Genel

MAGNA CARTA’DAN TÜRK BURJUVAZİSİNİN OLUŞUM SÜRECİNE BİR BAKIŞ

Tarihin ilk yazılı Anayasası sayılan “Magna Carta” dünyanın özgürlük adına attığı en büyük adım ve tarihi akışı değiştiren bir antlaşma olarak kabul edilir.

Getirdiği toprak ve gümrük vergileri, askerlik bedelleri gibi zenginliğini artırmak için yaptığı gereksiz yaptırımlarla toprak baronlarını ve halkı fazlasıyla rahatsız eden, Papa’yla da geçinemeyen Kral John her kesimi karşısına almıştı. Fransa kralı Philippe ile yaptığı savaşı da kaybedince karşısında olanlar bundan bir fırsat çıkartmış ve Kral’a karşı 1215’de ayaklanarak Londra’yı ele geçirmişlerdi. Yenilgiyi kabul eden Kral, Magna Carta’yı kabul etmek zorunda kalmıştı. Böylece, Kral sınırsız yetkilerinden vazgeçmiş ve hukukun kendi arzularından daha üstün olduğunu kabul etmiştir. İlk başta, bu haklardan din adamları ve soylular yararlanmış olsa da zamanla bütün halk bu hak ve özgürlük-lerden faydalanmıştır. Hatta daha ileri yıllarda ABD ve birçok ülke bu anlaşmanın maddelerini uygulamıştır:

-Hiçbir özgür insan yürürlükteki yasalara başvurmadan tutuklanamaz, hapsedilemez, sürülemez, mülkü elinden alınamaz

-Adalet satılamaz, geciktirilemez ve hiçbir özgür yurttaş adaletten yoksun bırakılamaz

-Yasaların dışında hiçbir vergi, yüksek rütbeli kilise adamları ile baronlardan oluşan bir kurula danışmadan haciz yoluyla veya zor kullanılarak toplanamaz

 

İngiltere bu anlaşma ile parlementer sisteme geçmiştir. Nitekim 1265’de her tür zümre, zanaatkar, toprak sahipleri parlementoda temsil ediliyor, herkese seyahat özgürlüğü veriliyordu. Sonuçta Monarşinin otoritesini parlemento aracılığı ile millete kabul ettiren VII. ve VIII.Henry’ler 1458-1541’de İngiltere’de düzen ve birliği sağlayacaklardı.

Pilgrimlerin Amerika kıyılarına yelken açmasından 100 yıl kadar önce İngiltere Katolik bir ülkeydi. Papalık, Kral VIII.Henry’ye inancın savunucusu ünvanını vermişti. Ancak Luther Reform hareketinden sonra 16.yüzyılda Papa’nın, Catherina ile evliliğini reddetmesi üzerine; Henry kendi Anglikan Kilisesini kurup, kendisini de bu kilisenin başı ilan etmişti. Çok geçmeden manastırları kapatıp, Kilise’nin büyük mal varlığına el koydu. İngiltere artık protestan bir ülke olma yolundaydı.

Henry’nin Aragonlu Catherina’dan olan kızı Mary kraliçe olduğunda ülkenin papalık otoritesine boyun eğmesine çalıştı. Birçok Protestanı sürgüne gönderip, üçyüzden fazlasını kazıkta bağlayıp yaktırmasına rağmen Protestanlığın önüne geçemedi. Mary’nin ölümünden sonra başa geçen I.Elizabeth, Papa’nın artık İngiltere üzerinde söz sahibi olmadığını ilan etti, Latince yerine İngilizce’nin kullanılmasını başlattı.

VIII.Henry’nin kızı I.Elizabeth 1558’de Kraliçe olduğunda halkın büyük bir kısmı yokluk ve sefalet içinde yaşıyordu. Okuma yazma bilen yok denecek kadar azdı. Katolik-Protestan ayrılığı nedeniyle birbirleriyle savaşan gruplar vardı. O dönemin en güçlüsü, komşu İspanya kralı II.Philippe, Katolik baskısı ile çoğunluğu Protestan İngiltere’yi işgal etmek istiyor, kendisini gaza getiren Papa’nın teşviki ve maddi yardım desteğiyle 1572’de İngiltere’ye karşı savaş açıyordu. İspanya 1588’de 130 kalyon ve 70.000 askeriyle saldırıyordu. Beklenmeyen bir şey olacak, daha küçük ve hareketli 35 İngiliz gemisi, Manş denizini iyi bilmenin avantajları ile İspanyol gemilerinin yarısını yakmayı başaracak ve dev

İspanyol donanmasını çekilmek zorunda bırakacaklardı. Bu zafer hem I.Elizabeth’in halk nezdinde çok popüler olmasını hem de halkın uluslaşma duygularını güçlendirmişti. Elizabeth 1603’deki ölümüne kadar 45 yıl İngilizlerin Kraliçesi olacaktı

