PORTEKİZ ve İSPANYA ÖYKÜSÜ
1500 yılı dünya tarihinde bir dönüm noktasıdır. Bundan sonra dünya yeniden şekillenmiştir. Dünyanın düz mü, yuvarlak mı olduğunu bilmeyen insanlar birbirinden habersiz yaşıyor, o tarihe kadar denizlere egemen olan Çin’in önemi kaybolmaya başlamış, Arap ve Hind tacirleri daha çok kendi bölgelerinde ticareti sürdürüyor, kıtalar bilinmiyordu. Büyük keşiflerin başlaması sayesinde ülkeler birbirini tanımaya başladı. Okyanuslara açılmayı ilk başlatan Portekiz ve İspanya, 100 yıl boyunca dünyanın hakimi olacaktı. Bunu sağlayan neydi ve kimlerdi.
İspanya ve Portekiz toprakları önce Romalılar ve Germenler, sonra Mağribiler tarafından fethedilmişti. Halkları maceracı, gözükara ve denizciydi. 1143’de bağımsızlığa kavuşan Portekiz için Kral çok önemli idi, çünkü halkta aidiyet duygusunu yaratan oydu. Balıkçılık yaparak geçinen halk, yoksulluk ve geri kalmışlıktan kurtulmak için denizlere açılmak zorundaydı.
İtalya’da Rönesans dönemi başlamış, Aydınlanma düşüncesi Avrupa’da yayılıyor, Yunan kitapları 1406’da hatırlanmaya başlanmış, yeni basılan kitap, Batlamyus’un dünya haritası önemli coğrafi bilgiler veriyordu. Kral I.Joao’nın oğlu Prens Henrique keşiflerin tutkusuna kapılmış, ülkesinde gemiciliği ve denizciliği büyütüp geliştirmek istiyordu.
14.-15.yüzyılda, Doğu’nun baharatları, değerli taşları, ilaçları ve ipekleri uzun ve tehlikeli yollardan geçtikten sonra Venedik’in limanlarına ulaşıyor, zaten pahalıyken Alman tüccarlar bu malları satın aldığında fiyatları tavana vuruyordu. Akdeniz, Osmanlı ve Venedik gölü haline gelmiş, geriye yapılacak tek bir yol kalmıştı: Hindistan’a başka bir yoldan ulaşmak. Bu cendereden kurtulmak isteyen Avrupa, her yolu denemeye hazır, çıkış yolunu başka bir denizde aramak zorundalar ve Okyanus’a açılmak istiyorlardı.
Henrique kararlıydı ve ne istediğini biliyordu. İlk olarak Portekiz’in kıyısında küçük bir körfezde, Sagres’te, bir saray ile gözlemevi, kütüphane ve gemi inşa ünitesinden oluşan bir enstitü yaptırdı. Geniş öngörülü Prens, değişik ülkelerden bilim adamlarını, usta denizcileri, haritacıları, astronomları ve dönemin bütün ünlü deniz aygıtı yapımcı-larını bu sarayda topladı, araştırmalar yapmaları için onları destekledi. Bu mekan adeta 15.yüzyılın araştırma merkezi olarak çalışıyor, burada Portekizli denizcilere seyrüsefer tekniği, coğrafya, matematik, gemicilik öğretiliyordu. Okyanusa dayanacak güçte ve büyüklükte gemiler ile yelkenleri yapılacaktı.
Avrupa’nın Atlantik kıyısına ve ötesindekilere olan ilgisi; gemi yapımını ve denizcilik gelişmelerini teşvik etmişti. En önemlisi, yan kıç-omuzluk dümeninin yerini gemilere daha fazla manevra yeteneği veren ve dengeleyen kıç-bodoslama dümeni almış ve kare seren yelkenleri kullanımı başlamıştı. Bu yelkenlerin yüzey alanı; hafif kıç yelkenleri ve camadan noktaları aracılığıyla artırılabiliyor veya azaltılabiliyordu. Herşeyi değiştiren en önemli gelişme ise, gemi direğinde kare ve üçgen Latin yelkenlerinin birlikte kullanılmasıydı ki; böylece kışı sakin limanlarda bekleyip geçirmek yerine rüzgara karşı tiramola atmak mümkün olmuştu. Avrupa’da efsanevi bir üne sahip Karavel bu ilerlemeyi gösteren en üstün tekneydi. Daha sonraları Columbus ile Amerika’ya gidenler bunlardan ikisi olacaktı: Nina ile Pinta.
