Genel

TÜRKİYE CUMHURİYETİ İLK DÖNEMİ VE DÜNYA İLE İLİŞKİLER

Dünyada Neler Oluyor

1920’lere damgasını vuran, bu tüm sorunları kavrayan Keynes ‘aslında altın ayar sistemi barbarlıktan kalma bir kutsal inanıştan başka birşey değildir’ diyordu. 1923’de uygulanan para reformu ile serbest bırakılan Sterlin beş yıllık çabanın sonunda savaş öncesi pariteye kavuşmuş tekrar altına bağımlılığa dönülmüştü. Bedel büyük oldu zira 1921 krizi İngiltere’yi derinden sarsmış, ihracatta aşırı düşüş olmuş ve işsizlikte büyük artış vardı. Fransız Frangı ise ancak 1928’de savaş öncesi değerin yüzde 20’sine ulaşacak ve resmen altına bağlanacaktı. Kredilerle kendini toparlayan Almanya ayakları üstünde durmaya başlamış, aynı zamanda üretim metodları ve makina-ekipman modernize edilmişti.

Böyle kırılgan bir ortamda, İngilizler ödün vermeyen bir işçi sınıfıyla dişli rakipler arasında sıkışmış, Fransızlar hiçbir zaman olmadığı kadar uyumsuzluk içindeydiler. Amerikalılar ise kitle üretimi ve tüketimi tutkusuna kapılmış, darboğazlar, spekülasyonlar ve bir dizi sorunla uğraşıyorlardı. IMF gibi yerleşmiş, uluslararası bir sistem olmayınca korumacılık dalgasının da kabarması sonucu ticaret iyice daralmış ve büyük kriz ilk defa ABD’de patlak vermişti.

Büyük savaştan sonra 1920’lerde ABD, dünyanın en büyük ekonomik gücüydü. Milli gelir 33 milyardan 61 milyar dolara yükselmiş, çıkarılan

demir cevheri 75 milyon tona, kömür 550 milyon tona, petrol 60 milyon tona (dünyanın 2/3’ü) ulaşmıştı. Elektrik tüketimi Avrupa’dakine eşit, 40 milyon ton çelik (dünyanın yarısı) üretiyor, otomobil, kimya, makine sanayinde üstünlüğü ele geçirmiş, rekor ticaret; 5 milyar dolar ithalata karşılık 8 milyar dolar ihracat, müttefiklere açtığı krediler 12 milyar dolar, altın stokları 2.5 milyar dolar, dış yatırımlar 6.6 milyar dolar.

Askeri müdahalelerle büyüyen ABD ekonomisi kendi kaynakları üzerine kurulmuştu. Sona eren savaştan sonra Barış konferansına katılan başkan Wilson en önemli aktör olmuş, ABD dünyada bir numaraydı. America First diyen ABD yabancı mallara karşı koruma başlatmış, 1922’de İngiltere ile Kanada ayrılınca, Kanada ABD’nin nüfuz alanına girmiş, yatırım alanı Latin Amerika ve Kanada’ydı.

Böyle bir ortamda Taylorizm ve Fordizm uygulamaya konuluyor. Böylece işi parçalayıp her işçiye dağıtarak daha hızlı çalışma temposu sağlanıyor ve verimlilik önemli ölçüde artırılıyordu. 1921’de bilim sanayinin hizmetine yoğunlaştı. Henry Ford, 1914’de otomobil’de; 2-3 dolar günlük ücreti 5 dolar’a çıkardı ve 9 saatlik işgününü de 8 saate indirdi (Five dollars day). Ford’un işe alma ofisi önünde kuyruklar olmuş, üretim hızla artmıştı. 1913’de sadece 200.000’ken, 1929’da 5 milyondan fazla araba üretiliyordu. Üretim maliyeti düşünce; Ford’un ünlü ‘T’ modeli fiyatı 800’den 290 dolar’a inmişti.

Ford’un Detroit’te yaptırdığı ankette; her yüz işçi ailesinden 98’i elektrikli ütü, 76’sı dikiş makinası, 5’i çamaşır makinası, 49’u gramafon, 47’si otomobil, 36’sı radyo ve elektrik süpürge sahibiydi. 1929’da 23 milyon otomobil 100 kişiye 19 araba demekken, Fransa ve İngiltere’de sadece 2 arabaydı.

Her şey yolunda, zenginlik ve refah artmış artık devlet ekonomiye müdahale etmiyor, 1928’de Başkan Hoover ile yeniden serbest piyasaya dönülmüştü. Parlak günler başlamış, borsada hisse senetleri her gün değer kazanıyor ve kimse gelecekten şüphe etmiyordu. Fakat bu model 1920’lerin sonunda gücünü yitirmiş, verim artışları düşmeye başlamış, pazarın bazı kesimleri doyuma ulaşmış ve tarım krizi alım gücünü azaltıyordu. Dış Pazarlarda sert rekabet, 1929 ikinci yarısında kar oranlarını azalttı, birden New York borsasında görülmemiş bir felaket yaşanıyordu. Hissedarlardan biri aşırı değer kazanan hisselerinin tümünü aniden sattı. Beklenmeyen bu durum borsada domino etkisi yaptı ve panik satışlarına yol açtı. Borsa bir günde çökmüş, artık tersine dönen bir sarmal ve kriz söz konusuydu.

1929 Borsa krizi ekonomiyi altüst etti. Krizde 800 banka ve 140.000 şirketin iflasıyla 30 milyar dolar kaybedilmiş, işsizlik %25’e çıkmıştı. Zenginler servetinin yarısını kaybetti, GSMH 104 milyardan 58 milyar dolara indi. Binlerce insan bir tas çorba alabilmek için kuyruklarda bekliyor, devlet destekleriyle yaşıyordu. 17 milyon işsiz, 2 milyon evsiz vardı. Hoover, serbest pazar kendisi bozdu kendisi yapar, bekleyelim diyordu ama bu bir türlü olmuyordu. 1930 Buhranı korku, endişe ve durgunluk yaratmış, intiharlar büyük boyutlara gelmişti. Bu kriz sadece ABD’yi değil bütün Batı’yı vurdu. İngiltere, Almanya ve Fransa’da birbiri ardına durgunluk başladı.

1932’de New York eyalet valisi Franklin Roosevelt halka güven ve sempati vererek başkan seçildi. Roosevelt radyo konuşması ile halka sesleniyor ‘korkunun kimseye faydası yok kendinize güvenin’ diyordu. Her hafta sonu radyoda halk sohbeti yapan başkan halka moral ve güven veriyordu.

Bu sırada ortaya çıkan bir ekonomist Keynes, devlet imkanlarını kullanarak ekonomiye müdahale edilmesi gerektiğini söylüyordu. Hükümet ekonominin görünmeyen eli olmalı, daha fazla harcama yapmalıydı. Keynes’in görüşleri önem kazandı. 1933’de Roosevelt bir dizi program ve yasa ile yeniden yapılanma başlattı. İlk olarak acil yardım ve acil banka yasaları, tarım düzenleme yasası, ulusal endüstri düzenleme yasası yürürlüğe kondu. Bunu takiben devlet altyapı yatırımla-rına yöneldi, İnsanlara yardım yerine onlara iş üretmeyi tercih etti. Sosyal güvenlik sistemi, asgari ücret ve işsizlik sigortası kuruldu. Yol ve baraj yatırımları hız kazanmış, ormanlar değerlendiriliyor ve ekonomi canlanmaya başlamıştı.

Hükümet insanları yoksulluktan kurtarmalı diyen Franklin Roosevelt sosyal devlet düzenini sağlamış, her bireyin daha iyi yaşaması temel insan haklarından biri olmuştu. Nihayet 1936’da ekonomi toparlandı.

Türkiye’nin Yeni Dünyası Kuruluyor

Osmanlı Devleti ve onun devamı Türkiye Cumhuriyeti Devleti, 1912’den başlayarak bir dizi savaşa girdi; önce 1912-13 Balkan Savaşları, onun ardından Birinci Dünya Savaşı ve 1920-22 Milli Mücadele. Savaşlarla dolu on yılın bıraktığı uzun dönemli mirasın bir yansıması da demografik değişikliklerdir. 1914’de nüfus 16.5 milyon kadardı. İki milyona yakın Ermeni nüfusu 1.5 milyondan 100 binin altına, 1.2 milyon Ortodoks Rum Anadolu’yu terk ederken ve yarım milyon Müslüman Türk de Yunanistan ve Balkanlar’dan geldi. Nüfus 1924’de 13 milyona geriledi. 1912’de yüzde 20 civarındaki gayrimüslim, 1925’e gelince yüzde 2’ye düşmüş ve etnik bakımdan homojen bir yapı sağlanmıştı.

Rum ve Ermeni nüfusun yokluğunun, uzun dönemde siyasal, toplumsal kültürel ve iktisadi sonuçları oldu. Çiftçilerin, kırsal alanlarla limanlar ve Avrupa ticaret merkezleri arasındaki bağlantıları kuran tüccar, tefeci

ve sarraf ile zanaatkarın büyük bir kısmı yoktu. Artık Türkiye’de özel sektör öncülüğünü, ülkeyi terkedenlerin yerine ve onların mülklerine el konarak yaratılan Müslüman Türk burjuvazi yapacaktı.

1929’dan itibaren Dünya bunalımının patlaması, arkadan İkinci Dünya Savaşının ufukta görülmesi nedeniyle; iktisadi milliyetçilikte kendine yeterlilik anlayışı, Cumhuriyetin erken dönemlerine de damgasını vurdu. Korumacılık ve içe dönük sanayileşme 1980 yılına kadar sürecekti.

Cumhuriyetin Kuruluş Yılları

Milli Mücadele merkezinin Ankara’ya taşındığı ve öncülüğü-nün Mustafa Kemal Paşa ve çevresindeki Kadrolar tarafından devralındığı dönemde büyük toprak sahipleri ile olan ilişkiler, İttihat ve Terakki’nin bu kesimle kurduğu ilişkilerin bir devamı niteliğindeydi. Tanzimat sonrası kurulan okullarda Fransız Devrimi’nin aydınlanmacı ve rasyonel düşüncesi ile yetişmiş bu Kadroların ilk ve acil ihtiyacı, savaşlardan yorulmuş ve işgale karşı kayıtsız Anadolu köylüsünü bir kez daha savaşa ikna etmekti. Bu konjonktürde taşra Eşrafı, Kadrolar ile köylülük arasında bir aracı konuma yerleşmiştir. Ahmad’a göre: Kadrolar ile eşraf arasındaki işbirliğinin bedeli, kırsal kesimdeki statükoyu korumak ve hatta güçlendirmek için yapılan üstü kapalı bir anlaşma oldu. Bu anlaşma toprak ağalarının güçlü bir unsur olarak içinde yer aldığı bir parti, Halk Partisi’nin kurulmasıyla tamamlandı.

Bu işbirliği, Anadolu devriminin sınıfsal karakteri açısından belirleyici bir öneme sahiptir, zira, iki burjuvalaşma dinamiği arasındaki rekabetin sonucunu da belirleyen, devrimin milli niteliği olmuştur. Böylelikle ilkel sermaye birikiminin önemli bir kısmını elinde bulunduran ve burjuva sınıfının belkemiğini oluşturabilecek gayrimüslim tüccar ve zanaatkâr

devrim sürecinden dışlanmış, kapitalist Türk burjuvazisini oluşturacak şahısların çoğu kırsal eşraftan türemiştir. Bu tekleşmenin ilk işaretleri, henüz Birinci Dünya Savaşı sırasında, İttihat ve Terakki iktidarı tarafından Müslüman tüccarların gayrimüslim tacirler karşısında kollanarak öne çıkartılmasıyla görülmüştü. Keyder’e göre aynı kesim, Milli Mücadele sırasında da önemli bir rol oynadı ve burjuvalaşmakta olan taşra eşrafının devrim sırasında Kadrolara verdiği desteğin aktif göstergesi oldu.

