona uyanların toplamı on ikiydi ve bu havariler onun mesajlarını topluma ulaştıracak ve yaygınlaştıracaktı. Sözlerinin yayılmasını da emretmeyen İsa ile ilgili sözler onunla yapılan sohbetlerden ibaretti. İncil yazarları, İsa’nın ruhu, kutsal ruhun ilhamı ve inançları ile yazacaklardı. Bunlar: Matta, Markos, Yuhanna ve Luka İncilleri’ydi. 

İsa’nın bu dönemlerinde Filistin, Roma hakimiyeti altında ve Yahudiler, mezheplere bölünmüş, dini konular çıkar meselesi olmuş, Kudüs’teki ‘Kutsal Mabet’ ticarethaneye getirilmiş, tektanrı inanışındaki Yahudiler, putperest Romalılardan kurtulma yollarını arıyorlar, bunun için bir kurtarıcı ‘Mesih’ bekleniyordu. İsa, tam bu sırada ortaya çıkmış bir peygamber olarak insanları doğruluğa, kardeşliğe, sevgiye, fedakarlığa, kısacası hak yoluna çağırmıştı. Dinin özünden kopmuş Yahudi din adamları İsa’nın dediklerini kabul etmemelerine karşılık, sadece halktan saf, temiz, günahkar da olsa samimi bazıları ona inanmışlar, İsa’nın davetine uymak istemeyen ve çıkarlarını ön planda tutan Yahudiler ise onu şikayet etmişler, bunun üzerine ‘Çarmıh Olayı’ gerçekleşmişti. 

İsa’nın Havarileri arasına sonradan giren Paulus’un yorumları ile ilk şeklinden farklılaşan din ‘Paulus Hristiyanlığı’ anılmaya başlamış ve kabul görmüştür. Yeni Ahit’te belirtilen mucize ile cemaate katılmış olan Paulus’un, Kudüs dışına taşan mesajları Antakya’dan böylece yayılma-ya başlamıştır. Cemaat ilk defa burada kendilerini diğer Yahudilerden ayırt etmek için, Yunanca ‘Hristos’tan gelmekte olan ve Mesih’e bağlı olmayı ifade eden ‘Hristiyan’ adını kullanmaya başlamıştır. 

Hristiyanlık, eski dünyaya yeni bir mesaj getiriyor, özellikle ezilen, horlanan yoksulları ve mazlumları ruhi faziletlere sevk ediyor, bu zorluklarının, çektikleri çilelerle yıpranan hayatlarının karşılığında onlara, ölümden sonra bolluk ve mutluluk dünyasını vadediyordu. Aziz Paulus’un Antakya’dan Güney İtalya’ya uzandığı misyon gezilerinde bu din tüm Mezopotamya, Filistin, Suriye, Anadolu ile Ermenistan, Makedonya, Yunanistan, Güney İtalya, Fransa ve İspanya sahileri, Mısır ve Kuzeybatı Afrikada süratle yayılıyor, Tarsus’lu Aziz Paulus gittikleri bu yerlerde inananları vaftiz ederek Hristiyanlaştırıyordu.  

Aziz Paulus’un ilk Hristiyan topluluklarını oluşturduğu toprakların büyük bölümü Anadolu’da bulunur. Anadolu bu dinin yayılmasının merkezi olduğu için Antakya, Tarsus, İznik, Efes ve İstanbul kutsal yerler sayılmaktadır. Paulus bu faaliyetleriyle hem Hristiyan kilise örgütlenmesini hem de Hristiyan teolojisinin felsefi dayanaklarını yaratmıştır. 

Aziz Paulus’un Hristiyanlığı, cemaate bir yenilik kazandırmakla birlikte Hristiyanlar arasında fikir ayrılıklarının doğmasına ve ikiye bölünme-sine de yol açmıştı. Zira Havariler’den Petrus’un ve Yakobus’un başını çektiği ilk ‘Musevi-Hristiyanlar’ bu dinin Yahudilerin dışında yayıl-masını pek istemiyorlardı. Bu nedenle Musevilikten gelen bazı şeyleri özellikle ‘tevhid anlayışı’nı, yeni dinle birlikte devam ettiriyorlardı. 

İmparator Neron, 64’lerdeki Roma yangınından Hristiyanları sorumlu tutuyordu. Dinin Roma topraklarında yayılması ve çok sayıda ezilmiş insanlarca benimsenmesiyle paganlaşmanın azalması, hükümdarları endişelendirmiş, Hristiyanlara karşı baskı, zulüm ve kıyımlar artmıştı. İsyanlar kanlı bir şekilde bastırılıyor, fermanla herkes resmi devlet  dininin ilahlarına kurban kesmeye, pagan tapınaklarına devam etmeye zorlanıyordu. Yargılanmak üzere Roma’ya getirilen Paulus ile Petrus’un başları kesildi. Roma tanrılarına saygı göstermeyen Hristiyanlar ya hapsedilip işkenceye tabi tutuluyor ya da öldürülüyordu. Ne var ki, Hristiyanlık tam silinmeye başlarken kader önüne Büyük Konstantin’i çıkaracaktı. 

Büyük Konstantin, barbar istilasıyla ne Roma’nın ne de Milano’nun güvenli bir başkent olamayacağını biliyordu. Ayrıca imparatorluğunun sınırları Avusturya’dan Kızıldeniz’e, İspanya’dan Kırım’a dek uzanıyor, önce Troya ve civarını aklından geçirirken, hala küçük bir kasaba olan Byzantion’un mükemmel konumunu kendi gözleriyle görmüştü. Bu nedenle Doğu ve Batı arasındaki ticaretin merkezinde olduğunu fark ettiği İstanbul’u Megara’lı Kral Byzas’tan bin yıl sonra başkent yapmaya karar vermiş, 330’da Konstantinopolis’i Roma’nın yeni başkenti olarak tüm dünyaya ilan etmişti. 

Birinci Konstantin’i ‘büyük’ yapan sadece Konstantinopolis değildir. Paganist Roma’da Hristiyanlığı korumuş ve desteklemiş olması da son derece önemli etkendir. Licinius ile Konstantin’in 313’de Milano Fermanı sayesinde Hristiyanlar, kilise kurmak ve el konulan mallarını geri almak gibi haklarına kavuşuyorlardı.  

Büyük Konstantin ayrıca, 325’de İznik Konsili’nde; Hristiyanlık içindeki tartışmaların karara varılmasını, onun da katkısıyla İsa’nın tanrılığını reddederek onun yaratılmış olduğunu iddia eden Arius’culara karşı İsa’nın Tanrılığı’nı savunan Paulus geleneğine inananların hakimiyetini sağlamıştı. Böylece İsa’nın tanrılığını kabul etmeyen Yahudi kökenli ilk Hristiyanların, Ebionit’lerin, tevhid anlayışı; İsa’nın sadece peygamber olması, sünnet, abdest gibi inanç ve gelenekler 4.yüzyıldan itibaren görünmez oldu. 

