Genel

İNGİLTERE’NİN ÖYKÜSÜ

İngiltere tarihi 5.yyda Britanya adasına Anglo-Saksonların ayak basması ile başlar. Ardılları İskandinav ve Norman halklarının da 8.yydan itibaren buraya gelip yerleşmesiyle karışım bir halk oluşmuştur. Anglo-Sakson Kral Edward’ın 1042’de birliği tekrar kurmasına rağmen, ölümünden sonra Normandiya dükü William, taht üzerinde hak iddia etmişti. Normandiya kralları Fransa’da geniş ve zengin toprakları olduğundan daha küçük İngiltere Krallığı bir süre, Pirenelere kadar uzanan büyük bir mülkün uzantısı gibi yaşadı.
Bu arada ülkede bir çok sosyal, dini ve siyasi karışıklar ve tarihi etkileyecek önemli olaylar yaşanmaktaydı. Bunlardan en önemlisi 1215’deki Magna Carta anlaşmasıdır. Tarihin ilk yazılı Anayasası sayılan Magna Carta dünyanın özgürlük adına attığı en büyük adım ve tarihin akışını değiştiren bir anlaşma olarak kabul edilir. Toprak ve gümrük vergileri, askerlik bedelleri gibi zenginliğini artırmak için yaptığı gereksiz yaptırımlarla baronları ve halkı fazlasıyla rahatsız eden, Papa’yla da geçinemeyen Kral John herkesi karşısına almıştı. 1214’de Fransa kralı Philippe ile yaptığı savaşı da kaybedince karşısında olanlar bundan bir fırsat çıkartmış ve Kral’a karşı 1215’de ayaklanarak Londra’yı ele geçirmişlerdi. Yenilgiyi kabul eden Kral, Magna Carta’yı kabul etmek zorunda kalmıştı. Böylece, Kral sınırsız yetkilerinden vazgeçmiş ve hukukun kendi arzularından daha üstün olduğunu kabul etmiştir. İlk başta, bu haklardan din adamları ve asiller yararlanmış olsa da zamanla bütün halk bu hak ve özgürlüklerden faydalanmıştır. Hatta daha ileri yıllarda ABD ve birçok ülke bu anlaşmanın maddelerini uygulamıştır: Hiçbir özgür insan yürürlükteki yasalara başvurmadan tutuklanamaz, hapsedilemez, sürülemez, mülkü elinden alınamaz; Adalet satılamaz, geciktirilemez ve hiçbir özgür yurttaş adaletten yoksun bırakılamaz; Yasalar dışında hiçbir vergi, yüksek rütbeli kilise adamları ile baronlardan oluşan bir kurula danışmadan haciz yoluyla veya zor kullanılarak toplanamaz. Derebeylik Kral karşısında daha güçlü hale gelmiş ve İngiltere bu anlaşma ile parlementer sisteme geçmiştir. Daha 1265’de her türlü zümre, zanaatkarlar, toprak sahipleri parlementoda temsil ediliyor, herkese seyahat özgürlüğü veriliyordu.
Daha sonra İngiltere Kralı III.Edward’ın Fransa tahtında hak iddiasıyla Fransız ve İngiliz krallar 1337-1453 yıllarında sonu gelmez 100 yıl savaşlarını yaşadılar. Bu dönemde vebanın da etkisiyle nüfusun yarısı yok olmuştu. Bu savaşlar sırasında Jeanne d’Arc İngilizler tarafından diri diri yakılacak, Fransa Kralı’nın ordudaki reformu ve güçlü bir topçu sınıfı kurmasıyla Fransızlar Paris’i ve Normandiya’yı geri alacak ve savaş sona erecekti. Sonuç; İngiltere’deki iç çatışmalardan sonra Monarşinin otoritesini parlamento aracılığı ile millete kabul ettiren VII.ve VIII.Henry’ler 1458-1541 yıllarında İngiltere’de düzen ve birliği sağlayacaklardı.
Pilgrimlerin Amerika kıyılarına yelken açmasından 100 yıl kadar önce İngiltere Katolik bir ülkeydi ve Papalık, Kral VIII.Henry’ye inancın savunucusu ünvanını vermişti. Ancak Luther’in Reform hareketinden sonra Papa’nın, Catherina ile evliliğini reddetmesi üzerine; Henry kendi Anglikan Kilisesini kurmuştu ve kendisini bu kilisenin başı ilan etmişti. Çok geçmeden manastırları kapatıp, Kilise’nin büyük mal varlığına el koydu. İngiltere artık protestan bir ülke olma yolundaydı. Henry’nin Aragonlu Catherina’dan olan kızı Mary kraliçe olduğunda ülkesinin Papalık otoritesine boyun eğmesine çalıştı. Birçok Protestanı sürgüne gönderip, üçyüzden fazlasını kazıkta bağlayıp yaktırmasına rağmen Protestanlığın önüne geçemedi. Mary’nin ölümünden sonra başa geçen I.Elizabeth, Papa’nın artık İngiltere üzerinde sözsahibi olmadığını ilan etti ve Latince yerine İngilizce’nin kullanılmasını başlattı.