Taşradaki esnaf, Müslüman tüccar, büyük toprak sahipleri ve dini liderlerin bu işbirliği, Birinci Büyük Millet Meclisi’ne de yansımıştır. Önemli bir kısmı İstanbul’un işgali sonrasında dağıtılan Osmanlı Meclis-i Mebusanı üyelerinin oluşturduğu Büyük Millet Meclisi’nde mesleği tarım ve hayvancılık olan milletvekillerinin sayısı 454 kişi içinde 60 kişidir.

Cumhuriyetin ilanı öncesi yapılan İzmir İktisat Kongresi, büyük toprak sahiplerinin sınıfsal çıkarlarını artık programatik biçimde savunmaya başladıklarını gösteren, önemli bir dönüm noktasıdır. Kongreye işçi, çiftçi, tüccar ve sanayici delegeleri katılmıştır. Bu gruplardan her birinin ismini taşıdığı toplumsal kesimi ne denli temsil ettiği ayrı ayrı tartışma konusu olmakla beraber, çiftçi delegelerinin tamamının büyük toprak sahibi olduğu bilinmektedir. Kongrede, Meclis’te defalarca görüşülmüş olan aşar vergisi bir kez daha gündeme gelmiş, çiftçi delegeler aşar vergisinin kaldırılmasını önermiş ve bu öneri karara bağlanarak kongre tutanaklarına girmiştir. Diğer yandan boş durumda bulunan çiftliklerin köylülere dağıtılması önerisi çiftçi delegelerin itirazıyla reddedilmiştir.

Savaş boyunca çoğulcu yapıdaki siyasal rejim, daha sonra giderek daralmaya ve muhalefeti tasfiyeye yöneldi. 1925 Şeyh Sait isyanına karşı çıkarılan Takrir’i Sükun Yasası ve Terakkiperver Parti’nin kapatılması

sonrası tek partili bir siyasal rejim kuruldu. İktisat politikaları ve kurumsal yapı dönüşümlerini Ankara’da dar bir kesim biçimlendirdi.

Yeni devletin önünde ilk önemli konu, 1922-23 Lozan Barış Konferansı idi. Pamuk’a göre; Osmanlı Devleti’nin iktisadi mirası devralınırken, yeni devletin dış iktisadi ilişkileri de üç temel konuda düzenlendi. İlk iş kapitülasyonlar kaldırıldı. İkinci olarak, Osmanlı Devletinin kendi başına değiştirmesi mümkün olmayan, serbest ticaret anlaşmaları sona erdirildi. Üçüncü olarak da Osmanlı Devleti’nin dış borcu yeniden yapılandırılarak Osmanlı topraklarını devralan ülkelere pay edildi. Borçların ilk ödemeleri 1929’da başlayacaktı.

Türkiye’nin 13 milyona düşen nüfusunun önemli bir kısmı dul ve yetimden oluşuyordu. Tehcir ve Mübadele sonrasında Pazar için üretim yapan tarımsal üreticilerin, kentlerdeki zanaatkar ve ustaların, tüccar ve tefecilerin önemli bir kısmı ayrılmıştı. Savaşlarda harabolan fabrikaların büyük bir kısmı makine-donanım azalmış, çalışmıyor, çift hayvan sayısı da hızla düşmüştü. Milli Gelir, Birinci Dünya savaşındakinden en az yüzde otuz daha azdı.

Cumhuriyetin ilanıyla beraber, büyük toprak sahipleri devlet politikası üzerinde ciddi bir etki unsuru haline geldi. Bir yandan mecliste önemli sayıda milletvekili bulunan, diğer yandan sermaye birikiminin önemli kesimini temsil eden bu sınıfsal yapı, bilhassa 1930’lardaki devletçilik dönemine kadar Türkiye Cumhuriyeti’nin ekonomi politikalarını belirlemiştir. Bu süre içinde büyük toprak sahipleri sadece devlet politikalarını kendi sınıfsal çıkarları doğrultusunda yönlendirmekle kalmamış, aynı zamanda kuruluş yıllarının karmaşası içerisinde çok miktarda sahipsiz ya da yoksul ve güçsüz köylülere ait tarım toprağını kendi mülkiyetlerine almıştır.

Büyük Millet Meclisi’nin kurulduğu 1920’den 1939’a kadar mecliste büyük toprak sahiplerinin devamlı bir varlığı görülür. Ayrıca büyük ölçekli tarım ile ticaret içiçedir. Gayrimüslim tacirlerin devrim sürecinde tasfiyesiyle, bu dönemde neredeyse sadece tarımsal ürün ihraç eden Türkiye’de ticari sermayede önemli bir boşluk doğmuş; bu boşluk bizzat üreten veya pre-kapitalist ilişkileriyle köylülerin üretimini örgütleyen kırsal sermaye tarafından doldurulmuştur. Osmanlı son döneminden itibaren var olan tüccar-çiftçi birlikteliği daha güçlenmiştir. Mecliste her dönemde yer alan güçlü toprak sahibi milletvekillerinden bazıları; sonraki yıllarda TARİŞ olacak Aydın İncir Müstahsillerinin kurucusu, Nazmi Topçuoğlu ile 1950 yılına kadar toprak reformu tartışmalarının merkezinde yer alan, şiddetli reform aleyhtarı Emin Sazak gösterilebilir.

Büyük toprak sahiplerinin Meclis’teki etkisiyle, Aşar vergisi kaldırılınca tarım ürünlerinden parasal bir vergi alınmaya çalışılmış, çıkartılan yasaya göre tahıllardan %10, satılması zorunlu olan tütün ve pamuk gibi sınaî ürünlerden ise %8 düzeyinde, ürün satışı sırasında vergi alınması öngörülmüştür. Ancak bu vergi de tam olarak uygulanamayıp tarım kesiminden sadece Hayvan Vergisi denecek Ağnam Resmi alınmaya başlanmıştır. Ancak aşar vergisinin yeri doldurulamamış, 1925’de bütçe açığı önceki yılın üç katına çıktığında bu açığın kapatılması için başka önlemler alınması gerekmiştir. Boratav, aşar vergisinin kaldırılmasıyla doğan açığın 1926’dan itibaren şeker ve gazyağından alınan vergiler ile kapatıldığını saptamakta, bu durumun kentlerde ve pazara dönük kırsal kesimde yaşayan tüketici kitlelerin vergi yükünü üstlenmesi anlamına geldiğini belirtmektedir. Bu çerçevede, 1920-30’lu yıllar tarım ve kırsal için hızlı bir toparlanma dönemi oldu. Bu nedenle aşarın ve iltizamın kaldırılması küçük ve orta ölçekli mülkiyetin ve aile işletmelerinin güçlenmesini sağlamıştır.

Büyük toprak sahiplerinin çıkarlarının mecliste temsili, toprak reformu tartışmaları sırasında kendisini göstermiş, Cumhuriyetin ilk yıllarında toprak reformu, Meclis’in yalnızca kulislerinde görüşülmüş, ne bir komisyona havale edilmiş ne de bir kanun tasarısı olarak ele alınmıştır.

Sabiha Sertel anılarında; Mustafa Kemal halka değil bu gerici kuvvetlere dayanıyor. Anayasada toprak reformunu, işçi haklarını sağlayacak maddeler yok. Türkiye sınıfsız bir toplumdur, diyorlar. Ezilen işçiler, köylüler haklarını nasıl koruyacaklar derken bunu cevaplandıran Mazhar Müfit bey: “Mustafa Kemal bir çok reformlar yapmak istiyor. Toprak reformu için burada ağalarla, özellikle Kürt ağaları ile Kürt mebuslardan Feyzi Bey’ler ve diğerleri ile konuşmalar yaptı. Bu reform meselesi, çok çetin bir mesele. Ağalara toprak reformunu anlatmak imkansız. Bu reformu ele almak, bütün ağaları, eşrafı kaybetmek demektir. Şimdilik toprak reformu defterini kapadık.” demiştir.

Toprak reformu 1930’larda ilk defa Meclis gündemine geldiğinde, büyük toprak sahiplerinin sözcülüğünü üstlenecek Emin Sazak, büyük arazilerin paylaştırılmasına sert tepki göstererek: “büyük arazilerin taksimi için yeni bir karar mı veriliyor, yeni bir kanun mu yapılıyor. Fırkanın prensibinde ve TBMM prensiplerinde böyle bir esas yoktur. Toprak sahibi olmak bu memlekette ayıpmış gibi bir manzara hasıl oluyor. Yavaş yavaş büyük emval sahibi olmak, çok para sahibi olmak fena telakki edilmeye başlanırsa bunun sonu nereye varır” demiştir.

Kuruluş yıllarında Kadroların kırsala dair politikası önemli bir gerilim barındırıyordu. Tezel’e göre; bu politikaların sürekli olarak kolladığı büyük toprak sahipleri, henüz sanayici bir burjuvazinin olmadığı ülkede en önemli mülk sahibi sınıfsal yapıyı teşkil ediyor ve gerektiğinde kendi çıkarlarını sertlikle savunmaktan çekinmiyordu. Diğer yandan nüfusun çok büyük bir kısmını oluşturan köylülüğün üretim koşullarının sıkışması ve kitleler halinde kentlere göçmesi büyük bir endişe kaynağıydı. Köylülüğün

topraktan koparak işçileşmesinin serbest bırakacağı sınıfsal dinamiklerden duyulan bu endişe, Büyük Buhran’ın tarım kesiminde yarattığı yıkımın ardından daha da güçlendi. Öyle ki, sonraki yıllarda tarım bakanlığı yapacak Şevket Raşit Hatipoğlu, Büyük Buhran’ın sonuçları üzerine yazısında [göçler] vaktından evvel ve birden bire büyük nufus kalabalıklarının proletaryalaşmasını ifade eder. Bu ise Türkiye için ne ekonomik, ne de sosyal hoş gelen bir şeydir. Bu sebepten Türkiye küçük ölçüde de olsa, çiftçiliği terk ve çiftçilikten soğumayı lâkayt karşılayamaz uyarısında bulunuyor, Bu gerilimi hafifletecek ve kentlerin topraktan kopan kitleleri kapsamasını sağlayacak hızlı bir sanayileşmenin koşulları bulunmadığı için tek seçenek köylülüğün kırsalda tutulmasıydı.

Nihayet 1926’da çıkarılan Medeni Kanun ve Borçlar Kanunu ile topraktaki özel mülkiyet yapısına kesinlik kazandırılmış, böylece toprak sahiplerinin mülkiyetlerini hızla genişletmeye başladıkları ve bunun başkalarının mülksüzleşmesine yolaçtığı bir döneme de girilmiştir. İlk genişleme fırsatı, tehcir edilen Ermeni ve mübadele edilen Rum gayrimenkullerinin sahipsiz kalmasıyla ortada kalan, bu süreçlerde boşalan bereketli topraklara çoğunlukla yerel eşraf elkoymuştur. Rum-Türk mübadelesiyle muhacirlere, Mübadele, İmar ve İskân Kanunu çerçevesinde toprak dağıtımı, sürecin karmaşıklığından da bekleneceği üzere hayli sorunlu geçmiş, her ne kadar Rumlar tarafından boşaltılan toprakların tamamına kırsal eşrafın el koyduğunu söylemek mümkün değilse de, mübadele sonunda önemli miktarda toprak, mübadil vatandaşlar yerine boşalan toprağa el koyan kişilerin eline geçmiştir. Diğer yandan, 1915 tehcirinden itibaren herhangi bir kurala tabi olmaksızın el konan Ermeni mülkleri daha da önemli bir zenginleşme kaynağı olmuştur. Asıl zenginleşme, Osmanlı İmparatorluğu’nun karmaşık toprak hukukundan Cumhuriyete miras kalan, önemli eksik ve yanlışları barındıran tapu kayıtlarının, Medeni ve Borçlar Kanunu’nun ardından olmuştur.