I.Elizabeth öncelikle gemiciliğe önem verdi ve büyük gemilerin yapımı için kaynak yarattı. Böylece, İngiliz gemileri Afrika kıyılarında baharat, porselen, ipekli, pamuklu ve ticari mallar ticareti yapmaya ve daha önemlisi köle ticaretine başlamıştı. Köle ticaretinden büyük paralar sağlanıp ekonomi hızla büyüyecekti. Elizabeth bir grup tacire o zaman Hollanda’nın kontrolunda olan Doğu Hindistan adalarında ticaret yapma izni verdi. Fakat orada fazla etkili ve başarılı olamayınca 1612’de Hindistan karasına yönelerek, Suret limanında ticarete başladılar. Burada ilk fabrika yapıldı. 1638’de Bombay ticaret merkezi oldu ve burada ilk arazilerini aldılar. 1640’da Kalküta’ya geldiler. Buralarda önce kaleler, ticaret depoları ve ofislerini, sonra da kendi ordularını ve anavatandan bağımsız Doğu Hindistan Şirketi’ni kurdular. Bu şirketle; Hind adaları, Endonezya ve Japonya’ya genişledikten sonra 1625 Barbados, 1628 İran, 1629 Quebec, 1655 Jamaika, 1664 Yeni Amsterdam, ele geçirdiler.

Kendilerine Püritenler denilen bazı Protestanlar Katoliklikten çıkmanın yeterli olmadığını, onun tüm etkilerinin de yok edilmesini istiyor, piskoposlara ihtiyaçları olmadığını; her cemaatin kiliseden ayrılıp kendi kendini yönetmesini düşünüyorlardı. I.Elizabeth’in Canterbury Başpiskoposuna papaz cübbesi giydirmesini reddeden Püritenler; piskoposlar ve başpiskoposun konumlarına itiraz ediyorlardı.

Kral l.James, 1603’de Elizabeth’in yerini alınca otoritesine boyun eğmeleri için Püritenlere büyük bir baskı uygulamaya başladı. 1608’de cemaatin bir kısmı daha özgür olacaklarını düşündükleri Hollanda’ya kaçtılar. Ancak orada aradıklarını bulamayınca Avrupa’dan ayrılıp

Kuzey Amerika’da yeni bir hayata başlamaya karar verdiler. Böylece, Mayflower gemisiyle yola çıkan 41 yetişkin ve çoluk çocuktan oluşan hacılar 66 gün süren çok zorlu bir yolculuktan sonra 21 Aralık 1620’de Cod burnuna ulaştılar.

1607’de Jamestown, Püritenlerden önce gelenler tarafından Amerika’da kurulan ilk yerleşimdir. Orada olduğu düşünülen gümüş yataklarına sahibolmak, Ticaret merkezi kurmak üzere Kraliçe’nin imtiyaz verdiği Virginia Şirketi, İngiliz hapishanelerinde hırsız, cani, sabıkalı kim varsa buraya gönderdiler. İlk gelenler çok sıkıntı çekmiş, açlıktan her türlü yaratık ve hayvanları hatta kendi kadavralarını bile yemek zorunda kalmışlardı. Kızılderili halkın yaşadığı bu bölgeye gelen 100 kişiden yerlilerin yardımına rağmen sadece 38 kişi hayatta kalmıştı.

Daha sonraları 1620’de Mayflower ile gelen Püritenlerin yolda belirleyip yazdıkları sözleşmeyle kurduğu ilk koloni Plymouth’a, 1640’a kadar gelenlerin içinde sadece 20.000 kişi hayatta kalacaktı. Burada kurulan 13 koloni topluluğu daha sonra New England adı ile anılacak, hayvan kürkleri, tütün, şekerkamışı ve rom ticareti sayesinde koloniler gelişecek ve zenginleşecekti.

1610-1640 arasında, İngiltere dış ticareti 10 kat artmış, imalat sanayi gelişmiş, bazı maden üreticileri yılda 10-20 bin ton kömür üretir hale gelmişti. Yüksek fırınlar, haddehaneler, şap ve kağıt imalathaneleri çoğalıyor, tekstilci ve tüccarlar eve iş vererek binlerce işçi çalıştırıyordu. Kral I.Charles merkantil bir anlayışla, teşvik ve korumacılığa ihtiyaç duyan burjuvaziye imtiyazlar dağıttı, tekeller verdi, üretimi örgütledi, düzenleyici denetimlerle yün ihracını yasakladı, Hollanda ve Fransız kumaşlarına gümrük uygulayarak onların ithalatını engelledi.

Bazı İngiltere ileri gelenlerinin daveti üzerine, ordusu ve donanması ile İngiltere’ye gelen Hollanda Genel Valisi Oranje-Nassau’lu III.William, İngiltere kralı ve kayınpederi II.James’i tahttan indirerek karısı II.Mary ile İngiltere, İrlanda ve İskoçya Birleşik Kralı olarak başa geçmişlerdi. 1688’de “Şanlı Devrim” gerçekleşecek; Kilisenin ve Kralın otoritesine son verilecek bu hak parlemento ile paylaşılarak dünyadaki ilk meşruti yönetim böylece doğacaktı. Magna Carta’dan sonraki bu ikinci devrimi meşrulaştırmak üzere İngiltere parlementosu, ‘Haklar Kanunu’ (Bill of Rights) adlı bir kanun çıkarmış ve İngiltere’nin istibdat ile yönetilmekte olması kınanırken bundan sonra krallığın bir meşrutiyet olduğu ilan edilmiştir. Böylece; Kral ve Kilise’nin istibdatına son veren bir anayasal monarşi ortaya çıkmıştır. Bu düzen anayasa ile korunarak bugüne kadar gelmiştir. Temelinde mülkiyet haklarının korunmasını ve yasallaşmasını, teşebbüs özgürlüğünü, yönetime katılma hakkını, sermayenin büyüyüp güçlenmesini, özgür dolaşım hakkını içerisinde taşıyan bu devrimlerin ilkini 13.yyda başaran İngiltere, 17.yydaki Şanlı Devrimi ile doruğa çıkarmıştır.