İmparator Büyük Teodosius, 380’de Hristiyanlığı tek resmi din haline getirince de; Roma Piskoposu, diğerleri karşısında güç kazanarak Papa unvanını aldı. 476’da Roma’nın siyasi olarak çöküşünden sonra Papa, sadece Kilise’nin değil, bütün Batı dünyasının da başkanı oluyordu. Roma’ya karşı Doğu kiliselerini de Bizans Patrikliği temsil edecekti. 

Batı’da İrlanda Kilisesi, hür bir kiliseydi, Vizigotlar 4.yyda, Bulgarlar ve Franklar 5.yüzyılda, Anglo-Saksonlar bir misyoner heyeti vasıtasıyla 7.yüzyılda, Almanlar, İskandinavlar, Saksonlar 9.yyda zorla Hristiyan oldular. Danimarka, Norveç, İzlanda, ve İsveç’in girişi 1000 yıllarında tamamlandı. Slavların Hristiyan olması Roma ile Bizans arasında rekabet konusuydu. Polonya, Bohemya, Moravya ve Baltık ülkelerinde Roma; Rusya ve Balkan ülkelerinde de Bizans hakimiyet sağlamıştı. 

Bütün bu gelişmeler beraberinde iç mücadeleleri getirmişti. Bu dini ve siyasi mücadelelelerin, 1054’de kesin bölünmeye yol açmasıyla, Roma Kilisesi’ne evrensel anlamında ‘Katolik’, Bizans Kilisesi’ne de öze bağlı anlamında ‘Ortodoks’ denildi. İslam’ın yayılmasına karşı Türklere yönelik Haçlı Seferleri’nin başlaması bile onları bir araya getirmeye yetmedi. Aralarındaki düşmanlık öyle bir yere gelmişti ki, Haçlı seferleri (1096-1204) sırasında Latinlerin Bizans’ta yaptıkları zulüm ve haksızlığa karşı Ortodokslar: ‘Türk sarığını, Kardinal külahına’ tercih eder haline getirmişti. Nitekim Türkler 1453’de Bizans idaresine son verince, İstanbul’daki çeşitli Hristiyan gruplarına, inanılamayacak kadar geniş dini müsamaha gösterilecekti. 

Batı’da Kral Şarlman, Papa ve Piskoposlarına dünyevi otorite tanımış, böylece Kilise ile Devlet arasında Ortaçağ’da büyük sıkıntılara yol açan gerginlikler başlamıştı. Filistin’deki kutsal toprakları Müslümanlardan kurtarmak amacıyla Haçlı Seferleri başlatan ve yetkilerini kötüye kullanan Roma Kilisesi, Reform hareketlerinin de doğmasına yol açmış, Hristiyanlık; Monofizitçilik, Katoliklik, Ortodoksluk ve Protestanlık olmak üzere temel mezheplere bölünmüştü. 

Ortaçağ, Avrupa’nın doğuşu, çocukluğu ve gençliğini belirler. Önce Bizans İmparatorluğu Doğu, Latin Hristiyanlık da Batı diye ikiye ayrılmış, Roma’nın çöküşünden itibaren aralarındaki dil, din ve siyasi farklılıklar artarak büyümüştür.                  

Ortaçağ insanları yaşadıkları Coğrafya’dan etkilenmiş ve faydalanmış, Avrupa, Avrasya anakarasının bir ucunu teşkil eder. Topraklarının geniş bir çeşitlilik gösteren doğası, tahıl ekimini teşvik eden geniş düzlükler, ormanlarla kaplı geniş bölgelerin vahşi doğası; bol ağaç, av eti, bal, yabani ve evcil domuzlar ile denizlerin varlığı ve kıyılarının uzunluğu Avrupa’ya zenginlik katmıştır. Önceleri insanlar Okyanuslar-dan korkmuş, kıç dümeni ve Çin icadı pusula’nın bulunmasıyla korku yenilerek faydaya dönüştürülmüştür. 

Ünlü eski Yunan Hekimi Hippokrates, Doğu-Batı zıtlığının, Perslerle Yunanlar arasındaki savaşlardan ortaya çıktığını söyler. Hippokrat’a göre: Avrupalılar, cesur ama saldırgan ve kavgacı, Asyalılar ise akıllı ve kültürlü ama inisiyatiften yoksun olacak kadar barışçıldır. Avrupalılar kendilerini uğruna savaşmaya ve hatta ölmeye hazır oldukları özgürlüğe adamış, en gözde siyasi rejimleri demokrasidir. Asyalılarsa refah ve huzur karşılığında kul olmayı kabul etmeye razıdır. Bu nedenle Antik Yunan’ın Avrupa’ya bıraktığı en önemli iki unsur; Doğu’ya karşı olması ve demokrasi anlayışıdır. Doğu’ya karşı olmak, önceleri Katolik ve Ortodoks dünya arasındayken, Bizans’ın ortadan kaldırılması sonrası kabusun yerini Türkler yani Müslüman Doğu alacaktır. 

Yunan mirası değerleri: azizler, polisler, hümanizma, dini yapılar, tapınaklar; Romalıların mirası şarap hem aristokrasinin içkisi hem de Hristiyanlığın kutsal şarabıydı. Roma Mirası daha etkiliydi zira; Ortaçağın Avrupa’sı Roma İmparatorluğu’ndan doğmuştur. Askerlik usülleri, yolların yapımı, ‘Vitrivius el kitabı’ ile mimarlık, ortak dil Latince, urbanlaşma anlayışı ile kent ve köy, beşeri ilimler, Sezar ile imparatorluk, Roma Hukuku ile dua edenler, savasçılardan ve üreticilerden oluşmuş iyi örgütlenmiş toplum, Roma’nın bıraktıklarıdır. Yahudi karşıtı duyguların gelişmesine rağmen, Eski Ahit mirası Ortaçağın sonuna kadar sadece dinde değil, Ortaçağ kültürünün tamamında en güçlü ve zengin bir unsur olmuştur. Doğu bilgi ve birikiminin Avrupa’ya nakli Kitabı Mukaddes ile sağlanarak, Tanrı’nın insanlara aktardığı bilginin tamamı ansiklopedi olarak kullanılmış ve kabul edilmiş, ayrıca Kitabı Mukaddes temel bir tarih başvuru kitabı olarak da görülmüştür. Hristiyanlığın yerleşmesinde ve gelişmesinde Aziz Paulus’tan sonra, manastır hayatını düzenleyen, en önemli kişilik Aziz Augustinus’tur. Ortaçağ teologları ondan etkilenmiştir.  