Kuruluş dönemi boyunca devletin tarıma verdiği destek düzensiz ve parçalı olmuştur. Bu dönemde, Ziraat Bankası kredileri, kooperatifler, destekleme alımları gibi aygıtların henüz bütünlüklü ve sistematik bir yapı içinde hareket etmemekte, ancak tarıma yönelik tüm politikalarda büyük toprak sahiplerinin çıkarları gözetilmektedir.

Cumhuriyetin ilk yıllarında tarımda makineleşme devlet eliyle teşvik edilmiştir. Silier’e göre; Cumhuriyetin kurulmasının hemen ardından Ziraat Bankası 70 traktör almış, bunların 40’ını çiftçilere dağıtmış, 30’unu da kendi işletmesine almıştır. 1924’de geçirilen ve ekili dikili alanların genişletilmesini hedefleyen bir başka yasa ile traktör kullanan işletmelerdeki makinistler ile tarım alet ve makinelerinin tamirindeki belirli sayıda teknik eleman askerlikten muaf tutulmuştur. 1926’da ise traktör, motorlu pulluk ve biçerdöver gibi makineleri kullanan çiftçilere akaryakıt vergisi muafiyeti teşvikleriye, 1928’e gelindiğinde ülkedeki traktör sayısı 1000’i aşmıştır. Aynı yasa, 500 dekar toprağa sahip olan çiftçilerin kendileri ile beraber iki yardımcısını, 500 dekardan fazla toprak işleyen çiftçiler için her 250 dekar için bir yardımcıyı, tarımsal işlerle uğraşan şirketlerin idareci, muhasebeci ve teknik personelini, 200 küçükbaş veya 50 büyükbaş hayvan sahibi ile bunların yardımcılarını da askerlikten muaf tutuyordu. Yani yasa, sadece tarımda makineleşmeyi değil, aynı zamanda büyük işletmeciliği ve şirketleşmeyi teşvik amacıyla çıkartılmıştı.

Büyük Buhran’ın ardından büyük bir kısmı Ziraat Bankası tarafından olmak üzere çok sayıda tarım kredi kooperatifi kurulmuş, 1929-38 arasında kredi kooperatifleri 65’den 586’ya çıkmıştır. Bu kooperatiflerin önemli bir kısmı İzmir, Giresun, Aydın ve Trabzon gibi tarımda sermaye yoğunlaşmasının ilerlediği illerde bulunmaktadır.

Tarımsal artıya el koyan kesimin toprağa yabancılaşarak, kentlileşmeye başlaması, Osmanlı son döneminde oluşmuştu. Pamuk’a göre; Henüz iltizam sistemi yürürken mültezimler, iltizamlarını alt mültezimlere bölüştürüp vergisini topladıkları topraklara ayak basmayabiliyorlardı. Ortaylı da ; Vakıfları da kendi çıkarları doğrultusunda kuran bu kesim, buradan elde ettikleri gelirle kentli bir yaşam sürerek “absentee landlords sınıfını meydana getiriyorlardı” demiştir.

Cumhuriyet’le kapitalist üretim ilişkileri ve kentler geliştikçe, bu eğilim daha belirginleşmiştir. Osmanlı İmparatorluğu son döneminde ortaya çıkan; mültezim, tüccar, tefeci ve büyük toprak sahibi özelliklerini bir arada barındıran kesimin devamı olanlar Silier’e göre; “büyük arazi sahiplerinden, kasaba ve şehirlerde yazıhane açarak ‘köylü-tüccar’ zümresini oluşturan bazıları; hem kendi arazilerinin, hem de civar köylerin ürününü toplayarak pazarlara sevkedip satarlar. Büyük şehirlerde ortakları vardır. Hatta bazıları doğrudan Avrupa ile iş yaparlar. Hatta sermaye iştiraki yoluyla sanayici bile olmuşlardır. Böylece ayni şahısda ‘köylü-tüccar-sanayici’ tipi temsil edilmektedir”. Ne var ki bu kesimde sınaî yatırım eğilimi zayıftı ve büyük toprak sahipleri esas olarak tüccar ve tefecilikle geçiniyorlardı. Hatta tam tersine, kentli ve sermaye sahibi kimi zengin kişiler köylüye yüksek faizle borç veriyor ve borcunu ödemeyenlerin toprağına el koyarak toprak sahibine dönüşüyordu.

Özellikle Dünya Bunalımı’nın patlak vermesinden ve tarım fiyatlarının düşüşünden sonra, beklentiler kent ekonomisine, sanayileşme ve iktisadi gelişme çabalarına yöneldi. Ancak ilerleyen yıllarda kent ekonomisinde sanayileşme ve özellikle de istihdam yavaş arttığı için kırsal nüfusun kentlere gelmesinin özendirilmesi yerine köylerinde kalması tercih edildi.

Cumhuriyetin erken yıllarında eğitime ve sağlığa çok önem verildi. Ancak devletin mali gücü yeterli olmadığı için daha çok kentlerde harcandı. Bu çabalar nüfusun yüzde 80’inin kırsalda yaşadığı yerlerde yapılamadı. Kadınlarda okuryazarlık 1913’de yüzde 5’in altındayken, 1950’de yüzde 19’a, erkeklerde ise yüzde 15’den yüzde 46’ya arttı. Lise sayısı henüz 90’dan fazla değildi. Kentlere sunulan temel sağlık hizmetlerinde iyileşmeler oldu, salgın hastalıklarla mücadele edildi. Ama bebek ölüm oranı çok yüksek, özellikle kırsalda doğan üç bebekten biri doğduktan bir yıl içinde ölüyordu.

Türkiye 1920’lerde üç kıtaya yayılmış bir imparatorluktan bir ulus-devlete geçiş sürecini yaşıyor, yeni devletin ekonomi alanındaki temel çabası, yeni sınırlar içinde yeni bir ekonomi inşa etmekti. 1920’lerden itibaren eldeki sınırlı kaynakların en büyük bölümünün demiryollarına ayrılmasını, sonuçları bakımından olmasa bile en önemli girişim olarak görülebilir. 19.yüzyılda, çoğunluğu Avrupa sermayesiyle yapılan ve işletilen demiryolları verimli tarımsal bölgeleri limanlara bağlıyordu, fakat Cumhuriyet hükümetleri dış ticaret ağırlıklı bir model yerine, demiryollarıyla ülke içi bağlantıları, özellikle de Ankara merkez olmak üzere, orta bölgelerle doğu arasını güçlendirmeyi hedeflediler. Osmanlı Devleti döneminde 50 yılda inşa edilen 4 bin kilometre demiryolunun yanına, 14 yıl gibi kısa bir sürede 3 bin kilometrelik yeni demiryolu eklenerek, 7 bin kilometrelik bir demiryolu ağına ulaşıldı.

Hükümetin hedefi, Bir karış daha Şimendifer’di. Oysa zamanın teknolojik imkanlaryla demiryolu son derece zor ve çok masraflıydı. Bu nedenle Cumhuriyet’in ilk yıllarında demiryollarına ayrılan kaynakların bütçe ve GSYH içerisindeki payları, daha sonraki dönemlerde en büyük inşaat projesi olarak öne çıkan GAP’tan çok daha yüksektir. Nitekim İnönü hükümetlerinin demiryolları siyaseti aşırı maliyeti nedeniyle Meclis’te

ve dışında epey eleştirildi. Ancak demiryollarını yerleşim merkezlerine ve köylere bağlayan ikincil yollara yeterince ağırlık verilmediği için ulaşımda beklenen artış olmamasına rağmen, demiryolları sayesinde 1930’lardan itibaren İkinci Dünya Savaşı yıllarında büyük kentler, Orta ve Doğu Anadolu’dan gelen buğday ile beslenebilmiştir. Cumhuriyet’in erken yıllarında bir yandan demir yollarının millileşmesine başlandı. Türkiye’deki demir yolları işletilmesi kârlı olmadığı hatta çoğunluğu zarar ettiği için Avrupalı şirketler de ellerindeki hatları devir etmeye hazırlardı. Bu nedenle millileştirmede fazla sorun yaşanmadı.

Yeni Devletin Ekonomi Modeli

1920’lerde dünya iktisadi koşulları belirsizlikleri içinde, Birinci Dünya Savaşı’nın yarattığı sorunlar ve küresel dengesizlikler henüz aşılamamış İngiltere liberal düzenine ve güçlü konumuna geri dönme özleminde, ancak gelişmeler İngiltere’nin gücünü bir daha geri dönemeyecek biçimde azaltmıştı. Buna karşılık, ABD Birinci Dünya Savaşı’ndan güçlenip çıkmış, fakat dünya siyasetinde ve dünya ekonomisinde önder olmak istemiyordu.

Ankara hükümetlerinin amacı yeni sınırlar içinde bir Milli İktisat oluşturmaktı. Müslüman-Türk bir müteşebbis sınıfın yaratılması ve sanayileşme, milli iktisadın gelişmesi için temel olarak kabul ediliyordu. Yeni devleti kuran kadrolar, Avrupa sermayesi ve devletleri karşısında iktisadi ve mali bağımlılığın, özellikle dış borçların Osmanlı Devleti için çok büyük siyasal sorunlar yarattığını da yakından izlemişler, Birinci Dünya Savaşı yıllarında savaşın finansmanı için basılan kağıt paraların yüksek enflasyonla birlikte ne kadar ağır iktisadi, toplumsal, siyasal sonuçlara yol açtığını görmüşlerdi.

 

Cumhuriyet hükümetleri dünyanın bir savaşa daha sürüklenmesi endişesini taşıyorlar, Dünya Savaşı’nda yaşanan sıkıntıların bir kez daha yaşanmaması, hiç olmazsa hafif atlatılması için kendine yeterli bir iktisat oluşturmaya niyetliydiler. 1920’ler iktisat politikası üç beyazın; bez, şeker, un kendi kendine yeterli olmasını şart görüyordu.

1923’de Lozan görüşmelerinin kesildiği dönemde toplanan, İzmir İktisat Kongresi’nin izlenecek iktisat politikası, çiftçilerin, işçilerin, tüccarın ve sanayicinin temsil edildiği Milli İktisat ve iktisadi kalkınmadan ibaretti. Kongre’de, büyük toprak sahipleri ve tüccarların sesleri diğerlerinden daha fazla duyulmuş, yabancı sermayenin belirli koşullarla davet edilmesi öngörülmüştü. Lozan görüşmelerine ara verildiği bir zamanda, Kongre’de somut içerikten çok, iç ve dış dünya kamuoyuna verilen sembolik mesajlar öne çıkmaktaydı.

1920’lerde ekonomide özel sektöre dayalı bir model öngörülüyordu, ancak Ankara çevreleri ekonominin denetimini tümü ile piyasaya veya özel sektöre terk etmeye hazır ya da niyetli değillerdi. Zaten Ermeni ve Rum müteşebbislerin yokluğunda, bu rolü üstlenecek yeterli sayıda ve güçte yerli özel sektör yoktu. Kısacası, 1920’lerdeki iktisat politikalarının temel yaklaşımı, özel sektöre sınırlı bir devlet müdahaleciliği denebilir.

