Genel

DURMADAN DEĞİŞEN DÜNYAMIZ

Dünya’daki ikili sistem, Kapitalizm-Kolektivizm 90’lı yıllarda değişime uğruyor; Sovyetler çöküyor ve kolektivizmin iflasını ilan ediyordu. Sovyet sisteminin çökmesiyle, ABD’nin gücü daha da artıyor, AB’nin oluşumu daha etkinleşiyor, liberal söylem yeniden canlanıyordu. Kapitalizm uyum yeteneğini bir daha gösteriyor, ölçekler büyüyor, dev kuruluşlar ortaya çıkıyor ve dünya nerede ise yeniden yapılanıyordu.
Çin ve Hindistan yükselen ekonomiler olarak beliriyor, ABD asgari bir korunmasını sürdürürken Avrupa’da işsizliği hafifletme arayışları, Japonya’da sosyal güvenlik simgesi ‘yaşam boyu iş’ durumun daha kötü olması üzerine terk ediliyordu. 1980-90 arasında 5 büyükler yüksek teknolojinin 1/3’ünü temsil ederken internet artık yeni sürecin sembolü oluyor, aynı zamanda enformasyon ve telekomünikasyon alanındaki gelişmeler sayesinde para ve finans sektörü dönüşüyordu.
ABD’nin liderliğine itiraz edecek, yerini alacak kimse kalmamıştı, ama sanayileşmiş ülkeler ile sanayileşme yolundaki ülkeler de kendilerine dayanak noktaları ve arayışlar buluyordu:
Gelecek vadeden yeni sanayiler
Kitle tüketimine yönelecek yeni yaşam tarzı
Farklı işçi çalıştırma yöntemleri
Lojistik, servis hizmeti
Yeni enerjiler; nükleer, güneş ve tasarruf teknolojileri
Yeni materyaller; biyokimya, bio-endüstri, yeni sentezler
Elektronik teknolojisi; telematik, teknotronik, yazılım
Özellikle bu sonuncular; başta sanayiler olmak üzere ofisler, bankalar, eğitim, sağlık sistemi ile tarım ve çalışma sürecini tümüyle etkiliyordu.
Dünyadaki robot sayısı; 1975’de dört binden 1979’da on bine artmış, 2000’lerde milyonl adetlere çıktı. Telekomünikasyon, Bilişim gibi büyük süreçlerin otomasyonuyla özerk iş ekipleri, atölyeler, öz yönetimler gelişti. Yeni atölyeler kırsala yayılmış, evde çalışanlara kartlı saat uygulaması, yeni yaşam tarzları, yeni örgütlenme işleri ve yeni kitle tüketim alışkanlıkları ortaya çıktı. Robot kontrolunda çocuk kreşleri ve oteller, kara tahtanın yerini uzaktan kumandalı elektronik görüntü aldı, telefona cevap veren makineler, insansız araçlar…Elektronik oyunlar, araç ve gereçler çeşitleniyor, çoğalıyordu.
Hegemonyasını daha güçlendirmek isteyen ABD ile bazıları, kamu harcamalarını kesti ama askeri araştırma ve harcamalar artmış, milli çıkarların korunmasını ve rekabetin güçlenmesini sağlayacak stratejik ticaret politikaları benimsenmişti.
1990’ların ilk sekiz yılında asıl görünen, Asya ülkelerinde hızlı büyüme ve eski Sovyet ülkelerinde hızlı çöküştü. Doğu Avrupa ülkelerinde kuralsızlık varken, hukuka dayalı bir yapı çok zor olduğundan sıkıntılı bir değişim sonrası devletçilikten piyasa ekonomisine dönüşüldü. Sovyet sistemiyle birlikte, çok uluslu devletçi yapının da çökmesi sonucu toplumların büyük çoğunluğunda para ve meta ilişkileri hızlanmış ve yoğunlaşmıştı.
Yirminci yüzyılın sonunda birilerinin başarısı varsa; bu zengin kapitalist devletler; ABD, Avrupa, Japonya ve onların büyük şirketlerinin bir başarısıdır. Bunlar sadece meta üretimini değil aynı zamanda finansal araçların, bilimsel ve teknik araştırmaların, inovasyonun da çoğunu gerçekleştirdiler.
SSCB’nin yıkılışını iki Asya ülkesinin çıkışa geçişi izliyor, milyarderleri olan Çin ve Hindistan; her ikisi de zengin bir tarihin ve önemli başarıların ülkesi, egemenliklerini kaybetmiş küçük düşürülmüşlerdi, şimdi o geçmişten çıkıyorlar. İkisi de piyasayı, iş yönetimini, hem özel hem devlet üretimini ve de bilimsel bilgi-devlet-toplum uyumunu sağlamayı başarıyorlar. Devlet öncülüğüne rağmen önemli bir üretici kapasitesi ve giderek önemi artan kapitalist bir sınıfı yarattılar.
16.-20. yüzyıllar arasında tarihi belirleyen ve yapan Batı’nın geri kalanı, ya onun izinden gitti, ya da ona tabi oldu. Bu dönem hem harika, hem de aynı zamanda ürkütücü bir ilerlemeydi. Batı’da aklın ilerlemesi, özgürlüğün gelişmesi, batılı olmayan dünyadaki yaşam tarzlarının gerilemesi, eşitsizliğin keskinleşmesiydi. Artık Batı egemenliğinde bir Dünya geçmişte kaldı. Daha şimdiden Batı liderliği sadece küçük, zayıf ülkelerde söz geçirebiliyor.
Dünya artık materyalist bir dünya oldu; parasız hiç birşey yapılamaz durumda. Suyu olmayana su ithal ürünü, su giderek petrolden daha pahalı hale geldiği gibi kıtlık tehlikesi ürkütücü boyutlarda ilerliyor. Sağlık sistemi her geçen gün daha pahalılanıyor, araştırmalar ve ilaç laboratuvarları dayatıyor, kan bankaları stoklarını satma rekabetinde, aynı şekilde tıp, cerrahi, tüp, organ nakli… Artık insanlar için toplum ve doğa metalaşıyor, büyüme çağdaş toplumların çoğunluğunun biricik ve tek hedefi haline gelmişti.