VIII.Henry’nin kızı I.Elizabeth 1558’de Kraliçe olduğunda halkın büyük bir kısmı yokluk ve sefalet içinde yaşıyordu. Okuma yazma bilen yok denecek kadar azdı. Katolik-Protestan ayrılığı nedeniyle birbirleri ile savaşan gruplar vardı. İngiliz denizciler göreceli küçük gemileri ve I.Elizabeth’in de desteğiyle Afrika açıklarında korsanlık yaparak, kıyıları ve gemileri yağmalayarak geçiniyorlardı.
O dönemin en güçlüsü İspanya’nın kralı II.Philippe, Katolik kışkırtması ile çoğunluğu Protestan olan İngiltere’yi işgal etmek istiyordu. Papa’nın teşviki ve maddi yardım desteğiyle 1572’de İngiltere’ye savaş açtı. Yeterli parası, insangücü ve İspanya gibi büyük gemileri olmayan İngiltere’nin o dönemin en güçlü donanmasına karşı durması çok zordu. O sırada Kraliçe’nin davetiyle, Akdeniz’e açılan Osmanlı donanmasına karşı tedbiren İspanyol donanmasının bir kısmı oraya yönlendirilmiş ve İspanya 1588’de sadece 130 kalyon ve 70.000 askerden oluşan bir donanma ile İngiltere’ye saldırmıştı. Beklenmeyen birşey olmuş, daha küçük ve hareketli 35 İngiliz gemisi, Manş Denizi’ni iyi bilmenin de avantajları ile İspanyol gemilerinin büyük bir kısmını yakmayı başarmışlar, dev İspanyol donanması yenilerek çekilmek zorunda kalmıştı. Bu zafer hem I.Elizabeth’in halk nezdinde çok popüler olmasını hem de halkın uluslaşma duygularını güçlendirmişti. Elizabeth 1603’deki ölümüne kadar 45 yıl boyunca İngilizlerin Kraliçesi olacaktı
I.Elizabeth öncelikle gemiciliğe önem verdi, büyük gemiler yapımı için kaynak yarattı. Sayesinde, İngiliz gemileri Afrika kıyılarında baharat, porselen, ipekli, pamuklu ve ticari mallar ticareti yapmaya ve daha önemlisi köle ticaretine başlamışlardı. Köle ticaretinden oldukça büyük paralar sağlanacak ve ekonomi hızla büyüyecekti.
Portekiz’in ve Hollanda’nın bol kazançlı Körfez ve Doğu Hindistan ticaretinden pay almak isteyen I.Elizabeth 1600’de bir grup tacire, Doğu Hindistan adalarında ticaret yapma izni verdi. Fakat orada fazla etkili ve başarılı olamadılar. Bunun üzerine İran ve Hindistan karasına yönelip Suret limanında ticarete başladılar. Buralardaki ticareti  düzenleyip yönetmek üzere İngiliz tüccarlar  İngiliz Doğu Hindistan Şirketini kurdular.
Bu sırada kendi ordusunu eğitmeye ve Osmanlılar’a karşı Avrupalı müttefikler bulmaya çalışan  Şah I.Abbas, İran başkonsolosu Sir Robert Sherley aracılığı ile bu Şirket’e bazı ticarî, hukukî, dinî imtiyazlar vermişti. Böylece Şirket 1617’de Şîraz ve İsfahan’da iş hanları açtı. Aynı yıl yaklaşık bir asır boyunca İran-İngiliz ilişkilerini düzenleyen bir ticaret antlaşması yapıldı.  Daha sonraları Şah Cihangir’in 1624’te bu Şirket’e sağladığı imtiyazlar ile İngilizler, Bâbürlü hâkimiyeti altındaki Hindistan topraklarında serbest ticaret yapabilecekler, limanlara indirilen malları gümrüklerde alıkonulmayacaktı. Daha sonra da 1635’de Sûret’te müstahkem bir iş hanı kurma ayrıcalığı sağlamışlardı.  1638’de Bombay ticaret merkezi oldu ve burada ilk arazilerini aldılar. Ardından 1640’da Kalküta’ya geldiler.