Sanayileşme ve devlet eliyle bir girişimci sınıf yaratma hedefiyle,1927’de Teşvik’i Sanayi Yasası ile; gıda, tekstil ve çeşitli malzemelerdeki sanayi kuruluşlarına teşvikler veriliyor, öte yandan, Ankara hükümetlerinin yabancı sermayeye karşı kesin bir tavrı yoktu. Ancak iki dünya savaşı arasındaki belirsizlik ortamında, Avrupalı yatırımcılar da Avrupa dışı yatırım konusunda bir hayli isteksizlerdi. Tam tersine, demiryolları devlet özelleştirilmesinde ve pek çok diğer alanlarda görüldüğü gibi, sahiboldukları tesisleri satıp çıkmak eğilimindeydiler.

Cumhuriyet’in ilk yıllarında hükümetin özel sektöre dayalı bir iktisadi kalkınma modelinin önde gelen simgesi İş Bankası, özel sektörün gelişmesi için kurulmuştur. Çeşitli alanlarda süre gelen veya yeni oluşturulan devlet tekellerinin parti çevreleri ile bağlantılı özel kişilere ve şirketlere devri yöntemi de devlet yoluyla özel sektör ya da milli burjuvazı yaratma siyasetinin sık sık kullanılan bir diğer yöntemi oldu. Fakat, kaynak ve alt yapı yetersizliği, demiryolları için yapılan büyük harcamalar nedenleriyle özel kesime sermaye akmamış, deneyimsizlik de buna eklenince iktisadi kalkınma beklentilerin gerisinde kalmış, sanayileşmede sınırlı bir büyüme sağlanabilmiştir.

Yine de 1920’ler, on yıl süreyle savaşla yaşayan Türkiye için hızlı bir toparlanma dönemiydi. Savaşların sona ermesi, kırsal nüfusun evlerine dönmesi ve boş kalan toprakların tekrar ekilmesiyle birlikte tarımsal üretimin artmaya başlaması, kent ekonomisini de olumlu etkiledi. Savaş dönemleri yıkımının yerini yatırımların almasını Dünya piyasalarındaki elverişli talep ve fiyatlar da destekleyince, ihracat toparlanma gösterdi. Buna rağmen Birinci Dünya Savaşı öncesindeki ekonomik seviye ancak 1930’larda gerçekleşecektir.

Dünya İktisadi Bunalımı Türkiye’yi de Etkiledi

New York Borsasında 24 Ekim 1929 günü tüm dünyayı etkisi altına alacak ünlü İktisadi Bunalım, önce sanayileşmiş ülkelerde, daha sonra tüm dünyada kısa zamanda etkisini gösterdi. Beklenmedik bir anda ortaya çıkan kriz, ülkeleri dünya ekonomik sistemiyle entegrasyonu oranında farklı etkilemiştir. Yaşanan ekonomik bunalım, genelde hızlı üretim düşüşlerine, talep daralmasına ve tarımsal ürün fiyatlarında büyük gerilemelere neden olmuş, dolayısıyla ülke ekonomilerinde hızlı küçülme yaşanmış, dış ticaretlerinde açıklar oluşmuş, binlerce iş yerleri kapanmış ve dünyada büyük bir işsizler ordusu ortaya çıkmıştır.

Bunalımın çıktığı ABD, Birinci Dünya Savaşından sonra yeni teknolojik buluşlarla ekonomisi en hızlı büyüyen bir ülke durumundaydı. Wall Street’deki borsa işlemlerinden çıkan Krizin nedenleri üzerine iktisat tarihçileri tarafından pek çok araştırmanın ortak görüşü; 1920 sonlarına doğru sermayenin New York Borsasına yoğun bir şekilde yönelmesi üzerine hisse senedi fiyatlarının aşırı şekilde yükselmesiydi. ABD Merkez Bankası gibi çalışan, Rockefeller ve Rothschild Aileleri’nin kurduğu Federal Rezerv Bankası (FED) bu duruma müdahale etmek amacıyla faiz oranlarını %100 oranında artırınca fiyatlar spekülatif amaçlı aşırı yükselmiş hisse senedi sahiplerini yoğun şekilde satışa yönelmişti. Borsadan beklenmedik anda yaşanan bu kaçışlar, sermaye çevrelerinde büyük bir panik yarattı ve New York Borsasının sert bir şekilde çöküşüne neden oldu. Borsanın çöküşüyle birlikte bankalar da büyük krize girdi ve ardı ardına gelen iflaslar başladı.

Krizi tetikleyen iktisadi sorunlardan birinin dünyada arz fazlalığından kaynaklanan tarım sektöründeki bunalım olduğu ifade edilmektedir. Dünyanın önemli buğday üreticisi ülkelerin ekim alanlarını genişleterek sağladıkları üretim artışlarını pazarlamada sıkıntı çekerlerken, dünya kapitalist sisteminden farklı merkeziyetçi ekonomik model uygulayan Sovyetler’in damping yaparak dünya pazarlarına girmesi sorunun artmasına neden olmuştur. Buğdayda ortaya çıkan arz fazlalılığından kaynaklanan talep yetersizliği, başta pamuk olmak üzere diğer tarımsal ihraç mallarında da yaşanıyor. Bunun sonucunda fiyatlar düşüyor ve ihracattaki tarımsal ürünlerin payı azalıyor. Dış satımda tarımsal ürünlerin payı %80’den fazla olan Türkiye de bu durumdan fevkalade olumsuz etkilenmiştir. Nitekim bu dönem ve sonrasında tarım ürünleri ihracatında önemli bir gerileme yaşanmıştır.

ABD’nin sermaye piyasasındaki büyük bunalım, bu ülkeyle finansal ilişkileri yoğun olan Avrupa ülkelerinde hızla etkisini göstermiştir. Bu, onların ABD’den aldıkları borçlardan kaynaklandı. New York Borsası krizi, ABD’den borçlanmaya imkan vermiyor, Amerikan Bankaları, verdikleri kredileri geri çekmek durumunda kalmışlardı. Halkın da bu güvensizlik ortamında bankalara hücum ederek mevduatlarını çekmesi ile ABD’de olduğu gibi Avrupa’da da pek çok banka kapandı. Kriz kapsam ve etkisini artırarak tüm dünyaya yayıldı ve 1931’de doruk noktasına çıktı. Bunalımdan çıkmak amacıyla her ülke, kendi çıkarlarını ve imkanlarını ön planda tutarak önlemler almaya çalıştılar.

Bu krizden etkilenmeyen, aksine ekonomisinde gelişme sağlayan tek ülke ise SSCB oldu. Uzun yıllar süren ve geniş halk kitlelerinin daha da yoksullaştıran iç savaşların bitmesi, istikrarın sağlamasıyla Sovyetler, 1928’de savundukları yeni bir ekonomik modeli uygulamaya başladılar. Çekilen büyük sıkıntılardan sonra kendi kendine yeterlilik modeline göre hazırlanan Planda öngörülen hedefler başarıyla gerçekleştirildi. Dünya kapitalist sistemi büyük bunalım yaşarken Sosyalist ekonomi modelinin başarısı, Sovyetler için güçlü bir propaganda argümanı oldu. Sovyetlerdeki bu ekonomik gelişme, buhrandan kurtulmaya çalışan ülke yöneticilerini farklı ideolojik arayışlara yöneltti. Türkiye de bu durumdan etkilenen ülkeler arasındaydı.

Küresel iktisadi krizin en önemli olumsuz etkilerinden birisi de tarımda yaşandı. Dış Pazar daralmaları ve alım güçlerinin gerilemesiyle zirai ürün fiyatlarında görülen büyük fiyat düşüşleri özellikle ihracata üreten geniş kırsal kesimde büyük sıkıntı ve hoşnutsuzluk yaratmıştır. Aynı zamanda, ihracatın kısıtlanmasıyla Türkiye dış ticareti ciddi şekilde daralmıştır. Mevcut ekonomik sıkıntılarla birlikte bu gelişmeler bir yandan halkın alım gücünü düşürürken, kredi borcunu ödeyemeyen

çiftçilerde, ticaret şirketleri ve sanayi kesiminde iflasların yaşanmasına neden olmuştur.

Sorunlar giderek ağırlaşıyor, dış ticaret açığı büyüyor, Türk Lirasının değer kaybı hız kesmiyor, halkın şeker, bez, gaz yağı gibi temel tüketim mallarının büyük bir kısmı ithalatla karşılanıyordu. Acilen istikrar, dış ticaret açığı ve paranın değer kaybına çözüm bulunması sanayileşmenin hızlandırılması lazımdı. Hazırlanan geniş kapsamlı programda halen devlet öncülüğü öngörülmüyor, kalkınmanın yine özel sektörle gerçekleşmesi bekleniyor; tarım, sanayi, madenler, orman ve ticari kesimler değerlendiriliyordu.

Bu arada önceki yıllar kurulmasına çalışılan ve para politikasının önemli kurumu Merkez Bankasının daha geciktirilmemesi için yoğun çalışma sürdürüldü. Şimdiye kadar bu alanda görevler, Osmanlı Bankası aracılığıyla yerine getirilmişti. Hollanda Bankası Başkanı Vissering yaptığı bir çalışmayla Merkez Bankasının mutlak gerek ve önemine dikkat çeker ve ulusal bir ticari banka bünyesinde kurulmasını öngörür, o bankayı da İş Bankası olarak işaret eder. O dönem İş Bankası Genel Müdürü Celal (Bayar) Bey, bu öneriyi ısrarla savunur. Ancak bu öneri Hükümetçe uygun görülmemiş, Devletin para politikasını yürütecek kurumun, ticari banka olması sakıncalı bulunmuştur. Daha sonra Almanya’dan getirilen uzmanlara danışan Hükümet, başka ülkelerdeki benzer bankaların kuruluş yapılarından da yararlanıp hazırlanan Türkiye Cumhuriyeti Merkez Bankası Kanunu Haziran 1930’da Mecliste kabul edilerek yürürlüğe konulmuştur.

Bu arada önemli düzenlemeler yapılarak “Türk Parasının Kıymetini Koruma Kanunu” yürürlüğe konmuş, bu yasayla paranın değer kaybının önlenmesi için her türlü önlemler almaya Hükümet yetkili kılınırken, bunların uygulanması için gerekli idari ve cezai tedbirler belirtilmiştir. Yine özellikle

dış pazarlarda Türk ihraç ürünlerine güvenin artırılması ve ticari mallar üzerinde tağşiş ve hileleri önlemek üzere çıkarılan bir kanunla Bakanlar Kurulunun tespit ettiği koşullara uymayan ürünlerin satış ve ihracı yasaklanmıştır. Bu kanunlar, bir yandan dış ticaretteki olumsuzlukların giderilmesini sağlarken, uygulamalarda sıkı denetim mekanizmaların kurulmasıyla devletçi ekonomik politikalara geçişe ortam hazırladı.

1929 Ekimde, Yeni Gümrük Rejimi ile, ithal mallarına uygulanan ortalama gümrük tarifeleri yüzde 13’ten 46’ya sıçradı. Tarım malları fiyatlarıyla birlikte ihracat gelirlerinin düşmesi, hükümeti dış ticaret ve kambiyo rejiminde daha geniş önlemler almaya yöneltti, korumacılık stratejisine geçiş hızlandı. 1933’e gelindiğine ithalata uygulanan gümrük vergileri tekstilde yüzde 80’i, şekerde yüzde 200’ü aşmış, buna karşılık makine ve hammadde ithalatına uygulanan vergiler düşük tutuluyordu. Böylece 1929’dan itibaren ithalat ve ihracatın ekonomideki payı gerilemeye yani ekonomi kapanmaya başladı.