Benzer devrimler; İngiltere’nin komşusu Fransa’da ancak yüzyıl sonra 1789 Fransız devrimini takiben 19.yüzyılın başlarında, uzak komşusu Almanya’da ise ikiyüz yıl sonra, 1871 sonrasından ve 20.yy başlarından itibaren gündeme gelecektir.

Osmanlı İmparatorluğu’nda ise 1808’deki Sened-i İttifak Magna Carta ile benzetilse de; Magna Carta soyluların Kral, Sened-i İttifak ise âyanın Padişah karşısında elde ettiği hakları korumaya yönelik olduğundan, sonuçları bakımından iki belge birbirlerine benzemez. Zira Magna Carta, İngiltere’de soyluların haklarının teminat altına alınmasının ve zamanla bu hakların halka doğru genişlemesinin yolunu açmasına rağmen Sened-i İttifak için böyle bir durum söz konusu değildir. Ayrıca Magna Carta’da haklarını krala karşı korumak isteyen güçlü bir sosyal grup olarak soylular varken Senedi İttifak’ta senedin içeriğindeki hakları benimseyen böyle bir taraf yoktur.

1838 Baltalimanı Anlaşması ile kabul ve taahhüt edilen Batı Avrupa tarzı ekonomik düzen ile liberal ilkelerin geleneksel idare biçimlerle uzlaşma zorunluluğu, Sultan Abdülmecid döneminde Avrupa’da diplomatlık yapmış Sadrazam Mustafa Reşid Paşa ve Ali Paşa gibi bürokratların değişimlerin devletin devamı için şart olduğunu ortaya koymalarıyla; 1839 Tanzimat Fermanı ve 1856 Islahat Fermanı ile ordu, maliye, bürokrasi, eğitim, hukuk ve yargı reformları belirlendi. Tanzimat Türk modernitesinde, Batı’nın hukuki ve idari kurumlarının alınıp benimsen-mesinin başlatıldığı dönemdir. İmparatorluk ticari merkezlerinde, Avrupa ülkeleri ve kolonileri ile ticari işlemleri düzenlemek için Avrupa hukuk kurulları pratik amaçla kabul edilmiş, böylece seküler hukuk sistemi gelişmeye başlamıştır. Temelinde bir ekonomik devrim niteliği taşımayan, daha çok Batı’nın sosyal yaşamını ve hukuki yapısını taklit eden Osmanlı ve onun devamındaki Türk modernleşmesi tedrici ve bölük pörçük oluşacaktır.

Tanzimat’ın en önemli hükmü; özel mülkiyetin “herkes mal ve mülküne tam bir serbestlik ile malik ve mutasarrıf olacak ve kimse kimsenin işine karışmayacak” ifadesiyle açıklıkla güvence altına alınmasıdır. Bu liberal görüşle yapılan 1858 Arazi Kanunnamesi, Osmanlı coğrafyasında tarımda kapitalistleşme yönündeki en önemli adımdır ve Miri toprağın önemli bir bölümünün hızla özel mülke dönüşmesinin önünü açmıştır. Miri arazilerin el değiştirmesiyle, taşra eşrafı ve ayanın elindeki toprak birikimini hızlandırmış ve özel sermaye birikiminde ilk adımlar atılmıştır. Öte yandan devletin mali bunalımı, 1867’de, yabancılara toprak sahibi olma hakkını da yaratmıştır.

Tanzimatçı ilk kuşağının pragmatik reformculuğu, bir kuşak sonra siyasal ideolojiye, grup ve kişi çekişmesine ve muhalefete dönüştü. Tanzimat reformları Osmanlı aydınlarını ayrı bir dünya ve yönetim anlayışına götürdü. 1860’ların muhalifleri henüz laik-ulusalcı ideolojiye veya billurlaşmış radikal görüşlere sahip değildi. Kendilerine genç

Osmanlılar diyorlardı ve köhneleşmiş monarşiye karşı yeni bir hayat tarzı isteyen gruplardı. Osmanlı İmparatorluğu anayasal bir yönetime bu ortam içinde geçerken 1876’da Kanuni Esasi ile ilk Meşrutiyet yönetimi ilan edilmişti. İlk Osmanlı Parlementosu çok renkli, çok kozmopolit, etnik ve dini farklı unsurlardan oluşuyordu. Avrupa’nın iktisadi, kültürel ve toplumsal bakımdan en geri kalmış İmparatorluğu, böylece Anayasa ile monarşiye kendinden daha gelişmiş olmasına rağmen Rus Çarlığı’ndan önce geçiyordu.

Osmanlı modernleşmesinin ilk adımları askeri okullardaki Islahatla beraber hukuk alanındadır. Dünyanın yeni ekonomik düzenine ayak uydurabilmek için ilk 1850’de, Fransız Ticaret Kanunu adaptedildi. Yeni kanuna göre faiz kabul edilip İslam hukukunda olmayan Tüzel Kişilik kurumu kanunda yer alıyordu. 1863’de Deniz Ticareti Kanunu kabul edildi. Üstelik mahkeme şer’i değil nizamiydi.