Dünyanın nüfusu;
– 10.000 yıl önce 5 milyon
– 1.000 yıl önce 50 milyon
– 1’de 250 milyon
– 1500’de 600 milyon
– 1800’de 1 milyar
– 1927’de 2 milyar
– 1999’da 6 milyar
– 2015’de 7 milyar

aşırı yüksek bir büyüme. Çok uzun zamanda nüfusun ikiye katlanması için binlerce yıl gerekiyordu, oysa sadece bizim yüzyılımızda dünya nüfusu ikiye katlandı.
Dünyanın her yerinde hizmet sektörü dev adımlarla büyürken geçmişin sanayileri geriliyor, yok oluyor, yer değiştiriyor veya değişime uğruyor. Piyasa sosyalizmi ve dışa açılım söylemiyle; Güney Kore, Hong Kong, Taiwan sonra Çin, Hindistan, Malezya, Tayland ve Endonezya hızla büyümüştü, sanayide bilgi giderek sermayenin yerini alıyor.
Aslında yeni olan kapitalizmin başka bir çağıdır sadece: Firmalar inovasyon’la teknolojiye daha çok sermaye yatırıyor, ürünler, işlemler, yöntemler, rekabetcilik, tekelcilik yenileniyor. Sermayeler arasındaki anlaşmalar, birleşmeler, yakınlaşmalar yoğunlaştı. Dünya’da AR-GE harcamalarının 4/5’ini yapan üç büyükler ve bunda payı 1/3 olan ABD’de AR-GE harcamalarının %70’ini özel sektör yapıyor. Büyükler sadece üretim ve pazarlama değil araştırma yapıyor, yeni ürünler tasarlıyor, yeni sistemler kuruyor ve yaşam tarzlarını da belirliyorlar.
Elbette sanayi kapitalizmi yok olmuyor; manifaktür ve bazı sanayiler güç kaybederken teknolojik ve yenilikçi kapitalizm, ulaştırma, sağlık ve enformasyon güçleniyor. Tarım ve aile yaşamı derin bir dönüşüme uğruyor. Manifaktür Kapitalizmi sınırlı bir alanda, özelikle az sayıda tekstil alanında etkiliyken Sanayi Kapitalizmi çok farklı mal üretim alanına genişlemişti. Teknolojik Kapitalizm ise tüm alanlarda belirleyici olduğu için kapitalizm hiç olmadığı kadar dünyaya ve topluma hakim durumunda. Teknolojik Kapitalizm dönemi gelip çattı.
Marx, Kapitalizm öyle bir dinamik ki durmak bilmez demişti. Üretim, tüketim, ulaşım, iletişim, yaşam tarzı evrim geçirdi ve tümüyle değişti. Sadece kapitalizme atfetmek de doğru olmaz. Çok eskilerden beri; güç ve mülke sahip olma, iktidar arzusu, bilgiye ulaşma arzusu, düşünme enerjisi, ideallere ve değerlere bağlılık insanlığın en önemli özelliğidir. Yalnız başına son yüzyılımızda bile devlet-bilim-teknoloji kapitalizmin dönüştücü dinamikleri oldu.
Sovyetler rejimi başarısız oldu, çünkü; bilim ve tekniğe önem verilmiş olmasına rağmen sadece nükleer ve silah sanayi gelişmişti, tüketim olmayınca sürekli inovasyon ve yenileme oluşamazdı, enformasyon sistemlerinde çok geride kaldılar. Oysa kapitalistler devletin desteğini arkalarına alıp bilimsel araştırma ve geliştirmelerde sürekliliği sağlama başarısını gösterdiler.
Geleceğe dönük kapitalist mantık, üç ana temel insani motivasyonla: güç, sahip olma ve büyüme arzusu, ardı arkası kesilmeyen dönüşümler yaratıyor. Bilimsel araştırmaları daha çok yapan ve uygulayanlar öne geçiyorlar.
Yirmibirinci Yüzyıl