İtalyan denizciler, 13.yüzyılda tanıştıkları Pusula ve Ekvator’a olan uzaklığı ölçebilen Usturlap sayesinde, hayali bilgi yerine somut gözleme dayanan haritalar yaptılar. Artık kıyı kıyı gitme zorunluluğu kalkmış, gemiler uzak denizlere açılabilirdi. Daha önceleri de Capa de Luca’dan denize açılan birçokları olmuştu. Ama şimdi yeni yapılan Karavel gemi filoları sayesinde, Gemici Henrique’nin gemicileri ilk olarak Afrika sahillerine; Azores, Cape Verde, Madeire adalarına ulaşmışlar, buraların hepsi Portekiz mülkü sayılmış, Afrika’nın batı sahilleri boyunca güneye ilerleyen Portekizliler buralardan baharat, ticari mallar, köleler ve altınlar getirerek zengin olmaya başlamıştı. Henrique aynı zamanda Afrika köle ticaretini başlatanlar arasında sayılır. Bu arada İtalya’daki şehirler son dönemlerini yaşıyordu.
Prens Henrique’nin ölümünden sonra II.Joao 1487’de filosunu daha da güneye yollamış, yolda kaybolan Bartolomeu Dias, Hindistan’a gitmek isterken Güney Afrika kıyılarını bulmuştu. Burası Ümit Burnu’ydu.
Bu arada komşuları İspanya onlara rakip olmaya başlamıştı. Granada’yı aldıktan sonra Reconquista ile Arabları da geldikleri yere geri gönderen Kraliçe İzabel, Ferdinand ile birlikte 1492’de İspanya’ya hakim olmuştu. Tarih ona altın tepside fırsat sunmuş, askerlerle Granada’ya girenlerin arasında Cenovalı Christopher Columbus da vardı. O batıya gidilerek Hindistan’a ulaşılacağını iddia ediyordu. Bu fikri önce krala önermesine rağmen dikkate almayan Portekiz tarihi bir fırsatı kaçıracaktı.
İzabel onu kabul etti. Hırslı kadın 23 yılda İspanya’yı birleştirmiş, şimdi Columbus’u yanına alarak okyanuslara açılıyordu. Ona tüm garantileri verdi ve karı paylaşmayı kabul etti. 1492’deki anlaşma ile gelirin 1/10’u Columbus’un olacaktı. Ne var ki, üç gemisi ile denize açılan Columbus, Hindistan’a vardığını düşünürken Amerika kıtası sahillerine ulaşacaktı (Ekim 1492). Fakat Bahama adalarıydı burası ve başka bir dünyaya gelmişlerdi. Dönüşünde muhteşem bir şekilde karşılayan İzabel ona istediği herşeyi verdi.
Artık denizlerin iki fatihi Portekiz ve İspanya büyük bir rekabet halinde ve 1494’deki ‘Tordesillas Anlaşması’ ile tüm dünyayı ikiye bölmüşlerdi. Pazarlıkla kolonileri paylaşmanın öncülüğüydü bu. Kim daha hızlıysa o alırdı gittikleri yerleri.
Cesaret ve büyük para kazanma hırsı ile gemiciler her yöne açılıyordu. Columbus’un tesadüfen Amerika’yı bulması sonrası bu defa, Portekizli Vasco de Gama 1497’de Güneydoğu yolu ile Afrika’yı dönerek 1498’de Kalküta’ya ulaşacaktı. Bu yolculukta Gama’nın elde ettiği kar yüzde 6000 olmuştu.
Gama kumandasındaki Portekiz gemileri Kalküta’da dört ay kaldıktan sonra epey bir yükle dönmüşlerdi. Bu ticarette müthiş karlar olduğunu gören Portekiz, bu yolun üstüne iyice oturmaya karar verdi. 1502’de Vasco da Gama kumandasında Malabar’a gönderdikleri silâhlı ticaret filosu Cochin, Cannanore, Quilon ve Baticala racalarıyla iyi ilişkiler kurup antlaşmalar yaptı ve orada ticaret üslerini kurdular. Gemilerini Hind kıyısı Goa’da toplayıp Müslümanların gemilerini batırmaya, Hind denizinde onların ticaretini engellemeye başlayan Portekizliler, Basra körfezi ile Hindistan deniz ticaret yolu üzerinde başka bir milletin gemilerini yaşatmamaya karar verdiler. Kızıldeniz ağzında Aden’de, Basra körfezi’nin ağzındaki Hürmüz’de, Hindistan’ın batı kıyılarında Diu, Daman adasında, yanısıra Malaka, Cava, Baharat kıyılarında kurulan askerî-ticarî garnizonlarıyla Gucerât ve Bengal ticaretine hükmetmeye başladılar.