Sadrazam Ali Paşa Fransız medeni kanununu kabul ettirmek istemişti, muhafazakarların buna karşı çıkmasına rağmen Cevdet Paşa başkan-lığında bir komisyon 1868-76’da derlenen Mecelle’yi meydana getirdi. ‘Mecelle’ esasta İslam’ın Hanefi fıkhına göre, fakat fasıllarının düzenlenmesi Batı hukukunun üstünlüğünü kabul eder niteliktedir.

Nizami mahkemelerin kurulup yargının şer’i mahkemeler aleyhine gelişmesi, nihayet 1879’da noterlik ve avukatlık için çıkartılan ferman ve temyiz mercii kurulması, İslam hukukunun katı yargılama usulüne ağır darbe vurmuştur. Zira davada vekalet, kamunun veya bireyin mahkeme önünde savunulması gibi esaslar İslam’da yoktur. Böylece Kadı’nın tek başına karar verme usülü kaldırıldı.

 

Nihayet Osmanlı Toplumu tarihinin en derin dönüşüm dönemine gelmiş; Abdülhamid’in Saltanatında (1876-1909) orta sınıfın, Müslüman ve Gayrimüslim hür teşebbüsün, yabancı yatırımın, yanı sıra devletin arazilerinin özelleştirilmesinde, bürokrasinin profesyonelleşmesi ve büyümesinde, Ordu’da subay sayısının hızla artmasında, ulaşım ve iletişimde büyük patlamalara tanık olunmuştur.

1878’deki Savaş hezimeti ve Berlin anlaşması, Osmanlı halkı düşünce tarzında bir devrim yaratmış, halk kendi Hükümetine cephe almış ve gelişigüzel kurumsal düzeltmeler yerine daha etkin yönetim, ekonomik kalkınma, modern eğitim, maddi ilerleme ve yöneten ile yönetilen arasında konsensüs sağlanmasını, kısaca; gerçek bir modernleşme ve halkın hükümete katılımını isteyenler yükselmeye başlamıştır. Abdülhamid böylece İslamcı modernist politikalarıyla toplumu maddi bakımdan güçlendirmeye, ve Müslümanları Osmanlı devletinde birlik ve beraberlik içinde yaşatmaya, eğitim, ulaştırma, demiryolları, kentleşme, sağlık, ekonomik yatırımlar gibi alanlarda toplumu güçlendirmeye yönelik geniş çapta reformları gerçekleştirdi.

Modern Türklerin kimliği ve psikolojisi; Anadolu’da yükselen yeni toplumun nesirin genişlemesiyle daha çok okuyup milleti daha iyi algılamaları, kendilerini tanımaları ve giderek dünyaya bakış açılarının genişletilmesiyle oluştu. Ancak Türklük başlangıçta etnik kökenle değil, Osmanlıcılık ve İslamcılık adı altında biçimlenerek toprağa dayalı millet yani vatan kavramını yaratarak yeni bir dayanışma ve sadakat duygusuna yol açacaktı. Vatan, toplum ile dini yeni bir varlık, yani millet içinde bütünleştirdi. Abdülhamid zamanında İslamcılık; bireyleri dinlerine bağlayan unsurların bir çoğunu millete kaydırarak, inananları yeni bir siyasal grup içinde kaynaştıran ve dini cemaati bir proto-millete dönüştüren psikolojik ve ideolojik gücü sağlamıştı. Osmanlıcılık sonunda öyle tarihi bir insan geliştirdi ki, Türkler Devletin kurucu ve temeli oldular.

Aslında Anadolu 8.yydan beri çeşitli Türki gruplarca iskan edilmiş, bunlar dinlerini, örf ve adetlerini ve folk kültürlerini muhafaza etmişler, kendilerine Türk değil, Müslüman demişler ve devletle boynu eğik hizmetkarları olmaktan başka bir organik ilişkileri olmamıştı. 19.yüzyıl sonuna doğru ortaya çıkan yeni üst orta sınıfın çoğu şehirlerde veya küçük kasabalarda oturuyor ve bunlar köylü karşısındaki üstünlüklerinin bilincinde, kendilerini devletle olduğu kadar din, gelenek, modernlikle özdeşleşmiş sayıyorlardı. Bunun etkinlik derecesi; devlet, toplumla ilişkilerin niteliğine ve niceliğine ekonomi çıkarlarla bağlıydı.

Türk milliyetçiliğinin doğuşunu anlamanın yolu toplumsal faktörler ve ideolojilerin karmaşıklığında yatar. Bir yanda modernleşmiş, siyaseten Osmanlılaşmış fakat kültür ve dil bakımından aynı zamanda Türkleşmiş şehirlerde yaşayan bir üst tabaka vardı ki, bunların çoğu saltanattan ve statükodan yanaydı. Öte yanda etnik Türklerden, göçmenlerden ve çeşitli marjinal insanlardan oluşan yoksul alt sınıflar vardı ki, daha iyi bir hayat arayışı içinde ve ortak bir din bazında birbirleriyle birleşmişlerdi. Modernist aydınlar tabakası çoğunlukla orta ve alt sınıflardan geliyordu. Bunlar Jön Türk hareketinin zeminini oluşturacaklar, saltanata ve saltanattan yana olanlara karşı, çoğu meşrutiyetten ve değişiklikten yanaydılar.