Artık küreselleşme sadece birkaç ülkenin işi değil, neredeyse dünyanın tamamına yayıldı. Çin’in etkinliğinin artması ve G8’in yerini G20’nin almasıyla Dünya’nın merkezi Batı’dan Doğu’ya kaymaya başladı. Çok çeşitli eşitsizlikler artık kader sayılıyor ve görmezden geliniyor. Hemen her ülkede eşitsizlik farkları aşırı düzeylere yükseldi. Tahminlere göre dünyanın en yoksul bir milyarı günde bir dolar ile yaşıyor. Eşitsizlik, çatışmaların ve kötülüklerin kaynağıdır, ama kimse bu konuda birşey yapmıyor. Finansçıların aşırı kar hırsı da, üreticileri, tüketicileri, konut satın alanları ağır bir yük altına sokmaya devam ediyor. Büyük tarım-gıda firmaları köylülere yüksek verim vadeden tohumlar satarak hızla borca batırdılar. GDO’lu bitkiler toprağı öldürdü, çevresindeki tarım işletmelerini çökertti. Tarım hammaddeleri de bu durumdan etkilendi, mısır, buğday fiyatları 3-4’e katlandı.
Yüzyılın iki yeni gücünden biri Hindistan, denetimli bir liberalleşme ve küreselleşmeye girip ihracatının payını artırmaya başladı. Modernleşme ve yeni teknikler tercihi ile yola devam ederek, ailelere ait sanayi işletmelerini dünya ölçeğinde güçlü gruplara dönüştürdüler. Artık demir-çelik, enformasyon, ilaç, hizmetler, yeni enerjiler, petrokimya, telekomünikasyon ve yazılım alanlarında söz sahibi bir ülke söz konusu.
Zengin tarihi geleneklerin ve ticari becerilerin mirasçısı Çin’e gelince; 1980’lerden itibaren Komünist Parti’sinin sultası altındaysa da piyasa ekonomisi yardımıyla ve de ‘özel ekonomik bölgeler’ sayesinde büyük sıçrama gösterdi. Devletin ve Çin Komünist Partisi’nin kontrolunda, koyu bir sertlikle yürütülen süreçte: özelleştirilip yeniden yapılandırılan işletmelerde büyük çaplı işten çıkarmalar, önceki dönemdeki sosyal korumaların kısmen tasfiyesi, buna karşılık bazı büyük merkezler ve bölgelerde özelleştirilen işletme yöneticilerinin aşırı zenginleşmeleri; işte Çinli bu temel üzerinde yükselen büyümeden yararlanıyor. Öyle bir büyüme ki; önce tekstil ve ayakkabı ile yola çıkıldı, sonra makineler, enformatik materyaller, telekomünikasyon, elektronik, otomobil… Çin artık dünyanın birincisi olma yolunda.
Milyarder sayıları artarken Çin ve Hindistan hem büyümenin hem de yoksulluğun birlikte var olduğu iki ülke. Çok sayıda yabancı şirket buralarda yatırım yapıyor ama aynı zamanda Çin ve Hindistan şirketleri dünyanın başka yerlerinde işler yapıyor, başka şirketleri ele geçirmeye çalışıyor. Dış yatırımları ve dış ticaret fazlası sayesinde Çin, devasa döviz rezervlerine sahip, otomobil üretiminde ve pazarında birinci, aynı şekilde metal üretiminde ama karbondioksit ve emisyonda da, H1N1 gribine karşı ilk aşıyı üreten onlar oldu, Corona virüsünü dünyaya bulaştıran, onun ilk aşısını bulan da.
Uzay ve havacılık teknolojisi, yazılım ve süper bilgisayarlar, malzeme ve makine ekipman yapımı, yeni enerjiler ve internet kullanımı, ultra yollar, ultra hızlı trenler, ultra gökdelenler…hep önde olan onlar. Tüm kıtalarda pazar, enerji, kaynak ve toprak arayışında ortaklıklarını, iş birliğini artırıyorlar. Çok sayıda uluslararası kurum ve örgütlerdeler, çok sayıda seyahat yapıyor, uluslararası toplantılarda her zaman hazır bulunuyorlar. ABD’nin yerinde sayan teknolojisi ve sönük dinamizmi ile giderek ve hızla irtifa kaybetmeye devam ediyor. Elinde kalan tek büyük gücünü, silah ve savuma sanayini ayakta ve canlı tutabilmek için ABD, Dünya’nın hemen her yerinde savaşlar çıkartma gayretinde. Artık kendine güvenilen, inandırıcı olunan ve ardından gidilen yirminci yüzyıl liderliğini çoktan kaybetmiş durumda.