Bengal Valisi Azîmüşşân onlara; Kalküta, Sutanuti ve Govindapûr’da satın almalarına izin verdiği üç köyün zemindarlığını bahşetti. Şah Ferruhsiyer 1717’de bbunlra ilâveten Bengal’deki 38 köyün, Madras’taki 5 köyün ve Divi adalarının, Sûret’te de bir bölgenin zemindarlığını, darphânede haftada üç gün kendi paralarını basma imtiyazını, iş hanlarının şeflerine temsilcilerinin güvenliği için emannâme yetkisini ve zor durumdaki İngiliz gemilerinin Bâbürlüler’in tüm limanlarından yardım ve sığınma hakkını verdi. Böylece İngilizler, Hindistan tarihinde ilk defa mahallî yerleşik bir güç konumuna geçtiler; Şirket, zemindarlık bölgelerinde ticaret ve ziraatı vergilendirme, güvenliği sağlamak için silâhlı kuvvet bulundurma gibi haklar elde etmişti. Bunu takip eden süreç içinde İngilizler Hindistan’a hâkim oldular.
     Hindistan’ı yöneten; İngiltere Devleti değil, buralarda önce kalelerini, ticaret depolarını ve ofislerini, sonra da anavatandan bağımsız kendi ordularını kuran Doğu Hindistan Şirketi ve onun paralı askerleriydi. İngiltere, bu şirketi, onun özel ordusunu ve Hindistan’ı ancak 1858’de kendisine bağlayabilecekti.
    Kendilerine Puritenler denilen bazı Protestanlar Katoliklikten çıkmanın yeterli olmadığını, onun tüm etkilerinin yok edilmesini, piskoposlara ihtiyaçları olmadığını; her cemaatin kiliseden ayrılıp kendi kendisini yönetmesini istiyordu. I.Elizabeth’in Canterbury Başpiskoposuna papaz cübbesi giydirmesini reddeden Puritenler piskoposlar ve başpiskoposun konumlarına da itiraz ediyorlardı. Kral l.James, Elizabeth’in yerini alınca otoritesine boyun eğmeleri için Puritenlere büyük bir baskı uygulamaya başladı. 1608’de cemaatin bir kısmı daha özgür olacağını düşündükleri Hollanda’ya kaçtılar. Ne var ki, orada da aradıklarını bulamayınca Avrupa’dan ayrılıp Kuzey Amerika’da yeni bir hayata başlamaya karar verdiler. Böylece, Mayflower gemisiyle yola çıkan 41 yetişkin ve çoluk çocuktan oluşan hacılar 66 gün süren çok zorlu bir yolculuktan sonra 21 Aralık 1620’de Cod burnuna ulaştılar.
    1607’de Jamestown, Puritenlerden önceki gelenlerin Amerika’da kurduğu ilk yerleşimdir. Orada olduğu düşünülen gümüş yataklarına sahibolmak ve Ticaret merkezi kurmak üzere Kraliçe’nin imtiyaz verdiği Virginia Şirketi,  İngiliz hapishanelerinde hırsız, cani, sabıkalı kim varsa buraya gönderdiler. İlk gelenler çok sıkıntı çekmiş, açlıktan her türlü yaratık ve hayvanları hatta kendi kadavralarını bile yemek zorunda kalmışlardı. Kızılderili halkın yaşadığı bu bölgeye gelen 100 kişiden yerlilerin yardımına rağmen sadece 38 kişi hayatta kalmıştı.
1620’de Mayflower ile gelen Püritenlerin yolda belirleyip yazdıkları sözleşmeyle kurduğu ilk koloni Plymouth’a, 1640’a kadar gelenlerin içinde sadece 20.000 kişi hayatta kalmıştı. Burada kurulan 13 koloni topluluğu daha sonra New England adı ile anılacak, hayvan kürkleri, tütün, şekerkamışı ve rom ticareti sayesinde bu koloniler gelişecek ve zenginleşecekti.
İngiliz İmparatorluğu büyük bir hızla genişliyor, onlar da Hollanda gibi büyük ölçüde Londra borsasına bağlı özel anonim şirketler aracılığıyla yönetiliyordu. 17.yüzyıl başlarında Kuzey Amerika’daki ilk İngiliz yerleşim yerlerini, London Company, Plymouth Company gibi anonim şirketler kurmuştu. Mayflower ilk kolonisinden sonra başka mültecileri de getirerek Kuzey Amerika’da yayılmaya başladılar.