1908 Türk devrimi resmen Makedonya ordusunun subayları tarafından gerçekleştirilmiş olmakla beraber aslında zemini ve şartları 1905-1908 yıllarında olan bir dizi mahalli ayaklanma tarafından hazırlanmış ve oluşturulmuştur. Bu ayaklanmaların mimarları mahalli toprak sahipleri, tüccar, esnaf ve zanaatçılar yani Anadolu’daki ve Rumeli’deki şehirlerde yaşayan orta sınıftı. Sonuçta parlamentonun, hükümetin ve tüm devletin denetimi devletçi asker-bürokrat grubun eline geçti. Bu durum otoritenin meşrulaştırılmasını su yüzüne çıkartarak, devlet kontrolünün halkın konsensüsü ile mi, yoksa ideoloji adına tepeden inme mi olacağında odaklaştı. Sultan Abdülhamid devlet hakimiyetini ilahi hukuka dayandırırken,

Jön Türkler ile İttihat ve Terakki iktidarı halk ve Kanuni Esasi’de ifadesini bulan özgürlükler adına ele geçirmişlerdi. Toplum desteğini kazanma umudu ile serbest seçimlere başvurulmuş, ama çoğunluğu kazanamamışlardı. İleri gelenlerden, toprak sahiplerinden, tüccar, esnaf, zanaatçılardan ve azınlıklardan diğerleri, çok geçmeden Ahrâr, Hürriyet, İtilaf muhalefet partilerinde birleştiler. Bu partiler Prens Sabahattin’in Adem-i Merkeziyet ve Teşebbüs-i Şahsi Cemiyeti’nin liberal damgasını taşıyordu. Kültürel ve sosyal statükodan yana olmakla birlikte mahalli ve özel idareye özerklik, hür teşebbüs ve vergide reformlar ile maddi kalkınma istiyorlardı. İktidardaki İttihad ve Terakkiciler ise kendilerini modernizme adamış, aynı zamanda sömürge olmaya karşı milliyetçilerdi.

Başta Ahmed Rıza gibi, önemli Jön Türk önderleri, Fransız devriminin doğurduğu, aydınlanma düşüncesine sarılmışlardı. Aydınlanma, insanın bütün korkularından sıyrılması, akıl ve mantık yoluyla özgürleşmesi, böylece dünyayı denetim altına alması demekti. Hiçbir şey eskisi gibi olmayacak yepyeni bir döneme kucak açılacaktı. Ne var ki, 1789 Fransız Devrimi hemen sonrası, 1793-95 arasında Fransa’yı temellerinden sarsan terör, aydınlanma çağının ışığını bir anda gölgeledi. Jakobenler salt iç değil dış düşmana karşı da terörü ve şiddeti tırmandırdı; özgürlükler birer birer rafa kaldırıldı. Böylece bireyin üstünlüğü fikri millet fikriyle harmanlandı ve zamanla millet, siyasi iktidarı pekiştirme yolu, yapılanları geçerli ve haklı kılmanın gerekçesi olarak gösterildi.

Jön Türk’leri daha çok etkileyen, Meiji Restorasyonu olarak tarihe geçen Japonya’da 1868’de İmparator Meiji’nin başlattığı ve otuz yıl gibi kısa bir sürede ordudan sanayiye, bilimden sanata, ekonomiden eğitime, özetle yaşamın tüm alanlarında dev bir çağdaşlaşma hamlesini yaratan, tepeden inmeci ama sonuçları Japon halkına büyük yararlar sağlayan bir darbeydi. Japonya’nın aksine Ortadoğu’nun yüksek ve orta sınıfları, Avrupa’nın üretim ve teknolojilerini öğrenme ve uygulamaya ilgi duymazken,

Avrupa’nın giyim kuşam ve yaşam tarzına kaptırdılar. Modernleşme üretim tarzı olarak değil, tüketim ve yaşam tarzı olarak görülmüştür. Avrupa’da olduğu gibi toprak düzeni, mülkiyet hakları ve üretimde liberalleşme hiç gündeme gelmeyecekti.

Meşrutiyette kısa bir süre Cavit bey önderliğinde liberalizm öne çıkmıştı. O’na göre devlet, Batı kapitalizmine uyum sağlayarak ve onlara borçlanarak kalkınabilirdi. Ona karşıt liberalizme de sosyalizme de karşı Ziya Gökalp ortaya çıkacak, ‘Mefkurecilik’ diyerek idealist milliyetçilik görüşünü ortaya atacaktı. Ona göre; Burjuva yerli ve milliyetçi olacak, hem de milli mefkureler, ekonomik değerlerin ve çıkarların üstünde tutulacaktı. Elbette bu ütopyadan akılcı ve tutarlı bir ekonominin doğması beklenemezdi. Fakat, ilk defa Akçura burjuva sınıfı çıkıp gelişmeden milli ve batılı kapitalizmin oluşamayacağını yazmıştı. Bütün bu tezler ve düşünceler başarısız oldu, zira ekonomik süreç duygularla ve hamaset ile değil ekonomik kavramlar ve gerçekler ile yorumlanabilirdi. Bu nedenle milli burjuvazinin Birinci Dünya Savaşı şartlarında gelişmesi sonuçsuz kalmış, ancak bütün bunlar Cumhuriyet döneminin devletçiliği için gerekli olan altyapıyı hazırlamıştır.