Türkiye Sanayileşmesinin Yirmibirinci Yüzyılı

Sanayi Devrimi tüm dünyada olduğu gibi bizim atalarımızın dünyasını da etkilemiş ve değişime zorlamıştır. İngiltere’de olup bitenleri anlayıp onlara ayak uydurmak için Fransa’da bir yüzyıl, bizde de iki yüzyıl geçecekti. Bu arada hem maddi, hem de insangücü varlıklarını ardı arkası gelmeyen savaşlarda tüketen, tarihten silinmemeye direnen Türk toplumu, nihayet 1923’den itibaren yeni bir Cumhuriyet kurarak yeni bir sosyo-ekonomik düzen oluşturma mücadelesine girişmiştir.
2023’de 100. yılını kutlayan Türkiye, uzun ve zorlu çabalardan sonra, ama daha çok özkaynaklarından istifade ederek ekonomisini büyütmeyi başardı ve Dünyanın en güçlü ülkelerinin G20 topluluğunda kendisine layık olan yerini aldı. Büyüklerin dayattığı tam bağımlı siyasal ve ekonomik tarzı kabul etmeyen Türkiye, bunu kabullenip sindirebilen ülkelere yağdırdıkları büyük yabancı sermayelere bir türlü ulaşamadı.
Bunlara rağmen Türkiye’yi Dünyanın beş büyüğü ile karşılaştırarak, onlardan çok gerilerde kaldığını düşünmek yeterince bilgiden yoksun bir yanılgıdan ibarettir. Evet onlarla, önemli ölçüde arası kapatılmış olsa da ciddi bir zenginlik farkı vardır, ama bunu anlamak gerekir. Önce bilinmelidir ki; bizden iki yüz yıl önce büyüme yoluna giren beş büyüklere bu gücü veren en büyük kaynaklar; ilk olarak beyaz veya kara derili insan ticareti, Güney Amerika’dan çalınan 200 ton altınla, 30.000 ton gümüş ve sömürgelerden zorla el konulan hammaddeler ile buralardaki plantasyonlarda ve kendi sanayilerinde bedava çalıştırılan üstelik canlarını kaybeden milyonlarca insanlardır.

Diğer bir karşılaştırma da yakın dönemin başarılı ülkeleri; Çin, Japonya, G.Kore ile yapılmakta, nedenleri üzerinde durup anlamadan ‘onlar bile bizden ilerde’ sözleriyle anlatılmaktadır. Bu nedenle, önce bu üç ülkenin tarihsel gelişimini anımsayıp bilmek, sonra da onlarda ve bizde olup bitenleri, yanı sıra özellikle Türkiye’nin ve onların ABD ile ilişkilerini mukayese ederek analiz etmek gereklidir.
İkinci Dünya Savaşı sonrasında teslim olan ve yıllar boyunca elde ettiği tüm kazanımlarını yitiren Japonya 1947’de, ABD ve General Mac Arthur yönetiminde, başka bir deyişle ABD’nin mandası altında hava, deniz ve kara ordularından vaz geçmişti. Bu yönetim ve yaşam tarzı, devamında 10 yıl boyunca doğrudan, bugün de dolaylı yoldan sürüp gitmektedir. İlk olarak işgal edip yönetmekte olduğu Japonya’nın Çin’deki komünist ideolojiden etkilenmesini istemeyen ABD, Japon ürünlerine sınırlarını açıp kendi dokuma ve ayakkabı sektörlerinin bundan zarar görmesini göze aldı, düşük teknoloji ve yoğun emek isteyen bu tür ürünlerin ithaline izin verdi. Çin’in bölgede etkinliğini azaltmak için Japonya’ya ilk olarak bilgi aktarımı yapıldı, Japon ürünlerinin kalitesi artırıldı, hatta onlara yol ve yöntem dayatıldı. ABD daha sonraları aynı bakış açısıyla bölgedeki diğer Güney Kore, Taiwan, Singapur, Malezya gibi ülkeleri benzer yöntemlerle, finansal desteklerle ve oluk gibi akıttığı sermaye yatırımlarıyla kalkındıracaktı.

Bu olumlu yardımların yanı sıra Japon toplumunda işyerlerine karşı var olan büyük bir sadakat ile iyi eğitilmiş halkı ve yetiştirilmiş teknik elemanları sayesinde, teslimden sadece 10 yıl sonra, Meiji döneminin temelleri üzerinde yeniden yapılanan Japonya, ekonomisini tekrar canlandırdı. Kore ve Vietnam savaşları Japonya’nın gelişmesine çok yardımcı oldu. Orduları dağıtılıp güvenliği ABD tarafından sağlanan Japonya, savunma harcamaları yapmak zorunda kalmadığı için tüm ekonomik gücünü kalkınma için kullanma imkanını elde etmişti.