 

İSLAMİYET’İN ORTAYA ÇIKMASI 

Persler-Roma arasındaki savaşlarda bir istisna olarak yüz yıldan fazla süren III.Şahpur-Roma barışı sırasında (384-502), her iki imparatorluk Arabistan’a, vahalarından ve çöllerinden geçen pahalı, uzun ve tehlikeli ticaret yollarından vazgeçmiş, ticaret Anadolu-İran-Orta Asya yönünde akıyordu. Basra Körfezi, Arabistan-Kızıldeniz-Yemen yolu önemini kaybedip ticaretin son bulmasıyla tekrar deve göçerliği yaygınlaşmış, genel olarak kültür ve yaşam kalitesi düşmüş ve çok uzun süreden sonra ilk kez Arabistan uygar dünyadan iyice soyutlanıp 4.-6. yüzyıllarda bedevileşme, yoksullaşma yaşanmıştı. Müslümanlar için bu döneme ‘cahiliye’ denir, çünkü bu dönem daha öncekilere göre de çok karanlıktı. İslamiyetin ortaya çıkması bu açıdan bir restorasyon dönemidir ve Kuran’da İbrahim Peygamber dininin restorasyonu olarak bildirilir. 

İslamiyet öncesi ‘Cahiliye’ döneminin en belirgin özelliği putperestlik ve kabilecilik, çöllerde yaşayıp hayatta kalabilmek için sıkı kenetlenmiş bir grup içinde yaşamaktı. Kabileler arasındaki sürekli savaşlar erkekleri daha değerli yapıyor, aileye katkıda bulunamayacağı düşüncesiyle kız çocuklarını öldürme kararı bile alınabiliyordu. Kollektif cezalar da uygulanırdı kabilelere, acımasız ve ilahiyattan yoksun bir toplumdu. 

İbni Haldun, Arablar ve toplumunu değerlendirirken; onların birbirine boyun eğmekte zorlanan, çok katı, özsaygılı ve azimli, kötü huy ve alışkanlıklardan uzak, sadece yabanıl huylu insanlar olduğunu söyler: Bir düşünce ve inanç çevresinde birleştikleri pek az olur. Ama peygamberlikle beraber bir din ortaya çıkar, peygamber de kendi aşiretlerinden olursa onları içten bağlayan bir güç oluşur. Bu din onları birbirine bağlayarak yapılarını yumuşatır, kıskançlık ve rekabetlerini azaltır. Peygamber hakkı duyurup egemen kılmak için inanç çerçevesinde birleştirir onları. Böylece Arablar birleşip devlet kurma imkanını bulmuş olurlar 

İbni Haldun Mukaddime’sinde şöyle der: Ekonomik nedenler ‘toplumsal yaşam’ın vazgeçilmezliğinde asıl etkendir. Toplumsal yapılar, aile, boy, kabile ve aşiret ilişkileri ile kültürel yapılar; değerler, kurallar, gelenek ve görenekler, alışkanlıklar, bunların tümü asabiyeti oluşturan etkenlerdir. Devletlerin oluşmasında her evrede temel dayanak ‘ekonomik’ koşullardır. Din adı altında fetihciliğin asıl amacı ‘ganimet’ ve daha verimli topraklar elde etmektir. Devlet kurulumu ancak kabile ve yakınlık bağı yardımı ile oluşur. Egemenlik onurlu ve çok çekici bir makamdır, yakınlık bağı koruma, kollama, savaş ve can fedası gerektirir. Egemenlik zorla, yengiyle sağlanır, yengi ise ancak yakınlık bağlarını ve eğilimlerini hak aramada birleştirme yoluyla oluşur. Gönülleri birleştirmek ve kaynaştırmak tanrıya yöneliş ile olur, farklı yönelişler birleşir bir araya gelir.  

İbni Haldun’a göre: İnsanlık için, Tanrı katından geldiğine inanılan bir din ve şeriat ortaya çıkaran bir düzenleyiciye gerek vardır. O insanın sivrilmiş, tanınmış biri olması gerekir ki halk teslim ve kabul etsin. Dinsel çağrı topluluk gücüne ve desteğine dayanmadan, yakınlık bağı olmadan hedefe ulaşamaz. Toplum desteğini alamayan hiç bir peygamber olmamıştır. Din savıyla ortaya çıkan kimse samimi olmadıkça ve insanlara iyi öğütlerle, iyinin yolunu gösterme amacını gütmezse başarılı olamaz. 

Muhammed’in doğduğu 6.yüzyılda şartlar yeniden değişip Perslerle Bizanslılar uzun bir savaşa girişince; Anadolu-İran-Asya yolu güvenilir olmaktan çıkmış, Arab halkları ve toprakları yeniden ve her iki taraf için de önemli olmaya başlamıştı. Basra Körfezi ve Mezopotamya yolu Bizanslılar için çok sakıncalıydı ve Bizanslılar bir kez daha Perslerin ulaşamayacağı yeni yolları tekrar bulmak zorundaydı. Bu olaylar Arab yarımadasını da önemli ölçüde etkilemiş, bu gelişmelerin ardından Arabistan’a yanlarında yeni yöntemler, düşünceler ve ürünler getiren çok sayıda sömürgeci, mülteci ve diğer yabancı topluluklar gelmişti. Arabistan’dan geçen ticaret yolları ile tüccarlar ve ürünler, süren Pers-Bizans mücadelesinin sonucu çoğalmıştı.  

Dışarıdan gelen bu etkilerle Arablar, daha sonraki olaylarda  çok değerli olan silah ve zırhlı kullanmayı, ayrıca dönemin askeri yöntemlerini öğrenmişlerdi. Tüccarlar önceden hiç bilmedikleri şeyleri getirmeye başladıkça ilerlemiş toprakların zevkleriyle tanışmışlar ve bunları hızla keşfedip tadını çıkarıyorlardı. Arablar manevi ve kültürel etkilenme de yaşamış, yazıyı öğrenerek yeni alfabe oluşturmuşlar ve kendi dillerini yazmaya başlamışlardı. Dışarıdan yeni düşünceleri almışlar en önemlisi o zamana kadar bir çoğunun peşinden gittiği ilkel paganizm yetersiz kalmış, gelişip büyümeye, zenginleşmeye başlayan buralarda, aşiretleri biraya getirecek, barış düzenini sağlayacak, yeni bir din arayışına ihtiyaç duyuluyordu. 

Aslında ulaşabilecek uzaklıkta birkaç yeni din anlayışı  bulunuyordu. Hristiyanlıkta büyük ilerleme olmuş, güneydeki Yemen ve Nijjar’da Hristiyanlar vardı. 7.yüzyılda Arabistan’daki Hristiyanlar ve Museviler tamamen Arablaşmış ve o toplumun bir parçası olmuşlardı. Eski Ahit öyküleri ve efsaneleri halk arasında konuşulur ve dinlenirdi. Pers dinleri fazlaca milli olduğu için benimseyen pek olmamıştı. İbrahim Dini’nin takipçileri olan Hanifiler putlara tapmayı bırakmıştı, ama dönemin rakip dinlerinden birini benimsemeye istekli değillerdi.  

