Genel

SPİNOZA; DİN İLE FELSEFE, İMAN İLE AKIL İLİŞKİLERİ

Yahudi kökenli, Hollandalı filozof ve Aydınlanmanın düşünürlerinden olan Spinoza, evren ve insan hakkında modern fikirler ileri sürerek ahit eleştirileri yapmış, İbrani kutsal kitabının doğruluğu ve Tanrının doğası hakkında çok tepki çeken fikirler geliştirmiş, 1656’da 24 yaşındaki genç Spinoza Amsterdam Sinagog’u tarafından, Tanrı’nın evren ve doğanın bir işleyişi olduğu, bir kişiliği olmadığı ve Tevrat’ın Tanrı’nın doğasını öğretmek için mecazi ve simgesel bir kitap olduğu, iddialarını savunduğu için, kendi ailesi de dahil, Yahudi cemaati tarafından dışlanmıştır. Kitapları daha sonra Katolik Kilisesinin yasaklılar listesine girmiş, çağdaşlarınca ateist olmakla itham edilse de, yapıtlarında Tanrının varlığını reddetmemiş ve zaman içinde 17.yüzyıl felsefesinin en önemli rasyonalistlerinden biri olarak kabul edilmiştir. Descartes’ın fikirlerinden etkilenen Spinoza, Hollanda Altın Çağının önde gelen bir filozofu olmuştur.

Zamanındaki pek çok filozof gibi Spinoza da doğru anlaşılamamış, tuhaf bir çelişkiyle hem en büyük din düşmanlarından biri sayılmış, hem de eserinin temel kaynağının Tanrı sevgisi olduğu söylenmiştir. Bununla birlikte Spinoza’nın gerçek bir bilge yaşamı yaşadığı aktarılır.

Spinoza, Tractatus Theologico-Politicus adlı din, devlet, düşünce üzerine bir kitap yayınlar, eser yayınlanır yayınlanmaz şiddetli eleştiriler ve saldırılarla karşılaşır ve Kilise’nin şikayeti üzerine 1674’de yasaklanır. Spinoza’nın burada konusu teoloji ile politika arasındaki ilişkiler, ana amacı ise politikada dinsel bakışın rol oynamasını engelleyerek politik ve dinsel alanı ayırmak, politikayı Kilise’nin nüfuz ve yetkisinden

kurtarmaktır. Böylece Spinoza bu eserinde son derece kapsamlı biçimde din ile felsefe, iman ile akıl arası ilişkiler problemine eğilir.

Spinoza önce peygamberliğin anlamını ve peygamberlerin görüşlerini sergilemekle başlar: ‘Peygamberlik veya vahiy, birşey hakkında insanlara Tanrı tarafından vahyedilmiş emin bilgidir. Peygamber ise Tanrı tarafından vahyedilen şey hakkında emin bir bilgisi olmayan, bundan dolayı da onun ancak iman yolu ile edinme imkanına sahip olan kişilere, bu vahyedilen şeyi iletmekte aracılık eden kişidir.’

Peygamberlerin özelliklerinin en başında Spinoza’ya göre; onların canlı, güçlü bir hayal gücüne sahip olmaları gelir. ‘Peygamberlik için mükemmel bir zihin değil, fakat sadece canlı bir hayal gücünün zorunlu olduğunu iddia ediyorum’ der. Daha da ayrıntıya girerek; Peygamberler, hayal güçlerinin yardımıyla sözler veya görüntüler, ya da hem sözler hem görüntüler olarak Tanrı’nın vahyini alabilirler. Öte yandan bu sözler ve görüntüler gerek gerçek (yani duyan veya gören peygamberlerin hayal gücü yetisi dışında gerçekten varolan), gerekse hayali (yani peygamberlerin hayal gücünün dışında gerçekten varolmayan, ancak ona öyleymiş gibi gelen) şeyler olabilir.

Diğer taraftan peygamberliğin diğer ve önemli özelliği, hemen herşeyi mecazlar ve sırlar biçiminde almaları, algılamaları ve her türlü tinsel şeyleri duyusal dille ifade etmeleri, öğretmeleridir. Bu olgu, hayalgücü yetisinin bizzat kendi yapısından, doğasından ileri gelir. Çünkü hayal gücü, ruhani şeyleri ancak bu biçimde alma ve aktarma imkanına sahiptir. Spinoza’ya göre vahiyler, birbirinden sadece peygamberlerin hayalgüçlerinin farklı olmasından dolayı değil; aynı zamanda onların mizaçlarının ve sahiboldukları görüş ve tasavvurlarının farklılığından dolayı da ayrılırlar.