Japonya’nın bu endüstrileşme sürecinde birçok ülkeden çok daha hızlı gelişmesini sağlayan nedenlerden bir diğeri de; coğrafyasının yarattığı soyutlanmışlıktı. Avrupa’nın endüstri ürünleri Japonya’ya geldiğinde yolun uzunluğundan dolayı fiyatı çok artıyor, bu nedenle Japon ürünlerinin bölgede rekabet gücü çok fazlaydı. Ayrıca Japon kültürü onları değeri yüksek ürünlerini az tüketip daha çok dışarıya satmaya yöneltiyor, 1950-60’larda Japonya’da ekonomik kaynakları belirlenmiş endüstrilere öncelik verilerek bu alanlarda rekabet sağlamak devlet politikası haline gelmişti; demir-çelik, gemi ve makine yapımı, elektrikli aletler, otomobil, petro-kimya endüstrileri hızla gelişti. 1955’den 1964’e kadar her yıl yüzde 10 büyüme hızına ulaşmayı başardılar.

Japonya’nın doğal kaynakları çok sınırlı olduğundan, endüstrileri ithal girdilere bağımlıydı. Enerji ihtiyacını karşılamak için kurulan nükleer santrallar bu nedenle çok önemliydi. 1949’da oluşturulan MITI en güçlü kurumdu ve Japon ekonomisini kontrol altında tutuyor, endüstriyel gelişimler için yatırımları ve bilimsel araştırmaları yönlendiriyor, tüm işletmelere eğitim, rekabet, modernizasyon, yatırım ve teknolojilere yol gösteriyor, verimsiz ve tekniği yetersiz tesislerin kapatılmasına karar veriyor, emek yoğundan bilgi yoğun endüstrilere geçiş için rasyonel ve kararlı tedbirler alıyordu. 80’lerde bilgisayar ve robot teknolojilerinin gelişmesine büyük destek sağlayan MITI, katma değeri düşük olan dokuma, gemi yapımı, kimyasal gübre benzeri sektörlerden çıkıp, yeni yatırım yapacağı yoğun bilgi gerektiren sektörleri belirlemişti.

Japonya’nın tesliminden sonra 1948’de, Kore yarımadasının kuzeyinde, Çin ve Sovyetler Birliğinin güneyinde, Batı’nın kontrolunda iki devlet kuruldu: Kuzey Kore ve Güney Kore. 1950’lerde Güney Kore Asya’nın en fakir ülkelerinden biriydi. 1961’de Güney Kore iktidarını ele geçiren diktatör Park Chung Hee döneminde ABD, Japonya’da uyguladığı kalkınma modelini aynı gerekçelerle ve aynı yöntemlerle GüneyKore’de de uyguladı. Önce 1965’de, G.Kore-Japonya ilişkileri normalleştirilip ülkeye hızla ABD ve Japonya sermayesi akmaya başladı. Park’ın 1961-76 iktidarında, ilk olarak dokuma ve ayakkabı endüstrisi gibi az yatırım gerektiren, doğrudan tüketiciye satılan ürünler üretildi ve daha sonra ihracata dayalı hızlı kalkınmaya geçildi. Düşük faizli krediler ve düşük vergilerle hızla büyüyen aile şirketleri oluştu. Park, insan haklarıyla çelişen baskıcı politikalar izleyebiliyor, yurt dışı taahhütlerinde askerlik görevinde olanları parasız çalıştırıyordu. Yabancı sermayenin akışı ve devlet koruyucuğu ile güçlenen aile şirketleri, 1980-90’larda demir çelik endüstrisini hızla geliştirdi, otomobil, elektrik, elektronik, gemi yapımı, dijital monitörler, cep telefonu, yarı iletkenler endüstrileri kuruldu.

Mao döneminde; İngiltere’den daha fazla çelik üretmeyi hedefleyen Çin’de kurulan tesisler derme çatma ve ürünlerinin kalitesi işe yarar endüstriyel nitelikte değildi. Nihayet 1980’lerin başında Çin pazarının büyüklüğü ve çekiciliğine kapılan ABD bu pazara girebilmek için Çin’e müthiş ekonomik imkanlar tanıyarak kendi Pazarlarını Çin’e açtı. Bu dönemde çok sayıda Çinli Amerika üniversitelerinde okuma ve doktora yapma fırsatı buldu. Bu şekilde bilgi akışının hızlandığı 2000’de Çin üniversitelerinin bir kısmı teknoloji üreterek Batı ile rekabet edecek düzeye gelecekti. Çin’e uluslararası rekabet gücü kazandıran, kalabalık nüfusun Batı’da bedava sayılabilecek ücretler karşılığı çalışmayı kabul etmesi oldu. İlk endüstriyel ürünler çok basit, kalitesi çok kötü olmasına rağmen Batı’da pazar buluyor, çok düşük fiyatlarla satılıyor yanı sıra fabrikaların kapanmasına neden oluyordu. Batı’lı üreticiler, Çin’in fiyatlarıyla rekabet edemeyince ürünlerinin parçalarını Çin’de üretmeye başladılar, bu da yetersiz kalınca fabrikalarını oraya taşırken, aynı zamanda bilgi birikimlerini de beraberinde götürdüler. Çin’de önce marka ürünlerin taklitleri, daha sonra da taklitlerin taklidi üretildi. Bu karmaşa içinde Çin’in üretim bilgisi ve ürün kalitesi artmaya başladı.
ABD, bu ülkeler için yaptığı destek, harcama, fedakarlık ve sermaye ihracı gibi gayretlerin hiçbirini Türkiye için yapmadı. Ancak Marshall yardımı çerçevesinde verilen sınırlı miktarda yardımlardan ibaret kaldı. 1970’li yıllarda ‘bize yardım etmeyin, onun yerine bizimle işbirliği yapın ABD’nin Japonya ve Kore’de ayakkabı sektörünü ayaklandırmak için yaptığı gibi bizde de benzer uygulamayla tekstil sektörünü destekleyin ve en azından askerlerinizin fanila, don, çorap vb bizden alın’ talebimizi benimseyip kabul etmediler. Aslında Cumhuriyetin kuruluş yıllarında ABD, mandacılık girişiminden başka, ne sanayilere, ne demiryollarına, ne denizciliğe bir katkı sağlamadı ve sermaye ihracatında bulunmadı. Biz bütün bunları kendi özkaynaklarımızın yanı sıra Sovyetler Birliği, Polonya, Çekya, biraz da İngiliz ve Fransız sermayelerinin katkılarıyla yapabilerek ayakta kaldık.