Doğu ülkelerinden gelerek Akdeniz’den geçen ve Batı’ya yani Avrupa’ya uzanan büyük bir Baharat Ticareti vardı. Baharat denince akla, baharatın çok çeşitlerinden başka Doğu’da yetişen kokular, eczacılıkta kullanılan ve ilaç yapılan kökler, yaprak gibi şeyler, değerli taşlar, kuyumculuğa ait süs eşyaları akla gelir. Floransalı Pegolot’un yazdığı Ticaret Risalesi’ne göre; bilinen baharatların sayısı 286 kadardır. Bunlar ayrıca boyamada, parfüm ve yemek yapımında kullanılmakta, giderek Narenciye ve Şekerkamışı da bu listeye eklenecekti.
15.yüzyıl sonunda Baharat Ticareti’nin geçtiği iki yer vardı: Biri; Aden Kızıldeniz, Babülmendep Süveyş, Kahire İskenderiye yolu ki; bu en büyük Baharat yoludur. Diğeri ise Hürmüz, Basra Körfezi, Şattülarab, oradan kervanlar Halep veya Anadolu’dan İstanbul yolu. Bu yolun en büyük pazarı Halep ve malları Asya’dan Yakındoğu’ya Arab tüccarlar ve gemiciler taşıyordu. Bu iki yolun iki veya üç bitiminde baharatların satıldığı ve ihraç edildiği ana limanlar; Akka, Beyrut ve özellikle İskenderiye’dir. Zira buraları Antik İpekyolu’nun ulaştığı kentlerdir. Limanlarda bu ticaretin en büyük alıcıları Venediklilerdi ve bu ticaret adeta onların tekeli altındaydı.
Şimdi bu yoğun ticaretin hem yönü hem de yolları değişmiş, eski Doğu İpekyolu’nu denetleyen Türklerle malları alıp satan Venedikliler önemlerini kaybederken, Atlas Okyanusu kıyısındaki ülkeler; Portekiz ve İspanya avantajları sayesinde ticari üstünlüğü ellerine geçiriyordu. Osmanlıların Kızıldeniz’i kontrol çabaları da sonuç vermeyecekti. Yeni rotalar ve güçlü gemilerle denizlere hakim olan Portekiz elli stratejik noktaya sahipti ve baharat ticareti yılda 485.000 tondan 5 milyon tona çıkmıştı.
Portekizlilerin ardından İspanya, dünyanın çevresine hakim olmak için yeniden yollara çıkıyordu. Macellan’ın Filipinler’de öldürülmesine rağmen mürettebatı yolculuklarına devam ederek tamamlayacak, 1080 gün sonra Sevilla’ya dönmeyi başaracaktı. İspanya böylece dünyanın en büyüğü olmuştu.
İspanyollar, Kanarya Adaları’nı kolonileştirerek şeker kamışı tarlaları kurdular ve şeker üretiminde çalıştırmak için yerli halkı köleleştirdiler. Columbus Kanarya Adaları’ndan Haiti ve Dominik Cumhuriyeti’ne şeker kamışı getirdi. 1516’da Haiti ve Dominik, Yeni Dünya’daki en önemli şeker üreticisi oldu.
Portekizliler Yeni Dünya’ya (Brezilya) şeker kamışını getirerek dev şeker kamışı tarlaları kurdular. Portekiz kolonisi São Tomé, şeker kamışı tarlalarında çalıştırmak için Brezilya’ya ve diğer Yeni Dünya adalarına köle ihraç etmeye başladı. Kahve, çay ve çikolatanın Avrupa’da yayılmasıyla şeker tüketimi büyük ölçüde arttı. Şekere artan talep köleliğin artmasına sebep oldu. Yalnızca 17.yyda, yarım milyondan fazla Afrikalı köle, şeker tarlalarında çalışmak üzere Brezilya’ya ve diğer Yeni Dünya kolonilerine gönderildi.
Aztekler ve Mayalar Meksika’da Venedik’e benzer şehirler kurmuşlardı. İnkalar onlardan daha büyüktü. İspanyollar 1519’da buralara geldiler, aristokratlar büyük altın ve gümüş madenleri, şeker ve tütün çiftliklerini kurdular. Fakat, Amerika’da bu kadim uygarlık için İspanyolların gelmesi hiç iyi olmayacaktı.