Spinoza’ya göre Tanrı, kendisini ve gerçekleri onlara açarken hiçbir özel dil kullanmaz, yalnızca, peygamberlerin eğitimlerine ve yeteneklerine uygun olarak ve yerine göre zevk-i selime uygun veciz, sert, basit, ayrıntılı ve karanlık bir dil kullanır.

Spinoza’ya göre bir fikir, aslında doğruluğunun güvencesini kendinde taşır. Başka bir deyişle onun doğruluğunun ölçütü, kendi içindedir. Bundan dolayı peygamberler, tanrısal vahyin doğruluğundan vahyin kendisiyle ilgili değil, Tanrı’nın vahyini duyan, ancak ayrıca bir işaret de isteyen İbrahim Peygamber örneğindeki gibi herhangi bir alametle, kehanetler, mucizeler ile emin olmuşlardır. O halde burada ahlaki bir kesinlikten sözedilebilir: Tanrı, hiç bir zaman müminleri ve seçilmişleri aldatmaz. Bir peygamberin gerçek bir peygamber olduğunun, sahte olmadığının en temel alameti, onun düşüncesinin yalnızca doğruya ve iyiye yönelik olmasıdır. Başka bir deyişle karakterinin sağlam ve ruhunun erdemli hareketlere dönük olması, tek kelime ile ahlaki temizliği ve saflığıdır.

O halde peygamberlerin diğer insanlardan daha akıllı oldukları iddiası doğru olmadığı gibi onların böyle olması da gerekmez: ‘Peygamberlik, peygamberleri hiçbir zaman daha akıllı kılmamış; tersine o, onların önceden sahip oldukları görüşlerini değiştirmez ve bundan dolayı biz, salt spekülatif konularda onlara kesinlikle inanmakla yükümlü değiliz.

Peygamberlerin insan zihni tarafından bilinmesi mümkün olan herşeyi bildikleri iddiası Spinoza’ya göre doğru değildir. Nuh, Filistin dışında kimsenin yaşamadığını zannediyor, İsa, güneşin dünyanın etrafında döndüğünü düşünmekteydi. Aslında onların bu konularda bilgisiz olamaları doğaldı; çünkü Nuh coğrafyacı, İsa astronom, Süleyman ise matematikçi değildi. Evet onlar peygamberdiler, ancak aynı zamanda insandılar ve insani olan şey de onlara yabancı değildi. Onlar Tanrı’nın

niteliklerinde son derece sıradan anlayışlara sahiptiler: Adem, sanki her şeyi bilen, her yerde hazır ve nazır bir varlık değilmiş gibi Tanrı’dan saklanmaya ve günahını ondan saklamaya çalışmış, bu, onun Tanrı’nın niteliklerinden tamamen habersiz oluğunu gösterir.

Spinoza’ya göre bütün peygamberlerin getirdiği vahiylerin amacı ve özü doğru hayat’tır, doğru hayata davet’tir, yoksa irade özgürlüğü ve diğer felsefi konularda bilgi vermek değildir. Nasıl ki peygamberler yüksek ve mükemmel zihinlerinden dolayı değil, dindarlıktan ve inançlarının sarsılmazlığından dolayı çok övülen ve değer verilen insanlar’sa, aynı şekilde onların getirdikleri öğretiler de içerdikleri doğal ve tinsel şeylere ilişkin bilgilerin zenginliği veya doğruluğundan dolayı değil, insanları erdemli olmaya davet ettikleri için değerlidirler.

Spinoza böylece vahyin pratik amacını en açık biçimde vurgular: Kutsal kitap ne doğal şeylerin bilimidir, ne de tinsel şeylerin. Başka deyişle ne fiziktir, ne de metafizik. Doğru ve erdemli hayata davet eden spekülatif bilgiler birkaç önermeye indirgenebilir: ‘Her şeyi yaratmış olan ve en büyük bilgelikle yöneten ve ayakta tutan bir Tanrı veya bir varlık vardır. Bu varlık, insanlarla ilgilenir ve dindarca ve namuslu bir hayat yaşayan insanları mükafatlandırırken diğerlerine birçok cezalar vermektedir.’

Spinoza’ya göre, dinin, peygamberliğin, vahyin amacı ve özü itaatten ibarettir: Kutsal Kitab’ın amacı bilimleri öğretmek değil, o sadece insanlardan itaat ister ve bilgisizliği değil, itaatsizliği mahkum eder. Bu itaat Tanrı’ya, O’nun emirlerine itaattir. Tanrı’nın emrinin özü ise adalet ve sevgidir. Tanrı’nın insandan istediği tek şey, adil olmaları ve başkalarını kendileri gibi sevmeleridir. Spinoza imanı, esasen eylemi temele alarak tanımlar: ‘İman, Tanrı hakkında bilinmemesi Tanrı’ya itaati ortadan kaldıran ve bu itaatin varlığı için var olması zorunlu olan şeyi bilmektir.’ Ona göre eylemsiz iman boştur.