Nihayet 1980’lere gelinecek ve sonrasında oluşan devrimci değişimlerle, Anadolu’da hayat bulan mücadeleci ve çalışkan merkezlere yayılan sanayileşme dalgası, Büyük Türkiye dönüm noktası olacaktır. Sadece ekonominin yapısı değil, toplumun düşünce ve yaşam tarzı, sosyolojisi neredeyse kökünden değişmiş, kimi Anadolu kentlerinde ortaya çıkan bu gelişmeye tarım ve ticaret ağırlıklı bir ortamdan sanayi kapitalizmine geçiş denebilir. Yeni bir burjuva sınıfı oluşmuştur. 1980’den itibaren içe dönük korumacı ve müdahaleci sanayileşmenin yerini piyasa yanlısı ihracat aldı. Yeni burjuvazi, ihracat hamlesi yaparken hemen bankalara başvurmadılar, öz kaynaklarını tercih ettiler. Bu sayede 90’lı yılların büyük iktisadi dalgalanmalarına dayanabildiler. Yeni teknolojiye daha önem verdiler, katma değeri yüksek ürünlere yöneldiler ve ölçeklerini rekabetçi boyutlarda giderek büyüttüler. Önceleri ihracatta en büyük pay tarımsal mallaraydı, 1980 sonrası neredeyse tamamı sanayi malları oldu. Toplam ihracatın içinde Avrupa’nın payı birkaç yıl hariç hep yüzde 50’nin üzerinde seyretti.

Gümrük Birliği anlaşmasının 1996’da yürürlüğe girmesiyle, AB pazarı öne çıktı ve Türkiye başta otomotiv endüstrisi olmak üzere hemen tüm sanayi ürünlerinde Avrupa’nın üssü ve iş ortağı haline geldi. Dış ticaret engelleri ve uluslararası sermaye denetimi büyük ölçüde kaldırıldı. Sermayenin kurumsal dönüşümlerdeki etkisi çok arttı. Tahkimden sonra uluslararası hukukun ülke hukuku üzerindeki konumu güçlendi. AB’nin etkin olduğu ilk yıllarda demokrasinin güçlenmesine yönelik politikalar izlendi. Sosyal, ticari, siyasi ve hukuk alanlarında AB şartına uyum sağlamak için büyük gayret sarf edildi ve değişimler oluşturuldu.
AB müktesabatını kabul ve taahhüt eden Türkiye’ye yabancı sermaye girişi hızlandı ve AB ülkeleri ile ortaklıklar başladı. Türk sanayi yapısı değişti; modern ve rekabetçi bir kimliğe dönüştü. Sonuçta Türkiye hem ihracatta hem de ithalatta AB’nin en büyük ve önemli ortaklarından biri oldu. Diğer taraftan Japonya, Güney Kore, son zamanlarda Çin gibi Uzakdoğulu ülkelerin Türkiye’deki yatırımlarıyla, özellikle otomotiv sanayi çok gelişti ve ihracatın ilk sırasına yerleşti.
2020’den itibaren yaşanmakta olan salgın, tüm ekonomiler üzerinde olumsuz bir etki yaratmış ve dünya ekonomisi yüzde 3,3 ile son on yılların en sert küçülmesini yaşamış, daralma hemen hemen tüm bölge ve ülkelerde hissedilmiştir. Pandemi süreci dünyayı değiştiriyor, herşey neredeyse yeniden kuruluyor. Tüm ülkelerin ekonomileri yavaşladı, yaşam biçimleri etkilendi ve hiçbir şey eskiden olduğu gibi kalmayacak. Ama doğa öyle bir denge oluşturmuş ki; nasıl canlılar değişime uyum sağlayınca hayatta kalabiliyorsa, sosyo-ekonomik değişikliklere ve yeni yaşam şekline uyum sağlayanlar ayakta kalabilecekler.
Zorunlu kapanmayla evinden çıkamayan insanlar işini ve yaşamını evden yönetmeyi ve sürdürmeyi öğrendi. Ofis kavramı önemini ve gereğini kaybederken dijitalli sistem öne çıktı. Artık herkesin bir bilgisayarı ve internet bağlantısı olmak zorunda. Günün her saatinde evden dünya ile irtibat kurmak, iş görüşmesi veya kontrat müzakeresi yapmak mümkün, yeter ki datalar önceden kayıtlanmış olsun.