 Görünüşü, güvenirliliği ve uzlaştırıcılığı ile Arab toplumunun çok saygın bir üyesi olan ve halk arasında son derece ahlaklı bir kişi olarak bilinen Muhammed, tarih yazımının yeni dinin doğru olduğunu kanıtlamak amacıyla bize sunduğu gibi tam olarak eğitimsiz biri değildi ve biyografisinde anlatılandan daha fazla matematik ve yazı bilgisine sahipti. Kısa sürede çok başarılı ve saygın bir tüccar ve işadamı olmuş, eşine ait büyük bir kervanı yönetiyordu (günümüz lojistik sistemi). Bunlar için gerekli bilgi birikimine ve gerektiği kadar okuyup yazmaya sahip olduğunu gösterir. Ticaret Mekke’nin en önemli ve itibarlı bir işiydi. Ayrıca o dönemin tüm insanlarında okuyup yazmaktan ziyade ezberleme yetisi gelişmişti. Hira dağına çekilir, doğa, toplum, yaşam, öyküler ve efsaneler üzerinde düşünür, muhtemelen orada görüştüğü Hahamlar ve alimlerle sohbet eder, bilgi alışverişinde bulunurdu. Eski Ahit’te ‘Talmut’ adıyla korunan, Sina Yarımadası’na atıflarda bulunan fabl ve destanlar serisinin izlerine Kuran’da görülmektedir. Öte yandan, Muhammed ile aynı döneme ait ve onun hayatı ile ilgili bilgi veren tek kitap olan Kuran’ın, her nasılsa, Mısır dönemine, Pisagor teoremine ve diğer ilimlere dair oldukça yüksek bilgi içerdiği görülmektedir.   

Muhammed 40 yaşına doğru peygamber olmuştur. Bir ramazan gecesi Hira’da derin rüya halindeyken, Cebrail Muhammed’e görünerek ‘oku’ demiştir: ‘Yaratan Rabbinin adıyla oku! O, insanı bir kan pıhtısından yarattı. Oku! Rabbin, egemenliğin sahibidir. O’dur yazmayı, insana bilmediğini öğreten. ’Bunlar Kur’anın  doksan altıncı suresinin ilk beş ayetidir.  

Arapça bir sözcük Kuran ‘ezberden okuma’ anlamında ve İslam inancına göre Allahın Muhammed’e  indirdiği vahiyleri ihtiva eder. Muhammed aldığı vahiylerden sonra halkına gitmiş ve bundan sonra putlara değil, evrensel bir tek tanrıya tapmalarını söylemiştir. İlk mesajı : ‘Allahtan başka ilah yoktur’ (La ilahe İllallah)    

Muhammed’e gelen vahyin kaynağı neydi. Muhammed  bir ses işittiğini mi zannetti, yoksa ilahi bir varlık onunla konuştu mu gerçekten. Yani; Peygamber mi Kuran’ı ortaya çıkarmıştır, yoksa Kuran Peygamberi mi. Müslümanlar, Kuran’ın Peygamber’i ortaya çıkardığına iman ederler; bir insanı Müslüman yapan bu inançtır.  Kuran’ın en temel karakterinin ‘Allah Merkezlilik’ olduğu fark edilir: Övülen sadece Allah’tır ve her olay O’nun kudret ve inayetine bağlanır. Bu noktada; Yeni Ahit ile Kuran arasında çok önemli bir fark vardır. İsa’nın hayatından bahseden İncillerdekinin aksine, Kuran Muhammed’den sözetmez. O’na söyler.  

O zamanlar çöllerdeki vahalarda yaşayan göçebe kabilelerin yaşadığı yerlerden biri de ticaretle geçinen önemli bir merkez, Mekke’ydi. İleri gelenler onu düzen bozucu olarak gördükleri için şüpheyle karşılamış ve muhalefet etmişlerdir. Kendisine ilk kendi ailesi, sonra da Hanifiler diye bilinen geniş bir çevre inanmıştı. Ancak inananlara muhaliflerin uyguladığı şiddetli baskılarla  bunların bir kısmı Etyopya tarafına göçtüler. Kendisi ile birlikte 60 civarında inanan da Mekke’ye 350 km uzaklıkta, halkının önemli bir kısmı Musevi olan küçük Yesrib şehrine göçeceklerdi. Bu olaya ‘Hicret’ denir. Yesrib zaman içinde İslam topluluğunun, dininin merkezi haline geldi ve oraya yalnızca ‘Medine’ denmeye başlandı. Yesrib halkının kendilerini yönetecek, anlaşmaları çözecek bir lidere ihtiyacı vardı ve bunun için Muhammed’i davet etmişlerdi. Bu nedenle Medine’de dinsel yetkilerin yanında siyasi ve askeri yetkilerle donatılmış bir yönetici olmuştu. Böylece Medine’de ilk ‘Müslüman Devleti’ kurulmuştu. Bu devlet daha sonra ilk olarak Mekke’yi fethedecek, şehrin ileri gelenleri ortadan kaldırılacak ve putperestlerin yerini İslamiyet inananları alacaktı.  

Muhammed’in hayatı öncekilerden farklı, Musa vadedilen topraklara ulaşamamış, İsa bir çarmıhta öldürülmüş, Muhammed ise hedeflenen toprakları ele geçirmiş, yaşarken de güç ve zafer elde etmiş, dünyevi egemenliği üzerine alarak, peygamberliğinin yanı sıra siyasi otorite de olmuştu. İslam toplumunun tartışmasız dünyevi lideri olarak yasalar yapıyor, adalet dağıtıyor, vergi topluyor, diplomasi, savaş ve barış yapıyordu. Başlangıçta bir topluluk halindeki ‘Ümmet’, önce bir devlete, daha sonra imparatorluğa dönüşecekti 

632’de vefatıyla Muhammed’in peygamberlik görevi tamamlanıyordu. Müslümanlar için onun peygamberlik amacı; önceki peygamberlerin getirdiği çarpıtılmış inanışları ya da terkedilmiş gerçek tektanrıcılığı canlandırmak; puta tapanları yok etmek ve Tanrı’nın en son Vahy’ini gerçek inanç ve kutsal yasa olarak somutlaştırarak ortaya koymaktı. Bundan sonra başka bir peygamber gelmeyecekti ve başka bir Vahiy de olmayacaktı. Muhammed son peygamberdi. 