1610-1640 arasında, İngiltere dış ticareti 10 kat artmış, imalat sanayi gelişmiş, bazı maden üreticileri yılda 10-20 bin ton kömür üretmekteydi. Yüksek fırınlar, haddehaneler, şap ve kağıt imalathaneleri çoğalıyor, tekstilciler ve tüccarlar eve iş vererek binlerce işçi çalıştırıyordu. Kral I.Charles merkantil bir anlayışla, teşvik ve korumacılığa ihtiyaç duyan burjuvaziye imtiyazlar dağıttı, tekeller verdi, üretimi örgütledi, düzenleyici denetimlerle yün ihracını yasakladı, Hollanda ve Fransız kumaşlarına gümrük uygulayarak onların ithalatını engelledi.
1642-51’deki İç Savaş ile krallık devrildi. Bunun yerine önce parlamento idaresinde sonra da Cromwell iktidarında (1653-59) kısa süreliğine cumhuriyet kuruldu. Cromwell’in ölümünün ardından parlamento iç karışıklıkları önlemek için sürgündeki  II.Charles’ı krallığını yeniden kurmak üzere İngiltere’ye davet edecekti. Daha sonra, 1688’deki “Şanlı Devrim” ile Kilise’nin ve Kral’ın otoritesine son verilecek, bu hak parlamento ile paylaşılacak ve dünyadaki ilk meşruti yönetim böylece doğacaktı. Bazı İngiltere ileri gelenlerinin davetiyle, ordusu ve donanması ile İngiltere’ye gelen Hollanda Genel Valisi Oranje-Nassau’lu III.William, kralı ve kayınpederi olan II.James’i tahttan indirerek karısı II.Mary ile birlikte İngiltere, İrlanda ve İskoçya’nın, Birleşik Kralı olarak başa geçmişlerdi. Bu muhteşem devrimi meşrulaştırmak üzere İngiltere parlamentosu Haklar Kanunu’nu (Bill of Rights) çıkarmış, İngiltere’nin istibdat ile yönetilmekte olması kınanırken bundan sonra krallığın bir meşrutiyet olduğu ilan edilmiştir. Böylece Kral’ın ve Kilise’nin istibdatına son verilerek Anayasal Monarşi’ye dönülmüş, bu da anayasa ile korunmuştur. Ancak William ve Mary’nin protestanlığı öne çıkmış, bunun üzerine krallıklar ve halk arasında protestanlık ve katoliklik çatışmaları başlamıştır. Daha sonra İskoçya kralı I.James’in İngiltere kralı olmasıyla 1707’de iki krallık birleşmiş, bu tarihten sonra Büyük Britanya tarihi başlamıştır.
Kuzey Amerika’da yerleşmeye çalışan İngilizlerle Fransızlar altı yıl  savaşmıştı. Büyük zararlara uğrayan Kral George, 1736’da ekonomik durumunu düzeltmek için sömürgelerine ve kolonilere yeni vergiler koyarak baskıları artırdı, kısıtlamalar getirdi. Yeni çıkarılan vergilerin kendilerine sorulmadan İngiltere meclisinde kabul edilmesi üzerine koloniler; bu vergileri kabul etmediler, yanı sıra İngiliz mallarını boykot ettiler. Bunun üzerine İngiltere Boston limanını abluka altına almış Koloni halkı isyan etmişti. Koloni temsilcileri 1774’de bir araya gelerek özgürlüklerini korumak üzere savaşa karar verdiler. 1775’de ilk silah patlamış, Fransa, İspanya ve Hollanda, Amerikan halkını desteklemiş, bu sayede 8 yıl boyunca savaş sürdürülmüştü. O sırada çıkan ve yayılan sıtmanın da yardımı ile barış ilan etmek zorunda kalan İngiltere, Versay 1783 Antlaşması ile ABD’nin bağımsızlığını kabul etmiş, böylece ABD 1787’de resmen tanınmıştı.
Büyük plantasyonlarda üretilen pamuk, şekerkamışı ve tütün için çok sayıda insan gücü gerekiyordu. İngilizler bu amaçla köle ticaretini ilk Virginia’da başlatmışlar, Afrika’dan binlerce insanı çok kötü şartlarda bilinmeyen bu yerlere getirmişlerdi. Böylece kontratla çalıştırdıkları işçilerin yerini neredeyse bedava köleler almıştı. Daha çok köle daha çok para demekti, gemilerde insanlar balık istifi taşınıyordu. İngilizler 300 yıl boyunca köle ticaretiyle çok para kazandılar. Koloniler sayesinde başlatılan köle işinde dünyada bir numara olmuşlar, Liverpool köle ticareti merkeziydi. Manchester tekstil fabrikaları, kuzey kömür madenleri işgücünü bu kaynaktan ve köylerini terketmeye zorlanmış aç sefil yollara dökülmüş kendi halkından karşılıyordu.