Sıradan madenlerdeki gümüş oranı oldukça azdır, ama And Dağlarında Potasi’deki dağ çıkıntısında ise yüzde 20 oranında gümüş bulunmuştu. Yerliler, gümüşü kaynatmadan zengin cevheri ergiten ocakların ve fırınların nasıl yapılacağını biliyorlardı. Fakat sonra gelen İspanyollar cevherden gümüş elde etmek için sıvı metal civanın kullanıldığı bir yöntemi öğrenmişlerdi. Yavaş yavaş etki eden bir zehir olan civaya maruz kalan o kadar çok insan sakat kaldı veya öldü ki; bazı yerli anne babalar civa kuyularında çalıştırılmasınlar diye çocuklarını sakatladılar. Bir kayıta göre; 1549’da Potasi’den yüklenen 7.771 adet külçenin herbiri yüzde 99 gümüştü ve 30 kilogram ağırlıktaydı. Sevkiyat için silahlı
İspanyollar nezaretinde, binlerce yerlinin koruduğu iki binden fazla lama gerekiyordu. Bu muazzam gümüş akışı yalnız buraları değil, bütün gezegenin ekonomisini değiştirecekti.
Meksika ve Peru’nun fatihleri İspanyol Cortez ve Pizzaro, çok kötü davranmaları ile tanınırlar. Yerlilere maden hizmeti, dayak, öldürme yanısıra Hristiyanlık da verilmiş, karşılığında onca altın ve gümüş, kazınarak eski dünyaya gönderilmişti. Resmi verilere göre, 1521-1660 arasında Amerika’dan İspanya’ya 18.000 ton gümüş ile 200 ton külçe altın taşındı. Yüzyıl içinde Meksika’da Aztekler ve Mayalar nüfusu yüzde 90 azalarak, 25 milyondan 1,5 milyona, Peru’da yüzde 95 azalarak İnkalar nüfusu 9 milyondan 1,3 milyona düşmüştü. Bunca insanın katliamlar ve hastalıklarla ölümüne en önemli neden din adamları ve onların hırslarıydı.
Manila’yı kuran Miguel Lopez’in adamları, onun beş gemisi ile 1564’de Pasifik üzerindeki İspanyol kolonisinden yola çıkıp Filipinler’e gelmiş, böylece batıya doğru gidilirse Çin’e ulaşılır hayali gerçekleşmişti. Nasıl Columbus dünyanın ekolojik olarak birleşmesini başlattıysa, onlar da ekonomik bakımından birleştirmeyi başardılar. Yerli halkın direnişine rağmen Filipinler’de yerleşen İspanyollar buradan, Çin ile yoğun bir ticareti başlatmışlardı. Artık Çin’in malları İspanyol gümüşü ile yer değiştiriyordu.
Fujian, kalyon ticaretinin Çin istasyonu, İspanyol gemileri Meksika’dan gümüşü buraya getirip mallarıyla geri dönüyorlardı. Asıl ticaret İspanyol kolonicilerinin Çinli tüccarlarla ilk karşılaştıkları Filipinler’de olacaktı. 1580’lerde Yuegang her bahar Filipinler’e yirmiden fazla yelkenli gönderir, her gemide yüklü mallarla birlikte 500 kadar tüccar oluyordu. Başta ipek, porselen olmak üzere; pamuk, şeker, kestane, fildişi, mobilya, değerli taş, büyükbaş hayvanlar, atlar, portakal, un…
yani Avrupa’ya yarayacak ne varsa getirilecekti. Yolculuk tehlikeli ve korsanlar sürekli pusuda, ama Çinliler, İspanyol gümüşü için normalden iki misli fazla ödemeye, buna karşılık ipek ve porseleni ucuza satmaya razıydı.
İspanyol hanedanı, bu kalyon ticaretinin büyüklüğü karşısında dehşete düşmüştü. Çok fazla gümüş gönderiliyor, bir o kadar da ipek, porselen ve mal getiriliyordu. Amerika kıtasından çıkarılan gümüşün üçte ikisi ila yarısı böylece Çin’e gitti. Hanedan çok öfkelendi, çünkü Kral bu gümüşü İspanya’nın savaşlarında malzeme satın almak ve birliklere ödeme yapmak için kullanmak istiyordu. Yetkililerin, kalyon ticaretini azaltmak için her yıl yalnızca iki kalyonun Pasifik seferine izin verileceğini ilan etmesine karşı, tüccarlar daha büyük gemiler yaptılar. Yeni kalyonlar elli tonun üzerinde gümüş taşıyabilen muazzam birer deniz kaleleriydi. Yani Meksika gümüşünün Çin’e kaçak girişini durduramamışlardı, çünkü gümüş ticareti çok karlı bir işti.