Eskiden kağıtlar üzerine kalemlerle çizilip silinerek yapılan projeler artık evlerde koltuklarda oturulup bilgisayarlarda yapılabiliyor. Hatta gerekli materyal ve bir printer varsa evde tasarımınızın minyatürünü üç boyutlu hale getirip elinizde evire çevire inceleyebiliyorsunuz.

Yazılım; öyle bir fırsat yarattı ki, Sanayi Devrimi’ni ıskaladık mazereti bitti, gelişmiş ülkelerle aynı imkanlara sahip olarak onlarla rekabetçi olmaya engel bir durum kalmadı. Her türlü bilgiye ulaşmak tasarılanları dijitalleştirmek kolaylaştı. Sadece iş hayatında, sanayilerde değil, aynı zamanda evlerdeki günlük yaşamda da evdeki tüm araç ve gereçler yazılımla ve dijital donanımla uzaktan kontrol ve kumanda edilebiliyor.

Nihayet GETİR ile bir Dünya markası yaratmayı başardık. Bir yazılım harikası olan sistem ile onu uygulayan yetenekli insanlar ve mobil araçlı insangücü; telefon tuşlarından ekranda resmi olan herşeyi kredi kartıyla onaylayıp sipariş ettikten 20-30 dakika içinde kapınıza getirip teslim ediyorlar. Getir’in Dünya çapında genişleyip büyümesi, eğer büyük miktarda yabancı sermaye girişi olmasaydı bu denli başarılı olamazdı.

Kişi başına Milli gelir pariteye göre 12.000-15.000 dolar arasında (kayıt dışı dahil), bunu aşabilmek için tüm nüfusun becerilerini geliştirmesi şart, ancak böylece katma değerin tüm sektörlere yayılması sağlanabilir. Cumhuriytin kuruluşundan bu yana sermaye birikimi çok arttı, buna rağmen gelişmiş ülkeler ölçeğinde bu halen çok yetersizdir. Sermaye miktarını daha da artırmanın bir başka yolu da gelişmiş ve pazarı geniş yabancı kuruluşlarla işbirliği veya ortaklık kurmaktır. Bundan sonraki yıllarda kaynaklar, uzun vadede gelişme potansiyeli en yüksek olan sektörlere, en başta teknolojik yapısı ve katma değeri yüksek sanayilere yönlendirilmeli ayrıca ölçeklerin büyütülmesi için yabancılarla evlilikler ve yerlilerle aralarında birleşmeler teşvik edilmelidir.

ISO 500+500 listelerindeki Büyük Sanayi Kuruluşları ile 1000 kadar orta kuruluşun tümü tesislerini ve makine parklarını en yeni teknolojilerle donatmış, henüz yeterli olmasa da AR-GE ve tasarımla tanışmış veya onınla uğraşıyorlar. Esasen böyle olmasaydı bunların yurt dışındaki rakipleriyle başetmeleri, ürünlerini AB başta olmak üzere, dünyanın her ülkelerine satabilmeleri mümkün olmazdı. Bu kuruluşların daha fazla gelişip büyümeleri, ürün gamlarını, kendi teknolojilerini üretmeleri, dünyada bilinen markalar haline gelmeleri şarttır. Tesislerde inovasyon ve yenileme gayretlerinde süreklilik kazanılmalıdır.

Sonuç olarak Türkiye Cumhuriyeti sanayileşme ve ekonomik büyüme yolunda 100 yılda bir hayli yol aldı. Üç beyazı; un, şeker ve bez ithal etme zorundaki bir ülkeden; hemen her şey yanı sıra otomobil, gemi, uçak da ihrac edebilen G20 üyesi bir Türkiye’ye ulaşmak büyük bir başarıdır. Ancak bu yeterli değildir, zira önde yer alınması gereken G8 hedefi daha vardır. Türkiye’nin en değerli kaynağı ve gücü coğrafyası ile onun stratejik konumudur. Son Süveyş kanalındaki gemi kazası göstermiştir ki; İpek Yolu halen dünyanın en önemli ve en güvenli güzergahıdır. Marmaray tüneli ile planlanan Yavuz Selim Köprüsünden kesintisiz demiryolu sağlamak, Türkiye’nin elini çok güçlendirmiştir.