Tarım kesimi darbe yerken, korumacılık sayesinde imalat sanayi toparlanmaya ve yerli tüketimin giderek artan kısmını karşılamaya başladı. Büyük ölçekli işletmelerin yokluğunda bu sıkı hatta şiddetli korumalardan en fazla faydalananlar ülkenin çeşitli köşelerinde tekstil, un, cam, tuğla, deri işleme gibi faaliyetler yapan küçük ve orta ölçekli imalathanelerdi. İthal ikamesi yoluyla sanayileşme başlamıştı.

Dünya Bunalımı nedeniyle pekçok ülke borç ödemelerini durdurdu, alacaklı ülkeler de taleblerinde ısrarlı olamıyorlardı. İlk ödemesini 1929’da yapan Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlı’dan devralınan borcun yeniden yapılandırılmasını talebetti. Pazarlıklar sonucunda yüzde 90’a kadar ulaşan indirim sağlandı.

 

Zor Yılların Ekonomik Modeli: Devletçilik

Zor Yıllarda 1930’a kadarki liberal ekonomik politikalarla ülkenin kalkınması ve sanayileşmesi hedeflerine ulaşamamış, teşviklere rağmen devlet gerekli sermaye aktarımını desteklemeyince özel sektör daha doğrusu yerli ticaret erbabı yeterince başarılı olamamıştı.Ülke fevkalade zor bir dönemden geçiyor, iktisadi kalkınma modelinin temel özelliği; pazar ekonomisi kurallarında girişimciliğin desteklenip özel sektörün yeterli olmadığı alanlarda daha sonra özel kesime devredilmek üzere devlet işletmeciliğinin yapılması biçimindeydi. Dış konjonktürdeki gelişmeler ise, artık bu iktisadi politika ve düşünce sisteminde köklü değişikliği zorunlu kılıyordu.

Gazi, ülke sorunlarını yoğunlukla incelerken, dış dünyadaki gelişmeleri yakından gözlüyordu. Dünya iktisat tarihinin en büyük bunalımından sonra Avrupa’daki yeni siyasi gelişmeler oluyordu. 1917 Ekim Devrimi ile Sovyetlerde uygulanan sistem, Hitler’in Almanya’da, Mussollini’nin İtalya’da kurmaya çalıştığı nasyonal sosyalist faşist rejimler yeni siyasi, iktisadi ve toplumsal köklü değişiklikler getiriyor, Sovyetler Birliğinin, kapitalist alemde sarsıntılara neden olan iktisadi krizden etkilenmeden uyguladıkları kalkınma planı ile sağladıkları ekonomik başarılar, tüm dünyada dikkati çekiyor, bazı ülkelerde ideolojik tartışmalara esin kaynağı oluyordu. Bu gelişmeler etkisiyle, yeni Hükümet programında yer alan Devletçilik stratejisi üzerine Gazi Mustafa Kemal: ‘Prensip olarak devlet, ferdin yerine geçmemelidir. Fakat, ferdin gelişmesi için genel şartları göz önünde bulundurmalı, ferdin kişisel faaliyeti, iktisadi gelişmenin kaynağı olarak kalmalıdır. Fertlerin gelişimine engel olmamak, onların her açısından olduğu gibi, özellikle iktisadi alandaki hürriyet ve teşebbüsleri önünde devletin kendi faaliyeti ile bir engel oluşturmaması demokrasi ilkesinin en önemli esasıdır’ demektedir.

Bu ifadelerden anlaşılacağı üzere devletçilik politikasında yine piyasa ekonomisi koşullarının geçerli olması, özel kesimin dışlanmaması, özel teşebbüsün yatırım yapamadığı sektörlerde devletin projeler geliştirip yatırımlar yapması esas alınıyor, bu suretle devlet ile özel girişimci arasında uyuşmazlık ve birbirlerine rakip olmaları düşünülmüyordu. Bu devlet öncülüğünde ekonomik kalkınma modeli ideolojik bir yaklaşımdan değil, içinde bulunulan koşulların bir gereği olarak görülüyordu.

Devlet, merkezi planlı ekonomik kalkınma modeliyle daha çok imalat, enerji ve madencilikte yatırım planları hazırlamaya başlamış, sanayi için öncelikle teknoloji transferine ve dış finansmana ihtiyaç duyulmakta, özellikle ABD sermayesinin ülkeye girmesi arzu edilmektedir. Bu amaçla 1931’de, Maliye Vekili Saraçoğlu başkanlığında bir heyet, kredi olanaklarını araştırmak ve yatırım yapmaya özendirmek için ABD’ye gider. Ama, heyet büyük buhranın etkisini tam olarak atlatamayan ABD’den eli boş döner. Ayrıca Fransa, Almanya ve İtalya ile de bu konuda bir dizi temas ve görüşmeler yapılır, ancak bunlardan da olumlu bir sonuç alınamaz.

Batı dünyasından umulan paranın elde edilememesi üzerine Başvekil İsmet Paşa, 1932’de Sovyetler Birliği’ne resmi bir ziyarette bulunur. Sovyetler Birliği ile Milli Mücadelenin başından itibaren iyi ilişkiler kurulmuş, Türkiye’nin kurtuluş mücadelesine SSCB, askeri ve para yardımı sağlamıştı. İsmet Paşa bu ziyaretindeki bir konuşmasında Sovyet Sistemi için övücü sözler söyler. Bu olumlu havadaki görüşmelerle iki Ülke arasında bir Kredi ve Teknik Yardım Anlaşması yapılır. Sovyetlerden 8,5 milyon dolar faizsiz kredi alınacak ve bunun geri ödemesi mal ihracatı ile yapılacaktı. Resmi ziyareti takiben Prof. Pavlof başkanlığında Sovyetler Birliği uzmanları Türkiye’ye gelerek, kaynakları incelemek ve sanayi planlarının hazırlanmasına yardımcı olmak üzere Türk uzmanlar

ile çalışmaya başlar ve 1932 sonuna kadar tüm Anadolu’yu dolaşarak gerekli gördükleri yatırım konularını ve yer seçimlerini belirlerler. En kapsamlı çalışma tekstil sektöründe; pamuklu dokuma ve pamuk ipliği üretimi konusundaydı. Zira 1933 tahminlerine göre toplam 28.000 ton pamuklu dokuma ve iplik tüketiminin %80’i ithalatla karşılanıyordu. Sovyet uzmanların raporlarında ayrıca; kağıt, şişe, cam, ham demir ve kendir sanayi gibi yatırım projeleri de öncelikli olarak yer alıyordu.

Bu arada yatırım planlarının belirlenmesi için Amerikalı uzmanlardan da yararlanıldı. ABD’li iktisatçılardan Kemmerer başkanlığında bir heyet, 1933’de geldikten sonra bir yıl süren çalışmalarında Türkiye’nin; ekonomisi ile sermaye birikimini, doğal kaynaklarını, sanayisini, para ve banka sistemini, çalışma koşulları, eğitim ve sağlık hizmetlerini inceleyip sundukları geniş kapsamlı incelemelerinde; Hükümetin bazı konulardaki yaklaşımlarını eleştirirken, pamuklu dokumada Kayseri ve Konya’da kurulması öngörülen tesisler ve madencilik projeleri uygun görülmüş, selüloz ve kağıt için düşünülen işletmelerin düşük kapasiteli tutulması nedeniyle üretim maliyetlerinin yüksek olacağına dikkat çekmişlerdir.

Bu arada Devletin ekonomik kurumlarındaki önemli değişikliklerle, Devletin elindeki sanayileri tek elde toplamak, yatırımlara gerekli kaynak yaratmak amacıyla 1932’de kurulan Devlet Sanayi Ofisi, mevcut kamu işletmelerinin yanı sıra, devlet adına yeni fabrikalar kurmak ve işletmekle görevli kılınmış, aynı zamanda özel sektör yatırımlarına izin vermek ve gerek yapılış evresinde gerekse işletme dönemlerinde bu yatırımları denetlemek yetkisine sahipti. Türkiye Sanayi Kredi Bankası da yatırımlara finansman desteği sağlayacaktı.

Ancak Devlet Sanayi Ofisine, özel kesimin sert eleştiriler yöneltmesi üzerine Mustafa Kemal Paşanın bilgisi dahilinde İktisat Vekili Şeref Bey

istifa eder ve yerine İş Bankası Genel Müdürü Celal Bey atanır. Bu değişikliği, Celal Bayar anlatır: “Bir gün Mehmet Ali Kağıtçı adında bir gençten bahsettiler. Almanya’da kağıt sanayi ihtisası yapmış. Türkiye’de de bir kağıt fabrikası kurulmasını düşünüyormuş. Böyle bir fabrikayı kuracak bilgiye ve kabiliyete gerçekten sahip bir genç olduğunu öğrendik. Kendisini çağırtıp konuştum. Projelerini incelettim. Neticenin gene müspet olduğunu görünce Banka (İş Bankası) İdare Meclisi’ne getirdim ve karar aldım. Yerini seçtik. Fabrika İzmit’te yapılabilirdi. Teşvik-i Sanayi Kanunu’ na göre o bölgede aynı mahiyette ikinci bir fabrika yapılmasını önlemek üzere mıntıkalar ayrılıyordu. Biz de Banka olarak izin istedik. Sanayi Vekaleti vasıtasıyla Hükümet cevap verdi. Bu fabrikayı da Ofis (Devlet Sanayi Ofisi) size izin vermeyiz….Ben onların yerinde olsam bu işi reddetmezdim. İhtiyaç çoktur, elde para yoktur. Bu münasebetle devletin yükünü azaltmış olurdum. O devlet ki bütçesi maaş vermeğe bile müsait değil. Madem bir hususi teşebbüs talip olmuştur. bunu ona verir, hatta desteklerdim. Ben bu gibi meseleleri kendisine intikal ettirmezdim. Ama Atatürk’e söylemişler ve iş görmek isteyen ve bilhassa sanayi meselesinde çok hassas olan Atatürk bir tatil günü Orman Çiftliğinde atla geziyordu, beni gördü, yanına çağırdı. ‘Bir kağıt meseleniz varmış, anlat bakalım’ dedi. Anlattım. ‘Atlayın otomobile, yolda bana bir daha anlatın’ dedi. Tekrarladım. Fikri çok beğenmişti. Devletin yaptığını devlete yaptırmak, ama yapamadığını hususi teşebbüse bırakmak. Bu ona çok yakın geliyordu. Kılıç Ali’nin evinin bahçesinde oturduk. Bir kere daha anlattım. Sonunda mesele benim üzerimde kaldı. İktisat Vekili oldum.”

Bu değişiklik bir bakıma devletçilik uygulanırken aşırılığa kaçılmaması ve özel kesimin dışlanmaması hususunda Gazinin bir uyarısıdır. Zira Ofis, kuruluş yasasına dayanarak gümrük resimlerine müdahaleye kadar bir çok alanda özel kesime ters düşen düzenlemeler getirmişti. Ofise son verilerek devletçi sanayileşmeyi uygulamak üzere 1933’de Sümerbank kurulur ve ona temel görevler verilir: Mevcut fabrikaları işletmek, devletin yeni kuracağı bütün sınai kurumların etüt ve projelerini hazırlamak, bunları

tesis etmek ve yönetmek, kuruluş ve gelişmeleri ülke yararına olan verimli sanayi işletmelerine ortak olmak, sanayi kurumlarına kredi vermek ve genel bankacılık işleri yapmak, kalifiye eleman ihtiyacının karşılanması için yurt içi ve yurt dışında öğrenci okutmak ve açılacak okullara yardımcı olmak.