Kuran’da Müslümanların sosyal, ahlaki, hukuki hayatı gibi konularda ayrıntılı bilgiler verilmiş, kendi aralarında danışmaları ve yetkili olanlara itaat edilmesi işlenmişti. Fakat peygamberin ölümünden sonra nasıl ve ne olmalıdır, hakkında en ufak bir bilgi yoktur ve herşey belirsizdir. Bu nedenle onun ölümünden sonra kavga, tartışma ve kaos ortaya çıkmıştı. Suskunluğun nedeni; ‘Peygamber’in dönemindeki gibi Kuran’ın emirlerinin hakim olacağı, Tanrı’nın yasasına ve kurallarına göre yaşanacağına saf ve katıksız bir teokrasi rejiminin yeterli olacağıdır’. Ancak Peygamber’in ölümünden hemen sonra ‘bu teorik görüş’ kısa süre içerisinde geçerliliğini kaybetmiş ve hem halef, hem vekil demek olan Halifelik kurumu ihtiyaçtan yaratılmıştır. Halifelik nasıl bir kurumdu, dini mi yoksa siyasi mi. Şiiler; İmamet dinin rüknü ve İslamın esasıdır demiş ve vakit geçirmeden imam tayin edilmesini, bu görevin ümmete havale edilmesinin caiz olmadığını belirterek, Ali’yi halef olarak tayin etmişlerdi. Hariciler ise Yehova’dan esinlenip, Tanrı’dan başka bir egemen yoktur ve egemenlik kayıtsız şartsız Tanrı’nın diyerek, halifeliğin ne dinen, ne de akılsal bakımdan gerekli olmadığını ileri sürerek, genel olarak İslam toplumunun her alanında Kuran’ı esas alıp onun ilkeleri ve kurallarına göre hareket etmenin yeterli olacağını savunuyorlardı. Onlarla aynı fikirdeki Mutezile, ne Ali, ne de Muaviye fikrindeydi. 

Böylece manevi görev tamamlanmış ve manevi işlev sona ermişti ama ilahi yasayı devam ettirme ve tüm dünyaya yayma amacını taşıyan dini görev hala sona ermemişti. Bu amacın tam olarak gerçekleşmesini sağlamak bir devlet içinde siyasi ve askeri güç kullanarak, yani tek kelimeyle egemenlik sayesinde mümkün olacaktı. Müslümanların bir lidere ihtiyacı vardı. Ehl’i Sünnet imam zaruridir diyerek, sahabe ile görüşbirliği (icma ve ittifak) yaparak, Muhammed’in en yakınlarından biri Ebubekir üzerinde karar kılınmıştı. Bu yöntem daha sonra İslam fıkıh doktrininde ‘Kuran, Sünnet, İcma’ makamı olarak belirlenmiştir. 

İbni Haldun: Hilafet Şer’an vaciptir, ancak namaz vecibesi ile dinselliğe ve şer’iliğe sahip olmayan, özüyle halkın nazarına ve takdir yetkisine havale olunan amme ile maslahatlardan ibarettir der. İki görevi ve işlevi vardır: Dinin korunması ile muhafazası ve Dünya işlerinin dini bakış açısından yönetilmesini hedefleyen dünyevi bir siyaset. (Bugün İslam’ın yeniden canlandırılması ve dini olarak bir halifelik kurumu oluşturmak yönünde herhangi bir ciddi arzu yoktur) 

Peygamberlikte ve Halifelikte din ve dünya birlikteliği nedeni İbni Haldun’a göre; Hristiyanlarda dini cemaatin Kilise ve onun temsilcisi Papa ile örgütlenmesi, Yahudilikte ise Kohen ve Kohenlik, İslamda onun karşılığı Ümmet ve Halifedir. Demek ki toplulukların dünyevi, siyasi hayatları bakımından bir Papa’nın veya Halife’nin varlığı yeterli değildir. Bunun için başka bir egemenlik gereklidir, işte ‘Hükümdar’ adı verilen ‘şahıs’ budur. Durum böyle olduğu halde İslam’da bu neden farklı olmuştu. 

İbni Haldun’a göre; ‘Dinler arasında önemli bir farklılık vardır. İslam ümmetinde davet, genel ve evrenseldir. Gerek gönüllü gerek cebren herkesi İslam’a sevketmek bir vecibedir. Bu yüzden İslam’a cihat teşri kılınmıştır. Bu nedenle İslamda Hilafetle mülk birleşmiştir. Çünkü bu görev yöneticiye güç gerektirmektedir.’  

Yahudilik’te peygamberlik tek başına, yani krallık olmaksızın kendi kendine yetebilir veya toplumlar aynı zamanda bir krala ihtiyaç göstermeksizin varlığını bir cemaat olarak sürdürmeyi deneyebilir. Yahudiler sadece dini bir topluluktur, başkalarını Yahudiliğe davet eden bir evrensel çağrıları yoktur. Hristiyanlık dini bir topluluk olmasına rağmen o da genel ve evrenseldir, teorik olarak doğrudan ve zor yoluyla Hristiyanlığa davet etmek gibi bir doktrin yoktur (gerçek böyle değildir). İslam’ın doktrini evrensel ve zorlamacılığının yanısıra yerindeyse yeryüzünde var olma hakkına sahip olan tek devlettir. Başka bir ifadeyle Müslüman tip bir devlette ideal olarak ruhsal olanla dünyevi olan arasında tam bir birleşme, kaynaşma olmak, halife aynı zamanda melik olmak zorundadır. 

İbni Haldun bu idealin fazla uzun sürmediği, Emevilerle birlikte hilafetin ortadan kalktığını, yerini mülke ve saltanata bıraktığını söyler, halifeliğin kalkmasıyla ‘cihad mükemmelliyeti de muttal oldu’der. Bunun yanısıra dini cemaat liderliği namazda imamlık, fetva, kaza vazifeleri kalktı. İkinci olarak ulema da eski konumunu yitirip monarşinin hizmetinde olan hukuk müşavirlerine dönüştü. Hükümdar veya sultanın hükmü ümranın tabiatının icabına göre cereyan eder. Zira istişare yetkisi, karar verme ve icra yetkisi sadece asabiye sahiplerine aittir.’ 

Sonuçta; Emevilerden itibaren İslamda ‘teokrasi’ sona ermiş veya büyük ölçüde kaybetmiş, onun yerine monarşi geçmiştir. Din ile devletin kaynaşması artık mümkün değildir. Bu olumlu bir gelişmedir de; çünkü dini toplumla siyasi toplumun birbirinden ayrılması böylece mümkün olmuş, fakat bunlara rağmen Batı anlamında gelişme olmamıştır. Çünkü; geleneksel Doğu toplumlarında; kadim çağlardan bu yana devam ettiren olgu saray ve tapınağın yanında bunlarla eşit haklara sahip başkaları (halk, sınıflar ve agora) oluşamayacaktı. Din Sosyolojisi Açısından her ne kadar İslamiyet’i, bizler bir din olarak tanımlasak da, Peygamberin onu daha çok bir millet olarak tanımlamış olması muhtemeldir. 