1700’lerde İngiltere halen tarım ve zanaatle uğraşıyor, tek yakıt kaynağı ağaç, onun da kıtlığı olursa işler aksıyordu. Hindistan ticareti özellikle Hint pamuk sanayii İngiltere’nin zenginliği için vazgeçilmezdi. Çok büyük miktarlarda muslin ve pamuklular buradan  Avrupa’ya ve Afrika’ya getirilip satılıyor, İngiltere gelişip nüfusu arttıkça ekonomiyi beslemek, insanları yerleştirmek için ev ve araziye ihtiyaç duyuluyordu. Sonucunda ormanlar kesilip oduna çevrildi ve onunla ısıtma sağlandı. Odun tüketimi artıp onun kıtlığı başlayınca ona alternatif olarak kömür kullanımı gündeme gelmişti. Ama kömür yatakları büyük ölçüde sel sahalarındaydı ve madenlere su basması vardı. Böyle kötü şartlarda çalıştırılan insanlar, hatta 6 yaşındaki çocuklar sayesinde kömür üretimi yılda 20 bin tona çıkarılmış, kömür odunun yerini almıştı.
Uzun bin yıllar boyunca insanlar hergün, enerji tarihindeki en önemli icatlarla bir arada yaşamış ama bunları farketmemişlerdi. Ocaklarda su kaynatılıyor, buhar tencere kapağını kaldırıyor, ama kimse bu buhar gücünü farketmiyordu. Ancak suyun madenlerden tahliyesi gerekliydi ve bunun bir çaresi hemen bulunmalıydı. Nihayet 1700’lerde kuyuların etrafında tuhaf bir gürültü duyulmaya başlanıyordu ki, bu buhar makinesiydi ve suyu madenden dışarıya tahliye etmekteydi.
    11 Mart 1776 Birmingham gazetesi: Mr Watt’ın yeni ilkelerine göre yapılmış olan bir Buhar Makinası Bloomfield Colliery’de çalıştırıldı, haberini veriyordu. Ardından İngiliz girişimciler buhar makinesini dokuma tezgahlarının çırçır makinerine bağlayacak ve hayal edilemeyecek kadar çok üretim yapılacaktı. Göz açıp kapayınca kadar İngiltere dünyanın tekstil merkezi olacaktı. Mr Watt’ın taşkömürü ile çalışan bu muhteşem icadı 1800’e kadar, 30 kömür madeni, 22 bakır madeni, 28 dökümhane, 17 bira fabrikası ve 84 pamuklu imalatinde kullanılıyordu. Sistem öyle değişti ki, artık buharlı makineler olmadan fabrikalar olamazdı. Yeni fabrikalar muazzam bir üretim artışı ve verimlilik demekti. Mallar fabrikalardan dünyanın her yerine akıyordu.
İngiltere nüfusunun bir milyondan üç milyona çıkmasındaki en önemli nedenlerden biri de tarımın ilerlemesi sayesinde insanların daha iyi beslenmesiydi. Hollanda’dan alınan şalgam ve yonca, yalnız toprağı temizlemekle kalmadı, sığırlar için kışlık yem sorununu da çözdü. Eskiden kış için çok sayıda sığır kesilip eti tuzlanırken simdi bu sığırlar kışın da canlı olarak tutulabiliyordu.
Tarım ve endüstrideki bu müthiş gelişmeleri; kötü durumda ve ulaşıma uygun olmayan yolların yenilenmesin, hızlı, düzenli, ucuz yol yapımı için yeni kanalların ve köprülerin yapılması izledi. Nihayet 19.yüzyılda ortaya çıkan demiryolu ve buharlı gemiler ulaşımda devrim yaratacaktı. Bir mühendis buharlı makinesini içinde kömür dolu vagonlara bağlayarak, vagonları 20 km uzaklıktaki en yakın limana kadar taşımayı başarmıştı, bu tarihteki ilk buharlı lokomotiv’di. İlk ticari demiryolu Liverpool ile Manchester arasında 1830’da açıldı. Sadece 20 yıl sonra İngiltere’nin binlerce kilometrelik demiryolu ağı olacaktı.