Sümerbank’ın kuracağı ve işleteceği tesislerin başlıcaları: Pamuklu dokuma sanayinde; Kayseri’de 33.00 iğlik ve 1050 tezgahlık kaba kumaş, Konya Ereğli’de 16.500 iğlik 300 tezgahlık ince kumaş, Nazilli’de 29.600 iğlik ve 650 tezgahlık Basma Fabrikası. Bursa’da merinos yününden bir Kamgarn Fabrikası, Gemlik’te Suni İpek, Malatya’da üçüncü kombina tesisi ile Kendir ve Keten sanayini kurmak. Osmanlı’dan kalan Bakırköy Pamuklu Dokuma Fabrikasını genişletmek, Demir Çelik için kuruluş çalışmaları ile Selüloz ve Kağıt Fabrikasını kurmak ve işletmek. Bu tesislerin hemen hepsi Sovyetler Birliğinden temin edilen kredilerle, Karabük Demir Çelik ise İngiliz kredisiyle yapılacaktır.

Resmi istatistiklere göre; 1938’de imalat sanayi, madencilik ve enerji alanında toplam 600 bin kişi, ya da ülke işgücünün yüzde 10’u istihdam edilmekte, imalat sanayindeki toplam istihdamın yüzde 75’ini küçük ölçekli özel kuruluş sağlamaktaydı. Bu durumda, ekonominin güçlü sayılabilecek büyüme performansını kamusal sanayi sektörünün kendi başına yarattıklarını söylemek kolay değildir. 1929 sonrası korumacılık sayesinde üretim ve istihdam arttı, az sayıda büyük ölçekli devlet fabrikası üretime başladı, ancak imalat sanayinde küçük ölçekli, az sayıda işçi çalıştıran işletmeler çoğunluğu yaratmaya devam ettı. İşçiler çoğunlukla buralarda çalışıyordu.

1930’larda sanayi üretimiyle birlikte işçi talebi artarken kimi kentlerde işgücü açığı oluştu. Nüfusun büyük çoğunluğunun kırlarda yaşaması ve az da olsa bir miktar toprak sahibi olması imalat sanayi için güçlükler

yaratıyordu. Kamu işletmelerinin kurulduğu orta kentlerde pekçok işçi kırsal kökenliydi, işçi olarak çalışıyor hasat zamanlarında köylerine geri dönüyorlardı. Cumhuriyet’in erken yıllarında Tek parti yönetimi işçilerin örgütlenmesine olumlu bakmıyor, 1925’deki Takrir’i Sükûn Kanunu ve sonrası işçilerin örgütlenme hakkı sınırlandırılıyordu.Düşük fiyatlara rağmen tarım üretiminin artmaya devamı, düşük ücretlerle birleşince sanayide, hem özel hem de üretici devlet yüksek kârlarla üretim yapma imkanı elde etti.

İthal ikamesi ve devletçilik 1930 dünya şartlarına ters değil, o zamanın desteklenen ve rejimin siyasal tercihlerine uygun bir modeldi. Çünkü korumacılık ve devletçilikle kendi içine kapalı ve daha merkezileşmiş bir iktisadi yapı yaratıldı. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ithal ikamesi stratejisi içinde önderlik özel sektöre geçti, ancak devlet kesimi 1980 yılına kadar etkili olmaya devam etti.

İkinci Dünya Savaşı Taşları Yeniden Dizdi

Ağır şekilde cezalandırılmış bir kapitalizm, yenilmiş bir askeri kast ve ordu, küçük düşürülmüş bir halk, ırkçılık, yabancı düşmanlığı ve şövenizm tohumları atılmış halk; müthiş bir demagog, radyo ve propaganda uzmanı ile buluşuyor, erkekler için ‘Özgürleştiren İştir’, kadınlar için ‘Çocuk, Mutfak, Kilise’ sloganları atılıyordu. Nasyonal Sosyalist Parti’nin programında hisseli şirketler millileştirilecek, bunlar ’ulusal topluluğun malı olacaktır’ deniyordu. Hareket küçük ve orta burjuvazide, orta memur ve işçilerde köklendikçe sermaye ile büyük sanayi yakınlaşıyor, ama Nazi’lerin anti-kapitalist yapısı görmezden geliniyordu. 1927’de iktidar ele geçirilince önceleri sade fikirler, çarpıcı formüller bıkıp usanmadan propaganda ile kafalara sokuluyordu. İlk olarak Yahudiler aşağılandı, ardından sendikacı ve kızıllara saldırıldı sonra da toplum kamplarına gönderildi.

Büyük sanayiciler varlıklarını ve güçlerini yeniden ortaya koyuyor, Thyssen bizde demokrasi hiçbir şey ifade etmez diyordu. Hitler iktidarına güç veren başlıca unsurlar; işsizliğin azalması, totaliter devlet ve büyük Almanya söylemiydi. Krupp fabrikaları kapasitelerinin en üst noktasına erişiyor, silahlanma 1935’den itibaren Fransa’nın %50 fazlası, yabancı sermayelere bile kapılar açıktı. General Motors, Ford, Unilever, Shell, onlardan istenen tek şey karlarının tamamını Almanya’da bırakmaları ve yatırıma dönüştürmeleriydi. Bankalar, demir-çelik işletmeleri ve tersanelerdeki devlet payları özel kesime devrediliyor, kartelleşme daha da artıyor, Deutsche Bank diğerlerini de bünyesine alarak güçleniyor ve Alman kapitalizmini örgütlüyor, Devlet kapitalizmi görülmemiş şekilde ortaya çıkıyordu.

1933’de mahalli polis örgütleri merkezileştirerek, Himmler yönetiminde Gestapo ile SS’ler birleştirildi. Emek cephesinde örgütlenmiş işçilerle sendikalar lağvedildi. Hitler Almanya için muzaffer bir perspektif açmıştı, artık Reich Avrupa’da ve Doğu’da genişlemeliydi. 1935’de askerlik yeniden düzenlenir, Hitler başkomutan; 1938’de Avusturya, 1939’da Çekoslovak ya ve 1940’da Fransa işgal ediliyordu. Almanya-İtalya ittifakı sonrası Polonya işgali, Finlandiyanın bir kısmını ilhak nihayet Rusya saldırısı. Aynı anda, 1937’de Japonya Çin’e saldırmıştı. ABD I.Dünya savaşında olduğu gibi önce tarafsız kaldı ancak, 1941’de o da savaşa girdi ve savaşın kaderini değiştirdi.

Nisan 1945’de biten savaştan sonra Truman, ABD’nin dünyaya öncülük edeceğini ilan etti. Zaten ikinci dünya savaşı Almanya ve Japonya’yı bitirmiş İngiltere ve Fransa da gücünü ve etkisini kaybetmiş, dünya üzerindeki egemenlikleri sona ermişti. Dünya genelinde GSMH’nın yarısından fazlasına sahip olan ABD dünyada kendi parasına dayalı bir ekonomi sitemi oluşturmuş, 50’den fazla ülkede konuşlanmış ve kendi

çıkarları doğrultusunda dünyayı yönlendiren bir süper güç olmuştu. Harap olmuş, 50 milyon insanını kaybetmiş Avrupa ve Uzakdoğu’ya artık iki güç hükmedecekti; biri ABD diğeri sosyalist olduğunu söyleyen yeni blokun lideri SSCB.

İkinci Dünya Savaşı Sırasında Türkiye

Savaş sırasında tarafsız kalınmasına rağmen bunun yarattığı küresel şartlar, Türkiye’nin iktisadi ve sosyal yapısında ağır tahribat yapmıştır. Savaşın başlaması ile yurt genelinde yarı seferberlik yaratılmış, nüfusun en üretken büyük bölümü silah altına alınmış, 120 bin olan asker sayısının 1.5 milyona çıkarılmasıyla ordunun beslenmesi ve donatılması ekonomiye büyük yük getirmiş ve çok olumsuz etkilemiştir:

– Erkeklerin çoğu askere alınınca üretim alanı büyük ölçüde kadınlara kaldı. Buğday üretiminin yüzde ellisi azaldı

– Kentlerden büyük şehirlere iaşe sevkiyatı güçleşti

– İthal edilen pekçok makine ve techizatın girişi durdu

– Artan savunma harcamaları bütçeden karşılandığından, bütçe açığını kapatmak için para basıldı ve enflasyon artış sürecine girdi

– Yatırımlar ertelendi

– İthalat kesilirken, artırılan ihracatla hammadde ve gıda maddelerine yurtdışı talebi arttı

– Savaş boyunca dış ticaret fazla verirken rezervler arttı.

– Savaş yılları boyunca yaygın kıtlık ve açlık görülmese de tarımın gerilemesi gıda maddeleri tüketimini ve beslenmeyi azalttı. Bundan ençok etkilenenler kırsaldaki düşük gelirliler ve yoksul insanlar oldu.

– Çocuk ve yaşlı ölümleri hızla arttı.

Zaten az miktarda üreten köylüler saklayabildikleri mahsulü kendileri tüketiyor, büyük çiftçiler ise hububatı gizlice tüccara satarak ikinci piyasayı besliyor, ofis alımları önceden bildirdiği için fiyatlar hemen yükseliyordu. Birçok belediye un bulamaz oldu, 1943’de hem üretimin azalması hem de mahsülün Ofise teslim edilmemesi nedenleriyle kentlerin ve ordunun iaşesi büyük oranda karşılanamadı.

Milli Korunma Kanunu yasasıyla Devletin gerek gördüğü her alana etkin müdahale etmesine imkan tanınmış, fiyatları tespitte, lüzumlu gördüğü ürünlere el koyma, ihtiyaç duyulduğunda kişilere zorunlu çalışma yükümlülüğü getirmede sınırsız yetkiler verildi. Hükümete verilenler Milli Mücadelede yönetime tanınan yetkilerden daha kapsamlıydı.

Milli Korunma Kanunu uygulamasında bazı olumlu sonuçlar alınmakla birlikte geniş halk kitlelerinde derin hoşnutsuzluk yaratılmış, yönetime güven sarsılmış ve toplumsal huzur olumsuz etkilenmiştir. Hatta, ordu ihtiyacı için toplanan bazı gıda maddelerinden halk kısmen yoksun bırakılmış, açlık çektirilmiş, üstelik bunların stoklanması sırasındaki beceriksizliklerle kullanılamaz hale gelmesiyle toplumda Hükümete karşı büyük öfke dalgası oluşmuştur. Katı fiyat kontrolleri ve düşük fiyatlarla tarım ürünlerine el koymalarla: karaborsa, istifçilik ve nüfuz ticareti yaygınlaşmış, ekmek ve şeker gibi temel gıda maddeleri karneye bağlanmıştır. Yasadan beklenen yararların olmaması, üstelik halktan büyük tepki alınması üzerine, Milli Korunma Kanunu savaşın bitmesini takiben yürürlükten kaldırılmıştır.

Ekonomiyi düzeltmek, halkı biraz rahatlamak üzere alınan önlemler bekleneni vermeyince enflasyon artmaya devam etmiş, fiyatlar aşağıya indirilememişti, bunun üzerine Hükümet başka çözüm arayışlarına yönelmiştir. O zamana kadar gelirlerin büyük bir bölümü, ücretli ve memurların kazanç vergisiyle köylü ve kentli çalışan halktan alınırken, şimdi zenginlerin, vergilendirilmesi gündeme geldi. Bir kereye mahsus alınacak bu vergi; tüccarlar, emlak sahipleri ve büyük toprak sahibinden tahsil edilecek, savaş ortamında zenginleşen tek sınıf tüccarlar olduğu düşüncesiyle yeni vergi onları kapsayacaktı. Böylece Varlık Vergisi Kanunu yürürlüğe konuldu.