Çin’in 2013’den itibaren 300 milyar dolardan fazla harcama yaptığı Belt and Road Initiative-BRI veya Bir yol Bir Kuşak Projesi’nin eski ipek yolunu canlandırması, orta koridorda yer alan Türkiye için bir fırsat, Türki Devletler Konfederasyonu için de önemli bir adım olabilir. Avrasya’da ve Afrika’da yankı bulan Çin’in BRI projesine karşılık AB’nin Global Gateway projesinin doğuşu yolun önemini gösteriyor. Her ne kadar ABD’nin Build Back Better World-B3W projesi-nin odağı Afrika ve Latin Amerika gibi görünürse de ABD’nin BRI projesine alternatif bir proje üretme ihtiyacı duyması, BRI projesinin tüm dünyada yarattığı heyecanın, jeopolitik açıdan stratejik öneminin farkında olduğu ve karşı bir hamle yapma ihtiyacını ortaya koymaktadır.
Ayrıca bu projelerin senato ve temsilciler meclislerinde onay zorlukları, Afrika ve Asya’da Fransa ile ABD’nin geçmişteki sabıkalarıyla inandırıcı olamamaları, yanı sıra Avrupa’nın enerji temininde Asya’ya bağımlılığı, kendi ordusunun bulunmaması, yaşlı nüfusu gibi nedenlerle Global Gateway projesinin BRI ile entegrasyonu olasıdır. Böylece ABD’nin devre dışı kalıp bugünkü gücünün azalarak izole bir ada haline dönüşmesi potansiyeli, Blockchain tabanlı Digital paraların USD’yi rezerv para birimi olmaktan çıkartma riski gibi öngörüler; yirmibirinci yüzyılda şartların ve akan suların Kafkasya, Türki Cumhuriyetler ve Türkiye’den yana olacağını ortaya çıkarıyor. Yanı sıra İstanbul’un hem İslami hem de Defi-Decentralized Finance Merkezi olma potansiyeli güçlenecektir.
Ayrıca; İran-Irak-Suriye ortasındaki güven ve istikrar adası Türkiye artık, dünyada seyirci değil oyun kuruculardan birisi olma yolundadır. Azerbaycan, Rusya, Romanya, İran, Irak petrol ve doğalgaz hatları Türkiye toprakları üzerinde keşişti, Türkiye’nin kontrolu ve kumandası altındadır. Diğer taraftan Türkiye-Azerbaycan ve Türkiye-Katar işbirliği ve yakınlaşmaları petrol ve doğalgaz yetersizliğini bir sorun olmaktan çıkarmıştır. Gelişen ve büyüyen savunma sanayisi başka ülkelere bağımlılıktan kurtardığı gibi Türkiye’yi önemli bir silah yapımcısı ve ihracatcısı yaptı. Suriye’de PKK ve diğerlerine, Dağlık Karabağ’da Ermenilere diz çöktüren, son olarak da Ukrayna’da Rus tanklarını durdurup uğruna şarkılar yakılan Türk SİHA’ları adeta ABD’nin pahalı uçaklarına alternatif haline gelmiştir.
Halen yaşanmakta olan Rusya ile Ukrayna arasındaki çatışma bir kere daha göstermiştir ki; Türkiye bölgesinin en önemli ve kilit ülkesidir. Gerek tarafları uzlaştırmada, gerekse halkların acılarını azaltmadaki gayretler Türkiye’den doğru gelmiş, çözümlerin arayışında Türkiye’nin varlığına ihtiyaç duyulmuştur.
Ambargolarla AB ile Rusya arasında varolan ve asla vazgeçilemez olan ticaret mutlaka Türkiye üzerinden sürdürülerek canlı tutulacaktır. Hatta Rusya’da geniş yatırımları bulunan AB kuruluşlarının varlıklarını kurtarabilmek için gelecekte üsleri Türkiye’de olmak zorundadır. Bu durum hiç süphesiz yoğun yabancı sermayesi girişini umut etmemizi haklı çıkarmaktadır.
Yılardır Rusya ile yapılmakta olan mal mukabili ticaret yolunu çok iyi bilen Türkiye için bu ticarette dolar veya euro ihtiyacı hiç yoktur. Nitekim bunun ilk göstergesi olarak Rusya, gıda ürünleri ithalatında aramızdaki kotaları süratle kaldırmış, limanlarda hapis halindeki gemilerimizi bir ayrıcalıkla serbest bırakmıştır.

Sonuçta, ABD ve AB Rusya’ya ambargo uyguladıkça bunun olumlu yansıması bize olacak; Rusya sadece gıda ürünlerini değil giderek daha çok ihtiyaç duyacağı sanayi ürünlerini, yedeklerini hatta teknolojilerini Türkiye’den karşılayacaktır. Diğer taraftan hem Rus hem de Ukrayna halkları için iyi, daha huzurlu ve daha güvenli yaşam sunan özellikle güney kıyılarımızdan vazgeçmeleri mümkün değildir.

Bütün bunlar; yüz yıllık bir süreçte geri kalmışlıktan kurtulup gelişmiş bir ülkeye dönüşebilen Türkiye için haklı olarak gurur vericidir. Dünyada olup bitenler giderek Türkiye lehine gelişiyor, hiç kuşkusuz 21.yüzyıl Türkiye’nin yılları olacaktır.

Süleyman A.Doğan, Kendime Makaleler. 05-23, İstanbul