İspanya’nın hem kendinde hem Meksika kolonisinde kumaş endüstrisi vardı, ama Çin’in ipek endüstrisi öylesine büyüktü ki, Avrupalılar Çinle rekabet edemiyordu. Zira Çin köyleri arı kovanı gibi çalışan ipek malikaneleriydi. Paniğe kapılan Avrupalı tekstilciler, tehdit altında olduklarını ve bu malların Çin’den ithalatının kısıtlanmasını istediler. Her türlü tedbire, hükümetin desteğine rağmen Çin tüccarları, genel olarak Manila’daki İspanyolların yardımıyla her tür engeli aşmanın bir yolunu buluyorlardı.
Şekerkamışı, rom, melas, köle ticareti, kıymetli maddelerin çıkarılması ve yağmalanması ile elde edilen kazanç İspanya’ya akarak zenginliğin kaynağı oldu. Sonuçta, İspanyollar dünyadaki altın ve gümüşün yüzde 83’ünü eline geçirmiş, Portekiz ile İspanya krallıkları neredeyse tüm dünyaya yayılmıştı. Efsane bir mucizeyi gerçekleştirdiler.
Bu büyük miktarda gümüş ve altın İspanya’da kaldı mı, hayır, girdiği gibi çıkmıştı. Bu zenginliğin büyük bir kısmını porselen ve ipekliler satın aldıkları Çin’e ve neredeyse hemen herşeyi satın aldıkları Almanya’ya öderken; İspanya kralları savaşlardan birini bitiriyor diğerini başlatıyor, levazımlarına ve askerlere nakit para ödüyorlardı. Hollanda’yı işgal etmek amacıyla Fransa ile savaşa tutuşan İspanya 11 yıl süren savaşların sonunda yenilecekti.
Sattıklarından çok satınalan İspanyolların bu paralarını Avrupa’daki tüccarlara ve Çin’e akmıştı. Paranın da mal gibi stoku çok arttığı zaman iktisadi bir değeri yoktur, değeri düşünce de fiyatlar artar. Fiyatlar üzerine en başta gelen etkenin değerli maden stoku olduğunu ilk gören adam Fransız düşünürü Jean Bodin olmuştur. Ona karşılık İspanyollar gümüş stokunun bollaşmasının fiyatlar üzerine etkisinden habersiz olduklarından fiyatlar adeta fırladı. Peki ne oldu.
1580’den itibaren neredeyse dünyanın yarısını kontrol eden İspanya’nın Habsburgları yenilmez bir güç gibi görülüyordu. Katolik kışkırtması ile çoğunluğu Protestan olan İngiltere’yi işgal etmek isteyen II. Philippe, Papa’nın teşviki ve yardım desteğiyle İngiltere’ye savaş açmış, fakat kral hem deniz savaşını hem de donanmasının büyük kısmını kaybetmişti. Bu durum sonun başlangıcı demekti.
Sonuçta, bu mağlubiyetle gerileme başlamış, 1590’dan sonra azalmaya başlayan altın ve gümüş akışı 1650’de önceki döneme göre iki kat azalmıştı. Sevilla ticareti yarı yarıya küçülmüş, gemi sayısı 55 gemi ve 20.000 tondan, 8 gemi ve 2.500 tona düşmüştü.
Deniz savaşlarına, fanatik Katolik kışkırtmasıyla sömürgeciliğe ve din savaşlarına bunca servet harcanmış, daha önemlisi sanayi ve ticaret ihmal edilmişti. Onlar karlı alım satıma alışmışlardı bir kere, tüketim çılgınlığına kapıldılar. Enflasyonu bilmiyorlardı ve son kaçınılmazdı. Bu muazzam para ve servet ticaret yolu ile Çin’e ve Avrupa’ya kaçmıştı.
Değişemeyen her iki ülke de battı. 16.yüzyılın sonunda sonsuz maddi güce sahip olan bu iki ülke yoktu artık dünya sıralamasında. Onların yerini Hollanda, İngiltere ve Fransa aldı.
Süleyman A.Doğan, Kendime Makaleler, 04.23, İstanbul