 

 

SÖZÜN ÖZÜ 

İbni Rüşd peygamberliğin neden varolduğunu anlatırken; vahyedilmiş dinler, toplum düzeni için zorunlu, demektedir. Filozofların kendileri de bir toplum içinde yaşarlar. Onların da varlıklarının mümkün olması, aradıkları mutluluk ve mükemmelliğe erişmeleri için bir toplum şarttır. 

İbni Rüşd vahyedilmiş dinlerde hem halkın anlayabileceği hem de filozoflara hitabeden burhanın olduğunu söyler. Filozoflara göre şeriat, bütün insanları genel bir yolla ’hikmet’e (özelliğine) götürmeye sahip olduğundan herkese zorunludur. Çünkü felsefe ancak insanlar içinde akıl sahibi olan belli bir grubu mutluluğun bilgisine götürdüğünden onlar felsefeyi öğrenmek zorundadırlar. Şeriatlar ise genelde halkı bilgilendirmeye çalışırlar.  

Acaba sadece akla dayanan ’doğal bir din’ mümkün müdür. Evet ama bu din, hem akıl hem de vahiyden kaynaklanan dine göre çok tatsız, kuru ve daha az mükemmel olur. Felsefe sadece akla dayanırken din, hem akla, hem vahye ve ilhama dayanmaktadır. Bir din genel olarak herkese, ama özel olarak halka hitabeder. Bir dinin amacı ise esas olarak halkı erdemli fiillerde bulunmaya sevketmektir. Bir din amacına uygun olarak halka ne derece daha iyi hitabetmenin yollarını bulursa, onları ne derece daha güçlü bir tarzda etkileyebilirse, o derece diğerine göre daha üstündür.  

Farabi, filozoflar ile halk arasında bilgi edinme bakımından farklılıkları söylerken: Filozoflar veya seçkinler kesin ispatla desteklenmiş bir bilgiye sahip oldukları halde, sokaktaki insan, halk ancak sağduyusuna ait olan bilgilere sahiptirler. Birinciler bilgilerde ispat aradıkları halde, ikinciler hayal güçlerine hitap eden ikna edici delillerle yetinir, zira daha fazlasını içermeye müsait değillerdir.  

Peygamberler, insanların gelecek bir hayata inançlarını ve bu hayatta insanları bekleyen bir mutluluk ve azap olduğunu tesis etme zorunda, ama bu onların anlayış seviyelerine uygun düşecek, ruhlarını tatmin edecek bir tarzda olmalıdır. Bunun için peygamberler, onların hayal gücüne hitabederek öbür dünyada kendilerini bekleyen mutluluk ve azabı, bu dünyada onlardan anlattıkları şekilde tasvir edeceklerdir. Bu şeylerin gerçek mahiyetlerini açıklamaya kalkmayacaktır.  

Nitekim peygamberler eğer bedevi Arablara ve Yahudilere Tanrı’nın nitelikleri hakkında filozofların görüşlerinden söz etmiş olsaydı, onlar buna karşı çıkıp kendilerine söylenen imanın boş olduğunu söylemekte gecikmeyecekti. İbni Sina gelecek bir hayatı onaylayan, bununla birlikte bu hayatta yemekten, içmekten ve diğer bedeni zevklerden söz açmayan Hristiyanlık öğretisini çok ‘aptalca’ bulmakta, O’na göre bir şeriat, eğer gelecek hayatta bedenlerin haşrını, hesap görülmesini, bedeni mükafat ve cezalandırmalarını öğretmez ve sadece tinsel mükafat ve cezadan bahsetmekle yetinirse, çoğu bunu anlamaktan uzak, gelecek hayatla ilgili herhangi bir arzu veya korku duymayacaktır. 

O’na göre peygamberlerin, insanlara getirdikleri öğretilerin onların hafızaları ve düşüncelerinde yer etmeleri, kökleşmeleri, kendileri öldükten sonra da unutulmamaları, insanlarda Tanrı ve gelecek hayatla ilgili arzu ve korkuların sürekli uyanık tutulmaları için, birtakım yolları da bulmaları gerekir. Bunun için onların insanlara devamlı olarak Tanrı’yı ve gelecekteki hayatı hatırlatacak bazı pratikleri empoze etmeleri zorunludur. Bu pratikler ya bazı hareketlerin emredilmesi (mesela namaz) veya yasaklanması (mesela oruç) şeklinde ortaya çıkacak, bunlara şeriatı kuvvetlendirmeye ve yaygınlaştırmaya yarayacak diğer bazı öneriler (mesela Hac, Cihad) eklenecektir. Halkın düşüncelerini yoğunlukla Tanrı ve gelecek hayat üzerinde tutmasını sağlayan bu pratikler olmasa, insanlar peygamberin ölümünden bir, iki kuşak sonra öğretisini unutmaya gideceklerdir. 

Peygamber esasen halka hitap eder, bu nedenle onun öğretisi halkın ihtiyaçları ve özelliklerine uygun olarak düzenlenmiştir. Halk, akıl ve burhan ehli değildir, hayal gücü ve ikna ehlidir. Bundan dolayı ona hitap ederken tanrısal-metafizik gerçekleri onun hayal gücünün kavrayabileceği bir şekilde duyusal semboller ve benzetmeler altında ifade etmek zorundadır. Filozoflar ise akıl ve burhan ehlidir ve bu sembol ve benzetmelerin gerisinde bulunan gerçeklerin akli, kesin, ispatlayıcı bilgisine sahiptir. Onlar Tanrı’nın özünü, gerçeğini, gelecek hayattaki kaderin gerçek mahiyetini bilirler. Tanrı’yı idrak edebilen yegane varlık insandır. 

Peygamberler akılla değil, tahayyül ile tasvir ederek, akıl üzerinden yükselir, Faal Akıl veya muhayyile gücü ve ilhamla alır vahyi. Akılla temas edenler, sadece filozof peygamberlerdir (Musa, İsa, Muhammed), diğerleri muhayyile ile temas edenlerdir. Peygamberlikte, filozofluğa ek bir ‘Şeriat’ getirebilme, buna insanların itaat ettirilmesini sağlamak üzere mucizeler gösterebilme, bu Şeriat’ın devamı için birtakım etkili pratikler tasarlama özelliği veya gücü vardır. 