Buradan, dinlerin özünün tamamen insanları doğru eyleme, erdemliliğe sevgi ve adalete davet etmekten ibaret olmasından, kullandığı araçların ve öğretiminin nitelikleri ortaya çıkmaktadır. Kutsal kitap yalnız bilgiler için değil, her yaştan ve cinsten bütün insanlar için gönderilmiştir. Dolayısıyla o, şeyleri herkesin en kolayca anlayabileceği bir biçimde nakleder ve öğretir. Böylece şeriat sahipleri veya kanun koyucu peygamberler, halka en sevdikleri şeyleri vaadederler; onları en fazla korktukları şeylerle tehdit ederler. Daha doğrusu Tanrı’nın bizzat kendisi, içlerinde peygamberler olmak üzere onlara gerçekleri, anlayış güçlerine, hayal güçlerine uydurarak tasvir eder. ‘Bundan dolayı Kutsal Kitab mesela Tanrı’dan ve şeylerden son derece uygun olmayan bir dille söz eder. Çünkü o, aklı inandırmak değil, insanların fantezi ve hayal gücü üzerinde etkide bulunmak ister.’ Kutsal kitab’da Tanrı’nın Sina dağına inmesi, Elias’ın ateşten bir araba ile göğe çıkması gibi aslında bir tasavvurdan ve hayalden ibaret olan birçok şeyler, gerçekler olarak anlatılır. Bütün bunlar şüphesiz bize onları anlatan kişilerin görüşlerine, anlayışlarına uyarlanmış hayali şeylerdir. ‘Çünkü bu işler hakkında avamdan biraz daha bilgisi olan herkes Tanrı’nın sağ veya sol elinin olmadığını, onun ne harekette, ne de sükunette olduğunu, bir yerde olmadığını, çünkü sonsuz olduğunu bilir. O halde kısaca bütün bunlar halkın anlayış gücüne, hayalgücüne uyarlanmış temsiller, mecazlardır.

Spinoza, peygamberliğin dayandığı hayalgücü ile felsefenin dayandığı aklı birbirinden kesin çizgilerle ayırmaktadır. Hayalgücünün hakim olduğu kişi, yalnızca akıl bilgisinden az anlar. Buna karşılık aklın hakim olduğu ve iyi öğretim almış bir kişinin de hayalgücü, akılla karışmasın diye, ölçülü ve kontrolludur. Bunun için peygamberlerin kitaplarında bilgelik, doğal ve tinsel şeylerin bilgisini aramaya kalkan bir kişi yanlış bir yoldadır. Doğal bilgi yani insanın kendi doğal yetisiyle, doğal ışığıyla, aklı ile elde ettiği bilgi, başka deyişle felsefi bilgi, doğrunun tek

ölçüsüdür. Buna karşılık dinsel bilginin veya peygamberlerin getirdiği bilginin kesinliği ’ahlaki bir kesinlik’tir. O, kaynağını kendisinde değil, peygamberde veya vahiyde, yani tarihsel bir olayda bulur.

İki ayrı yeti, iki ayrı tür olduğu gibi iki ayrı türde de mutluluk vardır. Birisi insanın aklını kullanması, davranışlarını akla uydurması, bilim ve felsefe yapması suretiyle mutluluktur. Diğeri ise dinin emirlerine itaat etmek, böylece dindar davranmak suretiyle elde edilen mutluluktur.

Spinoza bir yandan felsefe ile din arasında hiçbir ortaklık veya akrabalık olmadığını derken, öte yandan dinin öğrettiğiyle felsefenin öğrettiğinin birbirine aykırı olmadığını belirtmektedir. Evet, akıl hayalgücünden, aklın yargıları hayalgücü imgelerinden ve görüntülerinden tamamen farklıdır; ama Tanrı’nın insanların itaatini ve mutluluğunu sağlamak üzere peygamberlerin hayal güçlerine uydurarak sıradan insanlara ilettiği görüntüler, ‘yanlış’ şeyler, ‘yalanlar’ değildir. Vahiyler gerçeğin tam uygun ifadeleri olmamakla, hakikate tam uygun bir biçimde yansıtılmamakla birlikte ‘hakiki’ şeylerdir.