İngiltere’de hemen her sektörde sanayi büyüyor ve gelişiyordu. Böylece ticaretten gelen muazzam sermaye birikimi, topraksız ve mülksüz ucuz emeğin varlığı ile birleşince endüstriyel kapitalizm doğacaktı. Üretimi artırmak için teknik buluşlar ve geliştirmeler birbirini takip ediyor, demir-çelik teknolojisi, pamuklu ve ipekli dokuma sanayi, makineler, ekipmanlar hızla gelişiyordu.
Sanayi Devrimi başlamış hemen her sektörde sanayi gelişip büyüyordu, ama toplumda zenginlerle yoksullar arasındaki fark giderek artıyordu. Eskiden iyi durumdayken makinelerle daha çok, daha iyi ve daha kısa sürede üretilen mallarla rekabet edemeyen zanaatkarlar işlerini kaybedip yoksullaşıyordu. Hızlı çalışan fabrikalar boş kalmamalıydı; günde 16 saat çalışılıyordu. 12’şer kişilik vardiya hakkını elde etikleri zaman işçiler bayram etmişti. İşçiler için aslında, hızlı ve düzenli fabrika sistemine ayak uydurmak zor geliyordu. Tekstil işgücünü çocuklar ve kadınlar oluşturuyor, bu dönemde evine katkı sağlamak zorunda olan altı yaşında çocuklar bile sanayide hatta madenlerde çalıştırılıyordu. Arkwright’ın Derbyshire atölyelerinde çalışan 1150 kişiden 273 kişi çocuklardı. Önceleri nehir kenarlarında olmak zorunda fabrikalar buhar sayesinde artık heryere kurulabiliyordu. Köyler, kasabalar kentleşmeye başlamış, 1777’de İngiltere’nin yüzde 70’i köylerde yaşarken 1841’de bu yüzde 26’ya düşmüştü. Ancak bu şehirlerde insanlar kanalizasyonu ve yolu olmayan, dere kenarındaki berbat evlerde bir odaya tıkılı yaşıyor, koleradan kırılıyorlardı.
Yönetimlerin, sermaye çıkarları için çabaladığının bir örneği; 1839-42 İngiltere ile Çin arasında afyon savaşlarının yaşandığı yıllardır. Bu savaş ve afyon ticareti Hindistan’dan yönetilmiştir. Çin’den devamlı çay, porselen alan İngilizler onlara gümüş ödüyorlar, karşılığında Çinliler ise hiç bir şey satın almıyor, bu da ticaret dengesini İngiltere aleyhine bozuyor, gümüş bulmak giderek zorlaşıyordu. Bunun için Çin halkını afyona alıştırdılar önce, böylece Çin’i hem sömürdü hem de sadece kendileriyle yoğun ticarete zorladılar. Başlangıçta herkesin ilaç niyetine kullandığı afyon sayesinde Çin halkını silahsız ele geçirmeyi başarmış, iş göremez hale getirdikleri büyük bir nüfusun canlanmasını ve ilerlemesini, böylece 30 yıl geciktirmişlerdi. Bu iş böyle gitmez diyen Çin, afyonu yasaklayıp Kanton’da denize dökünce; bunu serbest ticarete aykırı sayan İngiltere Çin ile bir savaş başlatacak ve kaybeden Çin Nanjing anlaşmasıyla; Hong Kong’u 99 yıllığına İngiltere’ye bırakacak, Shanghay’ı da onlara açarak her türlü malın getirilmesine izin vermek zorunda kalacaktı. Böylece 1856’da ikinci afyon ve uyuşturucu dönemi başlayacaktı. Çin’in kurtuluşu ancak yabancı düşmanlığı ve işçilerin ayaklanarak uyuşturucuya karşı çıkmasıyla sağlanabilecekti.
Avrupa’da bilinmeyen patates, ilk önce Güney Amerika’dan getirilerek tanınmış ve çok önemli bir ürün haline gelmiştir. Patates sayesinde insanlar doymaya başlamış, kolay taşınabilir ve saklanabilir olduğu için savaşların uzaması ve başarılmasını da sağlamıştır. Arazileri çorak ve taşlık İrlanda için daha da önemli hale gelmiş ve neredeyse halkın beslendiği ve geçindiği tek ürün patates olmuştur. 1845’de ortaya çıkan bir mantar yüzünden zehirlenmesine rağmen kıtlık ve açlık çeken İrlanda halkı bu patatesleri yemeye devam etmek zorunda kalmış, komşu İngiltere ise en küçük bir yardımda bulunmamış, hatta iyi patateslerini toplayıp satmaya devam etmesi bir yana gelen yardımları da engellemişti. O sırada Osmanlı padişahı Abdülmecit’in açlık çeken kefereye yardım edelim diyerek gönderdiği, buğday yüklü üç gemiyi İngilizler yanaştırmamış, ancak Drogheda limanında boşaltılabilmişti. Bu sırada İrlanda’da bir milyon insan ölmüş, bir o kadarı da ABD’ye göç zorunda kalmıştır. İngiliz sömürgeleri işte bu insanların ucuz gücünden faydalanarak büyümüştür.