İttihat ve Terakki Cemiyeti ile Jön Türklerin iktidarı ele geçirmesinden Osmanlı İmparatorluğu’nun Birinci Dünya Savaşı sonucu dağılmasına kadar geçen dönem, bir siyasi kriz dönemidir. İttihat ve Terakki Cemiyeti kadrolarının çoğu asker-sivil bürokratlardan oluşuyor ve siyasi kimliği burjuva bir nitelik taşıyordu. İktidara gelirken Anadolu’daki taşra eşrafı ile ilişki geliştirilmiş, Anadolu ile ilişkileri sürekli bu sınıfsal yapı üzerinden kurulmuş, köylülükle doğrudan bir temas olmamış ve bu kesimi hareketlendirme gibi bir siyaset yürütülmemişti.Ayrıca 1910’da kurulan kurucu ve yöneticilerinin tamamı büyük toprak sahibi ‘Osmanlı Çiftçiler Derneği’, Birinci Dünya Savaşı ardından partileşip 1919 seçimlerinde

faaliyet gösteriyor, İstanbul’un işgali ve Meclis-i Mebusan’ın dağıtılması ardından Ankara’ya geliyor, üyeleri Büyük Millet Meclisi’ne giriyordu. İttihat ve Terakki Partisi, büyük toprak sahiplerinin çıkarlarını savunan bir toprak siyaseti güdüyor, 20.yy başına gelindiğinde Anadolu topraklarının özel mülklere dönüşmesi büyük ölçüde tamamlanmıştı. İttihat ve Terakki’nin önceki programlarında, bu grubun isteği doğrultusunda aşar vergisini ya kaldırma ya da oranını indirme ve başka modern vergilerle ikame eğilimi vardı. 1913 kongresinde benimsenen programda çiftçiye verilen ağırlık artırılmış, programın iktisadi bölümünde çiftçiye ucuz kredi verecek bir bankanın kurulması yer alıyordu.

1838 Baltalimanı Ticaret Anlaşması’ndan 1914’e kadar geçen dönemde Osmanlı Devleti dışa açık, liberal iktisadi politikalar izlemiş ve dış ticaretin ekonomideki payı ve ağırlığı giderek artmıştı. 1914’de savaşın başlayıp İngiltere, Fransa gibi büyük devletler ile ilişkilerin kesilmesiyle Osmanlı ekonomisi hızla içe kapandı, kendine yeterlilik, korumacılık, sanayileşme ve nihayet milli iktisat ilkelerini benimsemeye başladı. Bu dönüş İttihat ve Terakki iktidarında bilhassa Balkanlardaki milliyetçilik akımına karşı iktisadi milliyetçilik olarak yansıdı. Bu ortam hükümete Avrupa devletlerinin baskısı nedeniyle başaramayacağı işleri yapma fırsatını verecek, Cumhuriyet dönemi iktisat politikalarına kaynak olacak bir dizi karar alacaktı:

-1914 sonunda yabancı vatandaşlara hukuk, yargı, ticaret ve diğer alanlarda imtiyaz veren kapitülasyonlar tek taraflı iptal edilerek, Osmanlı vatandaşları yabancılarla eşit hale getirildi. Ayrıca, şirketlerinin ayrıcalıklarına son verilip bunların Osmanlı mevzuatına tabi olmaları, asıl işlri Osmanlı topraklarında olanların Osmanlı tüzel kişiliği kazanmaları istendi.

-Tüm mallara aynı oranda uygulanan, esas olarak mali gelir amaçlayan gümrük tarifeleri yerine, 1915’de düzenlenen iktisat politikaları ile zaman içinde değiştirilebilecek yeni gümrük tarifesi kabul edildi.

-1913’de kabul edilen yasanın kapsamının genişletilmesiyle Osmanlı idaresi, yerli sanayileri ve istediği ürünleri seçip koruyabileceği bir sisteme kavuştu. Osmanlı dış borçları için yapılan tüm ödemeler durduruldu ve Düyun-u Umumiye’nin faaliyetleri askıya alındı.

Bu üç konu, Lozan Konferansında ayrıntılarıyla tartışılacak, hararetli pazarlıklar sonucu; kapitülasyonlar kaldırılacak, Ankara’da kurulmakta olan yeni devletin 1929’a kadarki bir geçiş dönemi sonrası, gümrük tarifelerini kendisinin belirlemesi kabul edilecek, Osmanlı Devletinin borçları yeniden yapılandırılacaktı. Yani; Cumhuriyet döneminde yeni ekonomi dış ilişkilerinde Lozan’da kazanılan haklarının başlangıçını sağlayan adımlar, ilk defa Birinci Dünya Savaşı koşullarında İttihat ve Terakki Hükümeti tarafından atılmıştır.