Varlık Vergisi’nin matrahı ve oranı yerel Takdir Komisyonlarının inisiyatifine bırakılmış, ödemeler çok kısa tutulmuş, yerine getiremeyen mükellefler sürgüne gönderilerek, toplama kamplarında ve Aşkale’de yol ve inşaat işlerinde, taş ocaklarında çalıştırılmıştır. Bu vergiden en çok etkilenenler ise Yahudi ve Rum grupları olmuştur. Bu topluluklar, Müslümanlara göre daha yüksek vergiye tabi tutulmuş, ödemelerini taksitlendirme fırsatı verilmemiştir. Yükümlülüklerini yerine getireme-diklerinden dolayı 2057 kişi kampa alınmış, bunun da 1400’ü Aşkale’ye sürgüne gönderilmiştir. Bu işlemlere tabi tutulan mükelleflerin yüzde 90’nı İstanbullu gayrimüslimlerdi, ayrıca vergisini ödemeyenlerin mal varlıklarına el konularak bunlar satışa çıkarılarak el değiştirecekti. Etnik kökenli uygulama çok rahatsızlık yarattı.

Saraçoğlu 1944’de tüm ürünlerin vergisini yüzde 10’a çıkarınca aşar vergisi geri gelmiş oldu. Böylece, savaş şartlarının yükünü küçük ve orta köylünün omuzuna yükleyen Tek Parti rejimi, nüfusun yüzde 80’inin kırsalda yaşadığı bir ülkede çok geniş bir oy potansiyelini karşısına almış oluyordu.

1945’de İnönü’nün büyük çabasıyla gündeme gelen, Çiftçiyi Toprak-landırma Kanunu amacı köylüyü memnun etmekti ve büyük toprak sahiplerine gözdağı veriyordu. Yasa, büyük tepkilerle karşılanmış, dağıtılan çok az miktarda olmuş ve birşeye yaramamıştı. Bu şartlar altında Büyük ve Orta toprak sahiplerinin beklentilerini, Pazara yönelik tarımdan yana politikalar vadeden Demokrat Parti karşılayacaktı.

Dış Etkenler ve ABD İlişkilerinin Türkiye’ye Yansıması

Katı devlet müdahalesinin yaşanıp sorunlara pragmatik çözüm arandığı 1940’lar ilk yarısında, ekonomide değişiklikler konuşuluyor, 1935’lerde devletçiliği katı şekilde uygulayan CHP, 1943’de yumuşama eğilimine girmiştir. Bu farklılık, savaş sonrasının küresel yeni iktisat şartlarına uyumda hazırlık ve uluslararası ekonomik konjonktürdeki gelişmelere yaklaşım olarak yorumlanabilir. Fakat devletçi sanayileşme gündemden çıkmamış, her ne kadar özel sektöre önem verilmesi söylense de, öncekiler gibi yine devlet yatırımlarına ağırlık verilmiştir.

Tüm çalışmalar büyük savaş sonrası Türkiye’nin tarafsız bir dış politika izleyeceği öngörüsü üzerine temellenmişti. Oysa dış dünyadaki gelişmeler, bu varsayımın hiç mümkün olamayacağını gösteriyor ve savaş sonrası dünya siyasi ve iktisadi konjonktürüne göre yeni stratejilerin belirlemesini zorunlu kılıyordu. Ayrıca ülkeler arasında önceleri örtülü, sonrasında açıktan yaşanan çekişmelerin yanı sıra yurt içinde giderek gerilen siyasi ortam, izlenen ekonomik politikalarını derinden etkilemiş, yatırımlarda dış finansmanında umut bağlanan ABD yardımının, uygulanan ekonomi yönetimine itirazları nedeniyle mümkün olamayacağı anlaşılmıştı.

Dış yardım çevrelerinin mevcut ekonomi politikalarına karşı tavır koyması ve yardım için özel sektör öncülüğünde tarım ağırlıklı ekonomi modeli önermeleri üzerine devletçi politikalardan vazgeçilmeye başladı. Ayrıca savaş sonrası dünyada siyasi ve ekonomik dengelerde yeni bir dönem başlamış ve Türkiye’nin bu sürecin dışında kalması, özellikle coğrafi konumuyla bundan etkilenmemesi mümkün değildi. Zira dünyadaki iki kutuptan biri olan Sovyetlerin bazı talepleri Türkiye’ye yönelik büyük bir tehdit oluşturuyor, yanı sıra savaş koşullarının zorlamasıyla yapılan uygulamalar yurt içinde büyük tepkiler doğurmuş ve iç politikada önemli gelişmelerin yaşanmasına neden olmuştu.

Savaşın demokratik ülkeler lehine sonuçlanmasıyla dünyada demokrasi ve özgürlük rüzgarlarının eseceğini, Türkiye’nin de bu olgudan kaçına-mayacağı öngören Cumhurbaşkanı İnönü çok partili demokratik sistem eğilime girmişti. Böylece çok partili döneme geçilmiş, 1946’da liberal ekonomi benimsenmiş, Truman Doktrini ile ABD’den mali destek almak amaçlanmış, ekonomiye kaynak yaratmak ve Sovyetlerin tehditlerine karşı bir ittifak oluşturmak hedeflenmişti.

Savaşın büyük galip devletleri ABD, İngiltere ve Sovyetler Birliğinin en üst düzeyde katıldığı Potsdam’daki konferansta yeni bir dünyanın nasıl şekillendirileceği görüşülüyor, özellikle Avrupa haritasının yeniden belirlenmesi en önemli tartışmaydı. SSCB yayılmacı bir politikayla, kendi ideolojisi ve çıkarları doğrultusunda ciddi taleplerde bulunuyor, bunlardan biri de Türkiye ve Boğazlarla ilgiliydi. Stalin’in bu talebine muhatapları ilgi göstermez ve ‘sorunlarınızı ikili görüşmeyle kendi aranızda çözün’ tavrı sergilerler. Bir bakıma Türkiye bu Konferansta yalnız bırakılır. Potsdam Konferansı sonrası, Türkiye’ye notalar vererek Boğazların statüsünün değiştirilmesi ve Türk-Sovyet sınırının yeniden düzenlenmesi taleplerini sıklıkla tekrarlayan Stalin, Doğu Anadolu’dan talep ettiği Kars ve Ardahan’a ileride yerleştirmek üzere dünyanın değişik ülkelerinden toplanan Ermenileri Sovyetler Birliği’ne getirtir. Yaklaşık 50 bin civarındaki bu insanları kullanarak, Kars ve Ardahan’ı kendi sınırlarına katmak istemektedir.

Esasen Sovyetlerin yayılmacı politikaları, ABD ve İngiltere çıkarlarına, dış politikalarına ve ideolojik yapılarına ters düşmekteydi. İngiltere ve ABD, Sovyetlerin talep ve tehditlerinden rahatsızlıklarını belirterek, Türkiye’nin yanında yer alacaklarını açıklarlar. Türkiye bu gelişmeler sonrası kaderini Batı Blokuna daha sıkı bağlama gereğini duyar, ABD ve İngiltere ile bu devletlerin öngördüğü biçimde yakın ilişkiler kurar.

Artık Sovyetlerin karşısında, büyük bir ekonomik, askeri güce erişen ve Batı Blokunun liderliğini üstlenen ABD vardır. ABD, savaş sonrası geleneksel dış politikasını terk ederek, uluslararası alanda aktif bir politika izlemeye başlamıştır. Öncelikle Sovyet ihtilalinden itibaren karşıtı olduğu komünist ideolojinin yayılmasını önlemek üzere yeni stratejiler geliştirir. ABD Başkanı Truman’ın 1947’de Kongreye sunduğu planda komünizmle mücadele eden ve komünist ülkeler tehdidi altında bulunan ülkelere mali ve askeri yardım öngörülmektedir.

Truman Doktirini yardımları ABD ile yapılan bir Antlaşma ile başlar. 152 milyon dolara çıkarılan yardımın 147 milyonu hava, deniz ve kara kuvvetleri modernizasyonuna gerisi de yol yapımına öngörülmüştür. Yardımlar Türkiye açısından da önemli sonuçlar ortaya çıkarmış, iki ülke arasında sıcak ilişkilerin gelişmesine ve Sovyet tehditlerine karşı bir güven ortamının doğmasına neden olmuştur.

Avrupa’nın ekonomik kalkınması, siyasal istikrar ve toplumsal huzurun sağlanması, ABD’nin de çıkarınaydı. Bu paralelde ABD Dışişleri Bakanı Marshall, Avrupa Devletlerine sunduğu bir planla Avrupa Devletlerine; kendi aralarında iktisadi kalkınmalarını programlamak için bir araya gelmeleri ve ortak bir plan hazırlamaları halinde ABD’nin destek olup yardım edeceğini belirtiyordu. Bunun üzerine Türkiye’nin de dahil olduğu 16 Avrupa Devleti temsilcileri Paris’te toplanırlar ve ABD isteği doğrultusunda Marshall Planının koordinasyonunu yapacak Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Teşkilatı-OECD kurulur.

Bu arada ABD’nin mali yardımlarına yön vermek üzere girişimcilere yabancı ülkelerde iş alanları araştıran Thornburg 1947’deki Türkiye ziyaretinde; uygulanan devletçi ekonomik politikaları eleştirerek, özel sektörün hızla geliştirilmesini ve Türk-Amerikan ekonomik ilişkilerinin buna bağlı olduğunu özellikle belirtir. Bu eleştiri ve öneriler üzerine,

CHP’nin 1947 Kurultayında devletçilik artık ikinci plana itilir ve belirli yatırım alanları dışında kalan her türlü ekonomik faaliyetlerin özel girişim tarafından yapılması, özel teşebbüsün teşviki, korunması ve gerekli yardımlarda bulunulması esas alınır. Bu hükümlere göre; serbest girişime, tarıma ve tarıma dayalı sanayinin gelişmesine, demiryolları yerine karayollarına ve enerji sektörünün gelişmesine ağırlık veren ilkelere dayalı bir ekonomik gelişme stratejisi Kurultayca kabul edilir.

ABD’li uzmanların önerileri dikkate alınarak oluşturulan liberal ağırlıklı yeni iktisadi politikalar ışığında; Devlet yatırım harcamaları kısılarak sadece başlatılanların tamamlanması öngörülür ve harcamalarının büyük bölümü karayollarına tahsis edilir. Beş yıllık dönemi (1948-52) kapsayan ve öncekine göre mütevazı hedefleri olan bu Programla Türkiye doğrudan ABD Hükümetine başvurarak yardım talebinde bulunur. Bu istek ABD Kongresinde incelenir ve çıkartılan Ekonomik İşbirliği Kanunu ile Türkiye Marshall Planına dahil edilir ve yardımdan yararlanabilmek için 1948’ de Türkiye-ABD İşbirliği Anlaşması imzalanır.

Demokrasi ve Liberal Ekonomi Arayışları

İktisadi ve siyasi konularda liberalizmi savunan Demokrat Parti 14 Mayıs 1950 günü yapılan genel seçimlerde büyük bir başarı göstererek parlamentoda ezici bir çoğunluk kazanmış, böylece Türkiye’de 27 yıllık tek parti dönemi sona ermişti. Menderes, Hükümet programını sunmak üzere Meclisteki konuşmasında; siyasal, ekonomik, sosyal ve kültürel alanlardaki partisinin görüş ve hedeflerini açıklarken, liberal anlayışın ekonomik politikalarında belirleyici temel öğe olduğunu vurgulamıştır. Ekonomide yabancı sermaye yatırımı ve teknolojisinden yararlanmak için gerekli ortam oluşturulacak, özendirilecek, dış ticarete serbestlik verilecek, tüketim malları ithalında kolaylık sağlanacak, tarım sektörüne öncelik verilerek tarımda mekanizasyon desteklenecek, çiftçiye kredi

imkanı sağlanacak, tarım tekniklerinden yararlandırılarak kırsal kesim kapalı sosyo-ekonomik yapıdan kurtarılacaktır. Ulaşım politikasında da demiryolu yerine Karayolu taşımacılığı ön plana çıkarılacaktır.