18.-19.yüzyılda İngiltere, büyük bir sanayi devleti ve sömürge gücü hâline gelen Britanya İmparatorluğu’nun merkeziydi. 19.yy başlarında James Cook Avustralya ve Yeni Zelanda’ya ulaşmış, oraları İngiliz kolonisi haline döndürmüştü. Ardından Kanada, Hindistan, Afrika’da devletler, Antiller, Hong Kong ele geçirildi. Kraliçe Victoria (1837-1901) zamanında dünyanın büyük bir kısmına yayılarak dev bir sömürge imparatorluğu olan Birleşik Krallık dünyanın en büyük gücü oldu.
Bir başka İngiliz tarzı örneği; 19.yüzyılda Fransız ve İngiliz yatırımcılar Mısır yöneticilerine çok büyük miktarlarda krediler verdiler. Bu krediler önce Süveyş Kanalı projesi finansı için, sonra daha başarılı girişimler için kullanıldı. Borcu aşırı derecede şişen Mısır’a kredi veren Avrupalılar giderek Mısır’ın iç işlerine karışmaya başladılar. Mısırlı milliyetçiler bu durumdan bıkarak isyan ettiler ve tek taraflı olarak tüm dış borçlarını sildiklerini ilan ettiler. Bunun üzerine Kraliçe Victoria 1882’de ordusunu Mısır’a gönderdi. Mısır İkinci Dünya Savaşı sonuna kadar İngiltere’nin sömürgesi olarak kalacaktı.
İngilizler kazanmak için savaşın kendisini de tıpkı afyon gibi meta haline getirebiliyordu. 1821’de Yunanların Osmanlı İmparatorluğu’na karşı ayaklanmalarını, İngiliz çevreleri büyük bir sempati ile karşılayıp Londralı finascılar burada büyük bir fırsat görerek liderlerine Londra borsasında işlem görecek, Yunan İsyanı senetlerini teklif edeceklerdi. Eğer bağımsızlık kazanılırsa, bu senetleri faizleriyle birlikte geri ödemeyi kabul eden Yunanlar, yanı sıra bazı bireysel yatırımcılar da kar etmek için veya Yunanlara sempati duydukları için bu hisse senetlerini satın alacaklardı. Ne var ki, Türklerin zamanla savaşı kazanmaları ve isyancıların yenilmesi an meselesi olduğunda hissedarlar, pazarlarını kaybetmekle karşı karşıya kalacaklardı. Hissedarların çıkarı milli çıkar anlamına geldiği için de İngilizler uluslararası bir filo hazırlayıp Osmanlı donanmasını 1827’de Navarin’de batırdılar. Bunun ötesinde Osmanlıların parasını ödediği zırhlı gemiyi teslim etmeyerek, Yunan zırhlısının Ege kıyılarını rahat bombalamasına imkan sağladılar. Sonuç olarak yüzyıllarca süren boyunduruktan sonra Yunanlar bağımsızlığına kavuşmuştu, ama özgürlük Ülkenin asla ödeyemeyeceği bir borç yükü karşılığında elde edilmişti. Yunanistan on yıllar boyunca İngiliz finans kuruluşları denetiminde kalacak, daha sonraki yıllarda da İngilizler onları Anadolu’yu işgal etmek üzere teşvik ederek destekleyecekti.
Britanya 20.yüzyıla gelindiğinde dünyanın en büyük gücüydü. Bu gücü sömürgeler, deniz yolları hâkimiyeti, küresel şirketler aracılığıyla askerî ve siyasi anlamda da sağlamayı başarmıştır. 1871’den itibaren Alman İmparatorluğu’nu kendilerine karşı en önemli tehdit olarak algılamıştır. Çünkü güçlü bir Almanya, İngiltere için en büyük tehdit olacaktır. Fransa ile sürdürdüğü ortaklıkta, Fransa’nın 1871 yenilgisi ile Alman İmparatorluğu’na karşı olan düşmanlığı belirleyici olmuştur. Aynı şekilde Rusya ile Birinci Dünya Savaşı öncesinde temin ettiği ittifak da, Balkanlar ve Doğu Avrupa’da Rusya’nın Pan-slavizm politikası ile Almanya’ nın Pan-Cermen politikası karşıtlığı temeline oturmuştur.