Birinci Dünya Savaşı öncesinde Osmanlı Dış Ticareti hemen tamamen durdu. Osmanlı ekonomisi sadece tekstil, makine gibi mamuller için değil, İstanbul ve diğer kimi kıyı kentlerinin gıda ihtiyacı için de büyük miktarda ithalat yapıyordu. Savaşın başlamasıyla, Osmanlı limanları Akdeniz’de, o zamana kadar en fazla ticaret yapılan İngilizlerin ve Fransızların donanmaları ile ablukaya alınınca, dış ticaret tamamen durdu. Ancak sonra Almanların işgali ile Sırbistan üzerinden demiryolu ulaşımı sağlanabilecekti. Bu durumda hem buğday, un, şeker gibi gıda maddeleri hem de mamullerde darlık ve kıtlıklar başladı. Savaşın yerli sanayiye etkisi, bir ölçüde ithal ikamesi yarattığı için olumluydu. Ancak hemen sonrasında hammadde yokluğu ile Ereğli kömür madenlerini Rusların bombalamasıyla kömür darlığı başlamış ve sanayi bundan olumsuz etkilenmişti. Bir diğer sorun da savaş nedeniyle askere alınan

vasıflı işgücü kıtlığıydı. Çok sayıda kadın istihdam edilmesine rağmen bu sorun savaşın sonuna kadar çözülemedi.

Savaş döneminde tarımda ciddi sorunlar ortaya çıktı. Emek darlığı, erkeklerin savaşa alınması, yanı sıra bir milyonu bulan Ermeni’nin 1915’de Suriye’ye göçe zorlanması sonrasında pek çoğu tarım üretici olan bu nüfusun topraklarından ayrılması ve önemli bir bölümünün saldırılar veya hastalıklarla ölümü, daha sonra Doğu Anadolu’nun büyük bir kısmını Rusların işgali, bu bölgelerde tarımın neredeyse tamamen çökmesine neden oldu.

Esasen Osmanlı ekonomisinin tarım ve sanayideki üretim yapısı, ulaşım ve haberleşme altyapıları böyle bir savaşın yükünü kaldırabilecek durumda değildi. Üretim yapıları oldukça katı, üretim teknikleri ilkel düzeyde olduğu için, işgücünün ve yük hayvanlarının makine ile ikamesi mümkün ve kolay değildi. Ayrıca savaş döneminde ithalat ve üretim süratle düşerken gıda maddeleri talebi tam tersine artmış, ayrıca büyük bir ordunun beslenmesi gerekiyordu. Altyapısı çok zayıf olan Osmanlı ulaşım ağı ihtiyacı karşılayamadı. Bir bölgedeki üretim fazlası bir başka bölgeye nakledilemedi, çünkü Bağdat demiryolları bitmemişti. Anadolu tarımı İstanbul’a yetecek tahılı üretecek kapasitedeydi, ama savaş şartlarında üretimin düşmesi ulaşımdaki yetersizlikle birleşince İstanbul iaşesi büyük bir sorun haline geldi.

İstanbul’un iaşesi, yarattığı kıtlık ve darlık ortamı, İttihat ve Terakki yönetimine, kentin iaşesini kendine yakın tüccarlara vererek; Türkçülük akımı ve savaş dönemi şartları desteği ile; Milli tüccar ve Türk burjuvası oluşacak, savaş zenginleri bu defa Türklerin arasından çıkacaktı. Vagon ticareti de hareketlenince piyasada alınıp satılan tahsis belgeleri vagon başına fahiş fiyatlara yükseldi. 1928’de kurulan Milli iktisat Bankası’nın kurucuları ve sermayesi de aynı çevreden toplanacaktı.

Osmanlı ekonomisi tarihinin en büyük enflasyonunu Dünya Savaşı yıllarında yaşadı. Bu enflasyon, ancak 1917 devriminden önce Rusya’da ortaya çıkanla karşılaştırılabilir. Ne ekonomi ne de devlet savaşın yarattığı olağanüstü baskılar karşısında etkili ve yeterli tepki verebilirdi. Ancak bütün yetersizliklere ve birçok cephelerde savaşmalarına rağmen Osmanlıların 1918 sonuna kadar savaşın içinde kalabilmeleri ve birçok cephede direnmeye devam edebilmeleri önemli bir başarıdır. Denebilir ki; Osmanlı İmparatorluğu’nun 19.-20. yüzyılları, Türkiye Cumhuriyeti altyapısını hazırlamıştır.

Milli Mücadelenin Ankara’ya taşındığı ve öncülüğünün Mustafa Kemal Paşa ve çevresindeki Kadrolar tarafından devralındığı dönemde büyük toprak sahipleri ile olan ilişkiler, İttihat ve Terakki’nin bu kesimle kurduğu ilişkilerin bir devamı niteliğindeydi. Tanzimat sonrasının okullarında Fransız Devrimi’nin aydınlanmacı ve rasyonel düşüncesi ile yetişmiş bu Kadroların ilk ve acil ihtiyacı, savaşlardan yorulmuş ve işgale karşı kayıtsız Anadolu köylüsünü bir kez daha savaşa ikna etmekti. Bu konjonktürde taşra Eşrafı, Kadrolar ile köylülüğün arasında bir aracı konumda yerleşmiştir: Kadrolar ile eşraf arasındaki işbirliğinin bedeli, kırsal kesimdeki statükoyu korumak ve hatta güçlendirmek için yapılan üstü kapalı bir anlaşma oldu. Bu anlaşma toprak ağalarının güçlü bir unsur olarak içinde yer aldığı bir partinin, Halk Partisi’nin kurulmasıyla tamamlandı.