1947’de başlayan Kore savaşı ile devam eden konjonktür hammadde talebini ve fiyatlarını yükseltmiş artan ihracat gelirleri, ithalat hacimini de artırmıştı. Tarıma çok önem veren DP, Ziraat Bankası kaynaklı kredileri köylüye aktarıp onları traktörle tanıştırdı. Böylece Demokrat Partinin ilk dört yılında; tarımda mekanizasyon ve Marshall yardımıyla gelen traktörlerle hazine toprakları ve meraların ekime açılması, Tarımda vergilerin azaltılması, desteklemenin artırılması, savaş bitiminde seferberliğin sona erdirilmesiyle genç nüfusun köyüne dönmesi üretim artışlarına büyük katkı sağlamıştır. Nitekim 1949’da 9.170 traktör sayısı, 1955’de 40 binlere çıkmış, bunda Ziraat Bankasının çiftçilere sağladığı kredi desteğinin büyük etkisi olmuştur. Traktör kullanımı, kurak ve yarı kurak arazilerin de tarıma açılmasında önemli katkı sağlamış, bu suretle bir çift öküzün işlediği toprağın 7-8 kat fazlası traktörlerle ekilebilmiştir.

Alınan tedbir ve uygulamalarla Türkiye’de zirai ekim alanları 1950’de 9,8 milyar hektarken 1955 sonunda 13,2 milyar hektara ulaşmıştır. Dolayısıyla 1949 da 2,5 milyon ton olan buğday üretimi, 1953 sonunda 8 milyon tona artmış ve Türkiye dış ticaretinin iyileşmesine önemli katkı sağlamıştır. Nitekim dış piyasalarda canlanan taleple, ihracat gelirlerinde önemli artışlar meydana gelmiş ve 1949’da 694 milyon lira ihracat, 1953’de 1,1 milyar liraya çıkmıştır.

Demiryollarına harcanan para, bütçede çok yüksek bir payı olmasına rağmen yeterince fayda sağlamamış, zira demiryolları karayolları ve şoselerle desteklenmemişti. Karayolu taşımacılığına ağırlık verilerek yol yapım tekniği ve yardımlarla alınan makinelerle tek ve çift yönlü asfalt ve şose yolları hizmete girmiştir. Karayollarının yanısıra büyük altyapı

projelerinin, barajların, fabrikaların temelleri atıldığı o yıllarda Türkiye nüfusunun üçte ikisinde elektrik yokken kasaba ve köylere elektrik verilmiş, hareketlenme ve köylerden kentlere göç başlamıştı. Kentleşme mülksüzlerden çok, az mülklülerin göçmesi biçiminde gelişti. Birçok gelişmiş ülkeye göre çok yavaş ilerleyen göç, birkaç kuşak içinde büyük ölçüde kırlardan kentlere olmuştur.

DP’nin ilk yıllarındaki bolluk çok uzun sürmedi. Kore savaşının sona ermesiyle uluslararası piyasalardaki elverişli konjonktür kayboldu. İhraç mallarının fiyatı düştü. Böylece tarım kesiminin ve tarıma dayalı bir büyüme stratejisinin zaafları da ortaya çıkıyordu. Gübre kullanımı ve sulamanın çok sınırlı kaldığı koşullarda üretimi büyük ölçüde hava şartları belirliyordu. DP tarımsal gelirlerin düşmesini kabullenmek yerine buğday ve tütünde yüksek fiyatlarla destekleme alımına yöneldi. Bunu tedavülde para artışı, onu da enflasyon dalgası izledi. Hemen tümüyle tarım ürünleri ihracından gelen döviz tükenince, ekonomide özellikle tüketim mallarında darlık, kıtlık dönemi başlamış, kuyruklar günün parçası haline gelmişti.

Bu, DP’yi liberal politikalardan vazgeçip tekrar kamuya sevketti. Milli Koruma kanunu raftan indirilmiş, kent ekonomisi polisiye yöntemlerle, fiyatlar narh ile kontrol ediliyordu. Böylece, ithal ikamesine doğru bilinçli bir politikadan ziyade ihtiyaçlardan kaynaklanan bir fiili dönüş oldu. Dış kredi arayışları içinde IMF ve OECD ile pazarlıklar yaptılar. Ancak bunların kredi koşulu; talebettikleri bir büyük devalüasyondu. Önce direndiler. 1958’de başlatılan istikrar programı ile Türk lirasının değeri dolar karşısında 2.80 den 9 liraya düşürüldü. Uygulanan IMF reçeteleriyle, ödemeler dengesi düzeldi, enflasyon düştü, ama ekonomi ciddi bir durgunluğa sürüklendi. Enflasyon dalgası, ardından iktisadi kriz ve bu gidişten beslenen kentli muhalefet, DP’nin askeri darbe ile

devrilmesine giden olaylar zincirini başlatmıştı. 1960 askeri darbesiyle oluşan durgunluk 1961’e kadar sürecekti.

Sonuçta, devalüasyonun bir şekli olan katlı kurla Türk Lirası değerinin yeniden belirlenmesi, sağlanan dış krediler ve dış ticaret rejimindeki yeni uygulamalar ile ithalat ve ihracatta artışlar sağlanmış, piyasalarda rahatlama meydana gelmiştir. Nitekim, 1954’den itibaren sürekli düşen ithalat, 1959’da 500 milyon dolara yükselmiş, ihracatta ise 300 milyon dolar üzerinde istikrarlı bir trend yakalanmış, böylece 1959’da fiyat kontrolleri ve karaborsa azalmıştır.

DP döneminde kırsal kesim ve tarımsal üreticilerin beklentilerine yanıt verilirken aceleci davranılmış, ekonominin dengeleri gözardı edilmişti. Yine de traktörün girişi, yeni toprakların tarıma açılması, gelirlerin artışı ve karayol larının yapımı, kentleşmeyi ve beraberinde hareketlenmeyi getirdi. Kırlarda başlatılan ve kentlerde devam eden piyasa ağırlıklı ve popülist politikalar ülke nüfusunun büyük bir kısmını oluşturan küçük ve orta mülk sahipleri ile üreticiler tarafından olumlu karşılanmıştı

Bu arada Avrupa’da birliği sağlamak amacıyla başta Fransa ile Almanya olmak üzere İtalya, Belçika, Lüksemburg ve Hollanda’dan oluşan altı Avrupa ülkesi, 1951’de Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu kurar. Daha sonra üye ülkelerin kömür ve çeliğin yanı sıra diğer sektörlerde birliği kurup mal, hizmet, işgücü ve sermayenin serbest dolaşımını sağlamak amacıyla yaptıkları Roma Antlaşmasıyla Avrupa Ekonomik Topluluğu-AET adıyla geniş kapsamlı ekonomik bir yapı oluşturularak 1958’de uygulamaya konulurarak 1959’da bizzat Menderes tarafından ortaklık başvurusunda bulunulur. AET’nin kabulüyle üyelik şartları oluşuncaya kadar geçerli olacak bir ortaklık anlaşması imzalanarak 1964 sonunda yürürlüğe konur. Böylece Türkiye’nin Avrupa Birliği macerası Demokrat Parti iktidarı son yılında başlatılmıştı.

Türkiye’nin Kayıp Yılları

Uygulanan liberal politikalardan, Anadolu halkının daha iyi şartlarda yaşamak ve Türkiye’nin büyüme trendine katılmak arzusuyla köylerinden çıkarak kentlere akmaya başlamasından rahatsız olan bazı üniversite profesörleri, sözde aydınlar, devlet memurları, seçkinci kesim ve ekonomiden bihaber öğrencilerin ihtilal meraklı askerleri tahrik ve teşvik etmeleriyle; Ankara ve İstanbul’da örgütlenen İhtilal Komitesi, 27 Mayıs 1960 Radyodan okunan bildiriyle yönetime elkoyup demokrasiye son verdi. Menderes Hükümeti yıkılmış ve ne yapacağını bilmeyen 38 subaydan oluşan Milli Birlik Komitesi (MBK), ülke yönetiminde söz sahibi olmuştur. İlk olarak Anayasayı yürürlükten kaldırmış, Meclisi kapatmış ve TBMM’nin tüm hak ve yetkilerini üzerine almıştır. Daha sonra yaşadığı iç sorunlarla, 1960’da bazı üyelerini dışarıda bırakarak yeniden şekillenen MBK’nın teşkil ettiği Kurucu Meclis, Seçim Kanunu ile Anayasa taslağı hazırlayarak yürürlüğe koymuş, 1961’de referandumda kabul edilen Anayasa ve 4 siyasi partinin katıldığı genel seçimlerle parlamenterliğe dönülmüştür.

Türkiye’de ilk kez milli bakiye sisteminin uygulandığı 10 Ekim 1965 Genel Seçimlerinde, kendisini Demokrat Partinin siyasi mirasçısı sayan Adalet Partisi, oyların %50’den fazlasını alarak tek başına iktidar olur ve Demirel, 1970 Martına kadar sürecek ilk Başbakanlık görevine başlar. Hükümetin Kalkınma Planını 1967’de DPT müsteşarlığına getirilen Turgut Özal yapacaktır. Bu arada büyük savaş sonrası hızlı kalkınmaya giren Batı Avrupa Ülkeleri, işgücü açıklarını az gelişmiş ülkelerden karşılıyorlardı. Türkiye’den işgücü talep edilince Avrupa’ya 1960’larda işçi göçleri başlamış, ilki Almanya ile 1961’de yapılan anlaşmayla gerçekleşmiş, daha sonra bu göçü diğer Batı Avrupa ülkeleri izlemiştir. Kaynak sorunun aşılmasında yurt dışına gidenlerin döviz göndermesi bir olanak sağlamıştır.

Karma ekonomik model benimsenerek; kimya, suni gübre, demir-çelik, metalürji, kağıt, petrol, çimento, lastik gibi ara mal üretimlerine öncelik veriliyordu. Teşvik Fonundan en büyük pay %67 ile sanayi sektörüne ayrılmış, onu %17 ile tarım takip etmişti. Ayrıca Yasa ile %50-80 oranında yatırım indirimi, yatırımların ithal mallarında %60-100 vergi muafiyeti getirildi. Bu teşviklerden yararlanacaklar: Tesis kapasitesini ekonomik ölçeklerde tutmalı ve yeni bir teknoloji getirmeli, yan sanayi gelişmesine katkıda bulunmalı, ürünleri dış rekabete dayanıklı, ihracata yönelik ve ithal ikamesi niteliği taşımalıdır. Ayrıca öz kaynak harcaması %40’dan az olamazdı. Fondan yararlanmak isteyenler firmalar, bunları dikkate alarak hazırladıkları Fizibilite Raporlarını, DPT bünyesindeki ‘Teşvik ve Uygulama Dairesi’ne sunacaktı.

Bunlar yaşanırken Ağustos 1970’de tarihin üçüncü büyük devalüasyonu yapılıp Türk Lirası %66 devalüe edilerek 1 dolar, 15 lira olacaktı. Uluslararası Finans Kuruluşları baskısı ile yapılan bu devalüasyonla ihracat ve Turizm gelirlerinde artış sağlanması, işçi döviz girişlerinin hızlandırılması, bu suretle yaşanan ekonomik sıkıntıların aşılması öngörülmüştü. Nitekim 1971-72’de artan ihraç ürün çeşitlerinin de katkısıyla ihracatta ciddi büyüme ve işçi döviz girişlerinde önemli artışlar sağlanmıştır. Bu arada ileriki yıllarda kamuoyunda ağırlık kazanacak Türk Sanayicileri ve İşadamları Derneği-TÜSİAD Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği-TOBB ile Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu-TİSK kurulmuştur.

Süleyman A.Doğan, Kendime Makaleler, 05,23, İstanbul