Britanya, bir ada ülkesi olması nedeniyle, savunma stratejisini Hollanda ve Belçika’nın Almanya’ya karşı dirençli olmasına dayandırmaktaydı. Alman İmparatorluğu’nun İngiltere için gerek ekonomik gerekse de siyasi tehdit hâline gelmesi Britanya için tartışmasız bir savaş nedeniydi. Aynı zamanda, sömürgelerin korunması, deniz yolları kontrolu, küresel şirketlerin hâkimiyeti ve en önemlisi Ortadoğu Enerji Koridoru’na sahip olma stratejisi tamamen Alman İmparatorluğu çıkarlarıyla çatışıyordu.
Bunların yanı sıra İngiltere, dünya ticaretini artırmak üzere kontrolu altındaki alanları genişletmeye ve büyümeye devam edecekti. 19.yydan itibaren öne çıkmaya başlayan ve 20.yüzyıla damgasını vuran petrol yataklarının mülkiyeti Birinci Dünya Savaşı’nın nedenlerinden biriydi. Osmanlı İmparatorluğu’nun hâkimiyetinde bulunan Ortadoğu’daki petrol varlığını, 19. yüzyıl sonlarına doğru çeşitli gizli/açık yöntemlerle saptayan İngiltere, petrol siyasetini, 1900’lerde tüm stratejilerinin ilk sırasına koymuştur.
İlk olarak 1884 Berlin konferansında aralarında anlaşan ABD, İngiltere ile müttefikleri Afrika ve Ortadoğu’yu paylaşacak sonra da 1914’de Birinci dünya savaşına giren İngiltere, gelişmiş teknolojik imkanları ve güçlü silahlarıyla Osmanlı İmparatorluğu’ndan aldıkları Ortadoğu’nun hakimi olacaklardı. Sonuçta Britanya İmparatorluğu en geniş sınırlarına erişecek, 36,6 milyon km2 arazi, 458 milyon nüfus ve 174 ülke onların egemenliğine girecekti. Kenya Cumhurbaşkanı veciz ifadeyle demişti: geldiklerinde onların İncilleri bizim topraklarımız vardı; dua edip, gözlerimizi kapayıp açtıktan sonra; onların toprağı bizim İncilimiz oldu.
    Fakat 1929-30’larda yaşanan Dünya Ekonomik Buhranı büyük ölçüde İngiltere’yi de etkileyecek, ekonomileri önce durağana sonra gerilemeye çevrilecekti. 1922’de Dominyonlarda başlayan ayaklanmaları Birleşik Krallık’tan ilk ayrılan İrlanda, 1947’de Hindistan ve Pakistan, 1948’de Filistin, 1997’de Hong Kong ve diğerleri takip etmiştir. İngilizler bu ülkelerden anlaşarak, barış ve düzen içinde ayrılmışlardı. Halbuki Fransızların Cezayir ve Hindi-Çin’den tahliyesi sırasında kan gövdeyi götürmüş yüzbinlerce insan ölmüştür.
Sonuçta; önce 1914 Birinci Dünya Savaşını kazanıp önemli kazanımlar elde eden İngiltere, çok kısa bir süre sonra 1940’da İkinci Dünya Savaşı boyunca gücünü kaybedecekti. Savaştan galip devlet olarak çıkmasına rağmen, ancak ABD’nin 35 milyar dolarlık yardımıyla ayakta kalabilen İngiltere, süper devlet olma niteliğini kaybederek yerini ABD ye kaptırmıştır. Bugün halen Dünya’nın en büyüklerinden biri olan İngiltere sadece Common-Wealth ülkeleri ile yoluna devam ediyor.
Ne denir ki; Bunca ülkeyi ve insanı canından bezdirmiş olmalarına rağmen, Dünya’da hemen her gelişmeyi ilk onlar başlatmış; demokrasi devrimlerinde ilk adımı atmış, birçok teknolojileri icat etmiş, yarattıkları oyunları ve spor çeşitlerini başkalarına benimsetmiş, hemen herkesi İngilizce konuşmak zorunda bırakmış, İngiliz milletini takdir etmemek mümkün değildir. Napolyon’un esnaf milleti olarak aşağılayıp alay ettiği İngilizler, Napolyon’u mağlup ettikleri gibi imparatorluklarını da tarihe yazdırdılar.
Süleyman A.Doğan, Kendime Makaleler, 04.23, İstanbul