Bu işbirliği, Anadolu devriminin sınıfsal karakteri açısından belirleyici bir öneme sahiptir, zira, iki burjuvalaşma dinamiği arasındaki rekabetin sonucunu belirleyen, devrimin milli niteliği olmuştur. Böylelikle ilkel sermaye birikiminin önemli bir kısmını elinde bulunduran ve burjuva sınıfı belkemiğini oluşturabilecek gayrimüslim tüccar ve zanaatkarlar devrim sürecinden dışlanmış, kapitalist Türk burjuvazisini oluşturacak kişilerin çoğu kırsal eşraftan türemiştir. Bu tekleşmenin ilk işaretleri, henüz

Birinci Dünya Savaşı sırasında, İttihat ve Terakki iktidarının Müslüman tüccarların gayrimüslim tacirler karşısında kollanarak öne çıkartılması ile görülmüştü. Taşradaki esnaf, Müslüman tüccar, büyük toprak sahipleri ve dini liderlerin bu işbirliği, Birinci Büyük Millet Meclisi’ne de yansımıştır.

Yeni devletin önünde ilk önemli konu, 1923 Lozan Barış Konferansıydı. Pamuk’un ifadesiyle; Osmanlı Devleti’nin iktisadi mirası devralınırken, yeni devletin dış iktisadi ilişkileri de üç temel konuda düzenlendi. İlk iş kapitülasyonlar kaldırıldı. İkinci, Osmanlı Devletinin kendi başına değiştirmesi mümkün olmayan, serbest ticaret anlaşmaları sona erdirildi. Üçüncü olarak Osmanlı Devleti’nin dış borcu yeniden yapılandırılarak Osmanlı topraklarını devralan ülkelere pay edildi. Borçların ilk ödemeleri 1929’da başlayacaktı.

Türkiye’nin 13 milyona düşen nüfusunun önemli bir kısmı dul ve yetimden oluşuyordu. Tehcir ve Mübadele sonrasında Pazar için üretim yapan tarımsal üreticilerin, kentlerdeki zanaatkar ve ustaların, tüccar ve tefecilerin önemli kısmı ayrılmıştı. Savaşlarda harabolan fabrikaların büyük bir kısmı makine-donanım azalmış, çalışmıyor, çift hayvan sayısı hızla düşmüştü. Milli Gelir, Birinci Dünya Savaşı’ndakinden en az yüzde otuz daha azdı.

Cumhuriyetin ilanıyla beraber, büyük toprak sahipleri mecliste bulunan önemli sayıda milletvekilleriyle devlet politikası üzerinde ciddi bir etki unsuru haline gelmiş, sermaye birikiminin önemli bir kesimini temsil eden bu sınıfsal yapı, bilhassa 1930’lardaki devletçiliğe kadar Türkiye Cumhuriyeti’nin ekonomi politikalarını belirlemiştir. Bu sürede sadece devlet politikalarını kendi çıkarlarına yönlendirmekle kalmamış, aynı zamanda kuruluş yıllarının karmaşasında çok miktarda sahipsiz ya da yoksul ve güçsüz köylü tarım toprağını kendi mülkiyetlerine almıştır.

Kadroların kırsal politikasında sürekli kollanan büyük toprak sahipleri, henüz sanayici burjuvazinin olmadığı ülkede en önemli mülk sahibi sınıfsal yapıyı teşkil ediyor, öte yandan nüfusun çok büyük bir kısmını oluşturan köylülüğün üretim koşullarının sıkışıp kitleler halinde kentlere göçmesi en önemli endişe kaynağıydı. Köylülüğün topraktan kopup işçileşmesinin serbest bırakacağı sınıfsal dinamiklerden duyulan bu endişe, Büyük Buhran’ın tarım kesiminde yarattığı yıkımın ardından daha da güçlendi. Bu gerilimi hafifletecek ve kentlerin topraktan kopan kitleleri kapsamasını sağlayacak hızlı bir sanayileşmenin koşulları bulunmadığı için tek seçenek köylülüğün kırsalda tutulmasıydı. Kadroların toprak reformu girişimleri ve köy enstitüleri ile köylülüğün geliştirilmesi çabası bu amaca yönelikti.

Sonuç olarak, İttihat ve Terakki döneminde başlatılan ve Cumhuriyet’in ilk yıllarında sürdürülen Büyük Toprak Sahipleri ile yapılan ittifak bu kesimin siyasi gücünü artırmış ve sermaye sınıfı olmasını sağlamıştır. Lozan görüşmeleri ön koşullarından biri olarak 1926’da çıkarılan Medeni Kanun ve Borçlar Kanunu ile topraktaki özel mülkiyet yapısına hukuken kesinlik kazandırılmış, böylece Avrupa’da olduğu gibi sermaye sınıfı olan ve ekonomilerinin büyümesinde liderlik yapan toprak mülkiyetinin önü açılmıştır.

 

Süleyman A.Doğan, Kendime Makaleler, 04.22, İstanbul

Kaynakça

1- Avrupa ve Biz, İlber Ortaylı

2- Kapitalizmin Tarihi, Michel Beaud

3- Türkiyenin 200 Yıllık İktisadi Tarihi, Şevket Pamuk

4- Türkiye iktisat Tarihi, Niyazi Berkes

5- İslamın Siyasallaşması, Kemal Karpat

6- Osmanlı ve Avrupa, Halil İnalcık

7- Osmanlıdan Cumhuriyete Devamlılık, Vahdettin Ergin

8- Ekonomik Yaklaşım, Barkan, İnalcık, Sencer, Kılıçbay