İbni Haldun Mukaddime’sinde şöyle der: Ekonomik nedenler ‘toplumsal yaşam’ın vazgeçilmezliğinde asıl etkendir. Toplumsal yapılar, aile, boy, kabile ve aşiret ilişkileri ile kültürel yapılar; değerler, kurallar, gelenek ve görenekler, alışkanlıklar, bunların tümü asabiyeti oluşturan etkenlerdir. Devletlerin oluşmasında her evrede temel dayanak ‘ekonomik’ koşullardır. Din adı altında fetihciliğin asıl amacı ‘ganimet’ ve daha verimli topraklar elde etmektir. Devlet kurulumu ancak kabile ve yakınlık bağı yardımı ile oluşur. Egemenlik onurlu ve çok çekici bir makamdır, yakınlık bağı koruma, kollama, savaş ve can fedası gerektirir. Egemenlik zorla, yengiyle sağlanır, yengi ise ancak yakınlık bağlarını ve eğilimlerini hak aramada birleştirme yoluyla oluşur. Gönülleri birleştirmek ve kaynaştırmak da tanrıya yöneliş ile olur, farklı yönelişler birleşir ve bir araya gelirler.  

İbni Haldun’a göre: İnsanlık için, Tanrı katından geldiğine inanılan bir din ve şeriat ortaya çıkaran bir düzenleyiciye gerek vardır. O insanın sivrilmiş, tanınmış biri olması gerekir ki halk teslim ve kabul etsin. Dinsel çağrı topluluk gücüne ve desteğine dayanmadan, yakınlık bağı olmadan hedefe ulaşamaz. Toplum desteğini alamayan hiç bir peygamber olmamıştır. Din savıyla ortaya çıkan kimse samimi olmadıkça ve insanlara iyi öğütlerle, iyinin yolunu gösterme amacını gütmezse başarılı olamaz. 

Günümüzde insanlığın inanışları ve yaşam biçimleri çok büyük kitleler halinde iki büyük din halinde yoğunlaşmıştır: İslamiyet ve Hristiyanlık. Bu dinlerin kökeni de aslında Museviliğe ve daha gerilere gidip İbrahim Peygamber dinlerine kadar uzanmaktadır. 

Kutsal metinler ‘İbrahim Dinleri’ başta olmak üzere her dinde büyük öneme sahiptir. Ama yine de, bir dinin öğretileri, sadece onun kutsal metinlerinden kaynaklanmaz, çünkü kutsal metinler insanlar tarafından yorumlanarak hayata geçirilir. Bu nedenle aynı din farklı toplumlarda farklı biçimlerde ortaya çıkar. İsa’nın izinden gidenler, tarih boyunca İncil’e farklı anlamlar yüklemiş ve yüklemektedirler. Benzer bir durum Muhammed’in izinden giden Müslümanlar için de geçerlidir. Çünkü insanlar, yaşadıkları dönemin ve çevrenin etkisinde biçimlenen çok faklı zihniyetlere sahiptir; farklı mekan ve zamanlar ile sosyal ve ekonomik yaşamlar bu farklılıkları yaratır. Bu nedenle bazı insanların niçin Akılcı olduklarının veya neden dogmatik düşündüklerini anlamak için onların yaşadığı dönemlere iyice bakmak gerekir.  

İslam’da yapılagelen dogmatizm tartışmalarının, Hristiyan dünyada da yapıldığını ve yaşandığını bilmek gerekir. ‘Teslis’ kavramını icad eden erken dönem Hristiyan ilahiyatcısı Tertulianus, akla son derece muhalif birisiydi. Ona göre Akılcılık, putperest Yunanlardan devir bir sapıklıktı. ‘Madem Mesihimiz ve İncilimiz var, o halde meraklı meraklı sorup soruşturmaya gerek yoktur’ diyordu. Onun bu imana akli dayanak aramayan, ‘iman için iman’ ısrarı Katoliklerde 19.yüzyıla kadar etkisini sürdürdü. 

Fakat Hristiyanlık tarihinin belli bir noktasında, Akılcı görüş, İslam dünyasındakinin tam tersine, daha hakim bir konuma yükseldi. Hatta denebilir ki Akılcı aydınlığı, bir medeniyetten ötekine geçti. Aquino’lu Thomas felsefe, bilim ve din arasındaki sentezleriyle Batı dünyasında modernliğin kapılarını açtı. Diğer taraftan Farabi’nin 10.yyda tasavvur ettiği bireyin hak ve özgürlüklerini güvence altına alan Devlet fikri, ilk Batı’da meydana geldi. Kısacası, akıl ve özgürlük Hristiyan dünyasında gelişirken, İslam dünyasında durakladı, hatta geriledi. 

Akılcılar kabile hayatı süren sert mizaçlı Haricilerin tam aksine şehirli ve eğitimli Müslümanlardı. Önce Suriye’nin ardından Irak’ın ticaret ve kültür merkezlerinde ortaya çıkıp geliştiler. Onların devamı Mutezililer de iyi eğitimli, kozmopolit entelektüellerdi ki Yunan felsefesiyle baş edebilecek Akılcı İslam ilahiyatı oluşturmaya gayret ettiler.  

İlk Abbasi kenti Kufe, İslam dünyası için hem entelektüel hem de bir ticaret merkeziydı. Ebu Hanife ticaretle uğraşıyor ve kentteki Yunanlar, Hintliler, Arablarla çok farklı kültürlerle içiçe birlikte yaşıyordu. Bu nedenledir ki; onun metinleri okuma tarzı, doğal olarak insanların günlük hayatı çevresinde biçimlendi. Buna karşılık Hanbeli ticaretten uzak küçük bir toprak sahibiydi ve piyasaya şiddetle karşıydı. Bu nedenle Hanbeli’nin mesajları daha ziyade eğitimsiz ve ticaretle ilişkisi bulunmayan çevrelerde hayat buldu ve yasakları yarattı.  

İslam’da Muhammed’in mesajına yapılan yorum ve değerlendirmeler ‘doğru görüş’ün ne olduğunu belirleme yetkisine sahip yasal, Kilise gibi bir kurumun olmayışının, İslam’ın tarihsel olarak hem kuvveti, hem de bir zaafı olmuştur, çünkü entellektüel anlamda böyle bir ‘dogmatik’ otoritenin olmaması İslam’ın çeşitli yönlerde özgürce anlaşılması ve yorumlanmasına, değişik özgün hareketlerin ortaya çıkmasına imkan vermiştir. Zaafı olmuştur, çünkü İslam üzerinde yapılan bu farklı yorumlar sosyal ve özellikle siyasi sonuç ve yansımaları ile bazı anarşik ortamlar yaratmış, bunun için sağduyuya başvurmak zorunluluğu oluşmuş, yorum ve içtihat kargaşalığını kaldırmak üzere bizzat yorum ve içtihadın kendisini ortadan kaldırarak cereyan etmiştir. 