Demek ki filozoflar ve peygamberler aynı konuyu, aynı hakikati farklı biçimde dile getirirler. Felsefe, hiç olmazsa tinsel şeyleri konu olarak alan kısmında dinle bir konu ortaklığına sahibolduğu gibi (çünkü din de Tanrı ve tanrısal şeyler hakkında bilgi vermek istemekte), diğer taraftan dinin hiçbir bilgi değerine sahibolmadığı, üstelik böyle bir iddiası olmadığı doğru değildir. Din başka yolla mutlu olmaları mümkün olmayan sıradan insanları, halkı mutlu etmek için ortaya çıkmış, onlara büyük bir teselli sağlamış, böylece onlara mutluluk getirmiştir. Biz doğal ışıkla mutluluğa götüren yolun, sadece itaat olduğunu kavrayamayız. Tek cümle ile vahiy, basit halkın anlayış gücüne göre uyarlanmış pratik hakikattir.

Spinoza felsefe ile dini bir yandan birbirinden ayırmakta, öbür yandan birleştirmektedir. Onlar ne tam olarak birbirinin aynı, ne de birbirlerinin zıddı olacak kadar, gerekli olacak kadar birbirinden ayrı ama birarada barış içinde yaşayabilecek kadar da nihai bir amaç birliğine sahiptirler.

Din ve felsefe biri diğeri ile açıklanamaz. Din felsefeyi açıklayamaz, çünkü; mecaz mecazi olduğu şeyi, misal misalle temsil edilmek istenen şeyi açıklamaz. Diğer taraftan felsefe veya akıl da kendi yargılarıyla dini açıklayamaz, çünkü; felsefe veya akıl yalnız kendi başına dinin temel dogmasını, doğrusunu keşfedemez veya onu kanıtlayamaz. Dinin temel dogması, daha doğrusu hakikati, ‘insanların şeylerin gerçek bilgilerine sahip olmaksızın yalnızca itaat yoluyla mutlu olabilecekleri‘ hakikatidir. Kısacası ne teoloji akla, ne de akıl teolojiye hizmet etmek durumundadır.

Spinoza’nın peygamberler arasında bir ayrım yaptığını ve İsa’ya özel bir yer tanıdığı belirtilmelidir. Musa da dahil bütün peygamberlerin vahyi, gerçek ve hayali sözler ve görüntülerle, bir ‘kanun’ olarak almalarına karşılık İsa, doğrudan ve bir ‘hakikat’ olarak almıştır. Tanrı, İsa’nın hayal gücüne hitap etmemiştir. İsa bir peygamber olmaktan çok, bizzat Tanrı’nın ağzı olmuştur. Bu anlamda İsa’nın her türlü insani bilgeliğin üzerindeki tanrısal bilgeliği temsil ettiği, bu bilgeliğin İsa’nın şahsında insani kılığa büründüğü söylenebilir. Eğer İsa, buna rağmen tanrısal vahyi, Musa ve diğer peygamberler gibi kanun diye vazetmişse bunun nedeni, halkın bilgisizliği ve inatçılığıdır. İsa da böylece öğretisini halkın anlayış gücüne uydurmak zorunda kalmıştır.

Spinoza da İbni Rüşd gibi filozoflarla halkın, felsefe ile dinin bir arada, barış içinde yaşayabileceklerine inanmakta, paraboller harfi harfine ele alınmadıkça dinle felsefenin çatışması için hiçbir neden yok demiştir, ama durum böyle olmamıştır. Kilise gerek devletle, gerek felsefe ve bilimle sürekli çatışmalarda olmuştur. Bizzat Kilise’nin veya Hristiyan

dünyasının içinde çeşitli görüş ayrılıkları, mezhepler ortaya çıkmış ve bunlar birbirleriyle kanlı çatışmalara girmiştir. O halde dinsel mezhep, sektlerin, kavgaların ortaya çıkmasının nedeni; ne filozoflar ne de halk değil üçüncü gruptur, bunlar teologlardır. Kutsal Kitap aslında ne yüksek dereceden bir spekülasyon, ne de felsefi düşünceler içermediği halde bazıları, yani teologlar onda insan düşüncesinin kavrayamayacağı, insan dilinin bir açıklama yapamayacağı bazı derin sırlar bulmuşlar ve dinin içine o kadar çok felsefi spekülasyon ithal etmişlerdir ki sonunda Kilise’yi bir akademiye, dini bir bilime, daha doğrusu bir atışma, çekişme ve polemiğe indirgemişlerdir. Bunlar aradan çekilip, boş yorumlarını kendilerine sakladıkları takdirde, İbni Rüşd için olduğu gibi Spinoza için de felsefe ile dinin bir arada, barış içinde yaşamamaları için hiçbir neden yoktur.

(Prof Ahmet Arslan’ın, İslam Felsefesi Üzerine eserinden özetlenmiş, mümkün olduğu kadar onun anlatımına sadık kalınmıştır. Süleyman A.Doğan)