Kelam’da öyle problemler vardır ki, mesela insani irade, seçme yetisi ve kudret ile tanrısal irade, tanrısal takdir arasındaki ilişkilerin araştırma konusu olması zorunludur. Zira Kuran’da insanların hem  bu eylemleri yaptıkları, hem de bu tür eylemlerinden sorumlu tutuldukları ayetler vardır; diğer taraftan Tanrı’nın emri, iradesi ve bilgisi dışında evrende hiçbir şeyin oluşamayacağı ifadeleri de vardır. Şimdi bu iki tür ifadeler arasında bir çelişkinin, bir gerilimin olduğu açıktır. Bunun açıklanması, giderilmesi için rasyonel bir açıklama, yorumlama, uzlaştırma çabasına ihtiyaç duyulduğu bir gerçektir. 

Mısır ve Mezopotamya devletlerinden bu yana Doğu’da her devlet, bir din devleti olarak ortaya çıktığı gibi, her din de aslında kendisini bir siyaset olarak ortaya koymuştur. Bu olgu geleneğin son temsilcisi İslam için de geçerlidir. Kuran salt olarak Tanrı, insan ve evrene ilişkin bir metafizikten ibaret olmayıp, aynı zamanda bir medeni yasa, bir ceza yasası, kısaca ‘Şeriat’ olduğu gibi Muhammed de kendisini salt bir peygamber olarak değil, aynı zamanda bir ‘kanun koyucu’ bir ‘devlet kurucusu’ olarak ortaya koymuştur. 

Avrupa’da da hoşgörünün en yüksek olduğu çoğulculuğun ve aklın öne geçtiği yerler ticaretin yoğun olduğu Hollanda gibi yerlerdi. Buralarda ekonomik dinamizm, sanat, felsefe ve bilim yanısıra dini düşünceleri de etkileyerek daha demokratik ve özgür bir çevre ortaya çıkıyordu. 

Akılcılar ile Gelenekçiler arasındaki çatışma sadece teolojik ve doktriner değil, aynı zamanda ideolojik planda oluşan bir sosyal çatışmaydı. Akılcılar ticaretle ve zanaatle uğraşır, gelenekçiler genellikle toprak sahipleri ve onların müttefikleriydi. Kapitalist ekonominin gelişmesine engel olan faktör tüccar sınıfların ikta sisteminin yarattığı egemen asker, bürokrasi karşısındaki zayıf siyasi konumuydu. Ve de Sermaye sınıfının ve mülkiyet haklarının gelişememiş olmasıydı. 

Bir diğer faktör de, 12.yüzyıldan itibaren ticaret giderek Müslümanların elinden uzaklaşıyordu. Önce Akdeniz kaybedildi, Akdenizin kuzey ve doğu bölgelerinde artık Haçlılar hakimdi, 13.yüzyıldaki Moğol istilası da ani ve yıkıcı bir etki yaratmıştı. Amerika’nın keşfi ve Uzakdoğu’ya Atlantik yolunun açılmasıyla 15.yyda Batı Avrupalılar Hindistan ve Çin’e doğrudan Okyanus üzerinden ulaşabiliyor ve eski ticaret yolları önemini kaybetmeye başlamıştı. Keşifler ve yoğun ticaret Avrupa’yı zenginleştirirken Müslüman dünyanın önemi ve gelirleri azalmıştı. Bu durumda İslam’ın yorumu ve anlayışı canlı ticaret ortamında değil çorak çöl topraklarında şekillenip biçimlenecekti. Böyle bir ortamda hiçbir şey gelişemeyecek, herşey bidat olacaktı. 

Ortadoğu’daki çoraklık, tarımın da gelişmesini engelleyerek üretim fazlası oluşturmadığı için yerel feodal yönetimler gelişip güçlenemedi. Aksine güç, çok yoğun işgücü kullanan merkezi yönetimlerde hayat buldu. Avrupa’daki senyörlükler buralarda oluşamamış buna karşı eskiden beri süregelen imparatorluklar düzeni devam etmişti.  

Coğrafi olarak Ortadoğu, Avrupa’da olduğu gibi geniş ve bol yağışlı, ormanlı, bol akarsulu düzlüklerden ve dantel gibi işlenmiş kıyılardan yoksundu. Avrupa coğrafyası çeşitli büyüklüklerdeki, toplumların, şehir devletlerinin, dükalık, cumhuriyet ve ulusların ortaya çıkarmasına imkan vermişti. Avrupada 500’den daha fazla devlet vardı ve bunların çoğu bir şehirden daha büyük değildi. 

Bütün bunlar oralardaki insanların, fikir, sanat ve teknolojinin yaygın gelişmesine imkan verecekti. Bu devletler arasında bitmez rekabet; siyasi kurumların, askeri teknolojilerin, yeniliklerin ve ekonomik etkinliklerin sürekli gelişmesini sağlamıştı… Halbuki gelişmenin, birlik ve beraberlik içinde olacağına inandırılmış Müslümanların ve Türklerin aksine Avrupa’daki çokluk ve rekabet onları büyütüp geliştiriyordu. 

Avrupa’nın verimli toprakları zengin ve güçlü feodal lordları yaratmış ve bunlar merkezi yönetime kafa tutabilmişlerdi. Bu feodallar krallarla iktidar mücadelesine girerek Magna Carta gibi liberal bir anlaşmayı yaratabilmişti. Martin Luther gibi aykırı din adamları Papa tarafından aforoz edildiğinde onun arkasında onu destekleyen ve koruyan güçlü Alman prensleri ve toprak sahipleri vardı. 

İkta sistemi zenginliğin ve gücün bireylerde birikmesine izin vermiyor, mülkiyet sistemini yok ediyor, sermayenin ekonomiye dönüşmesine engelliyordu. Bunun yarattığı tek liderde toplanan despotizm ile, babadan oğula geçecek uyuşuk hanedanlıklarda disiplin, itaat ve taklide uyan bir kültür İslam’a egemen olmuştu. Ordu ile Ulema arasında kurulan ittifakla birlikte Şeriat da katılaştı ve değişmez bir hayat tarzı meşru yönetim haline geldi. Kaderci ve boyun eğici patrominyal bir saltanatla uyumlu din içinde elbette reformlar ve yenilikler oluşamazdı.  

Süleyman A.Doğan, Kendime Makaleler, 04.23, İstanbul 

 

 

 

 

 

 

 

KAYNAKÇA 

1-İnancın En Güzel Tarihi, Jean Bottero 

2-İnsanlık Tarihi, Alaaddin Şenel 

3-Ortadoğu, Bernard Lewis 

4-İlkçağ Felsefe Tarihi, Ahmet Arslan 

   Plotinus, Yeni Platonculuk  

5-Avrupa’nın Doğuşu, Jacques Le Goff 

6-Ibni Haldun, Ahmet Arslan 

7-Özgürlüğün İslami Yolu, Mustafa Akyol 

8-Din ve İdeoloji, Şerif Mardin