Genel

O BİR DEMİR DEĞİL, BETON ÇELİĞİDİR

1975’de Demir-Çelik Sektörüne ilk adım attığımda Türkiye’de inşaat demirini üreten; Kamu’da mevcut Karbük Demir Çelik’e ilaveten İskenderun Demir Çelik yeni devreye girmiş, özel sektör öncüleri İstanbul’daki Çolakoğlu Metallurji ile İzmir’deki Metaş kendi üretebildiklerinin fazlası kütükleri çevrelerinde kurulu irili ufaklı Haddehanelere satmak suretiyle arz-talep dengesine katkı sağlanıyordu. Öyle de olsa; hem kütük hem de inşaat demirleri yetersiz miktarda kaldığı için her ikisi de ithalatla karşılanıyordu.

Ne var ki, bu ürünlerin ihracedilerek döviz fazlası sağlanacağı fikrini aklına bile getirmeyen hükümetler ile onlara akıl veren DPT ekonomistlerinin tek bildikleri hem üretimi hem de tüketimi baskı altında tutarak dövizi kontrol etmekti.

Haddehanelerimizi çalıştırıp hem üretip satmak, hem de para kazanmak amacıyla kütük hammaddemizi ithal etmek veya kamu kuruluşlarından satın alabilmek için Sanayi ve Ticaret Bakanları; Mehmet Turgut ile Orhan Alp kapılarında günlerce nöbette bekler onların lütfunu almaya çalışırdık. DPT üretim artışını bastırmak için yeni projelerimizi akla gelmeyen yöntemlerle engeller, yanı sıra tesislerimize gönderdikleri uzmanlarının hazırladığı ve 8 saat çalışma üzerinden hesaplanan (halbuki biz 24 saaat çalışmaya mecbur tesislerdik) kapasite raporunda belirlenen miktarın ancak yarısı kaadar ithal izni verirlerdi. Bu nedenle kapasite raporunun daha fazla miktarda çıkması için çeşitli yollara başvurulur, hatta hiç çalışmayan sözde haddeleri için kapasite hakkını alabilenler bunu devredip satarak, çok miktarda haksız kazanç sağlardı.

Daha da kötü günler geldi. Başbakan Ecevit, maliye bakanı Ziya Müezzinoğlu’nun aklına uyup döviz tahsisini iyice kısınca; zaten yetersiz pazarın arz-talep dengesi bozulmuş ve anında karaborsa hortlamış ve demir fiyatları tavan yapmıştı. Bu defa da haksız kazananlar stokcular olacaktı, üreticiler değil. İşte bu körler dövüşü halinde yıllarını heba eden ülkemiz, nihayet 24 Ocak 1979 kararlarıyla yeni bir dönemin kapısını aralayacak ve onu takibeden 1980 askeri müdahelesiyle işin başına getirilen Turgut Özal’ın yönetiminde sanayi ve ticarette devlet anlayışına son verilerek, serbest pazara göre ekonomi işletilecekti.

Bunun üzerine zaten kabında şıkışıp kalmış, patlamaya hazır Demir Çelik sektörü süratle gelişmeye ve değişmeye başlamıştı. İlk olarak, yeni teknolojilerle donatılan tesislerin makine ekipman parkları yenilendi, modernleştirildi, ölçekler Avrupa boyutuna çıkarıldı ve dünya pazarlarının talebettiği kaliteye ve standardlara uygun üreten modern çelik fabrikaları ortaya çıktı. Neticede ham maddesini temin etmekte zorlanan Demir Çelik sektörü, artık ürettiğinin yüzde 60 kısmını dünyanın her yerine satıyor, ülkenin ihracatında ilk iki sırada ve Dünya üreticileri sıralamasında altıncı sırada yer almaktadır.

Gelelim Demir-Deprem İlişkisine

İnşaat Demiri ifadesi hem teorik hem de fiziksel olarak doğru bir terim değildir, zira yapıları ayakta tutan en önemli unsur adeta çok basite indirgenmektedir. Belki de böyle olduğu için halkımız halen bu malzemenin önemini ve değerini yeterince kavrayamadı. Halbuki İnşaat demiri gerçekte tam bir alaşımlı çeliktir. Nasıl otomobil ve makine sanayilerinde çelik kalitesi çok önemliyse; inşaat sektörü için de aynı önem ve niteliktedir. Bu unsurun asıl isimlendirmesi Beton Çelik Çubukları’dır (Uluslararası DIN çelik standardı buna Reinforcing Steel Bar veya kısaca Rebar der, yanı sıra malzemenin niteliklerini tüm detayları ile tanımlar)
Ülkemizde mevcut tüm çelikhaneler modern teknolojiler ile malzeme üretmekte, process sırasında Spectral Analiz cihazları ile anında denetlenmekte, talebedilen ürün kalitesine ulaşıncaya kadar alaşımlama yapılmaktadır. Yani beton çelikleri sadece bir demirden ibaret değildir, onun çok ötesinde demir-karbon yapısı ve onun sertliğini, uzamasını ve dayanıklılığını sağlayan Mangan, Silisyum, Vanadium vb alaşımların katkılarıyla oluşmaktadır.
Nervür ise beton çelikleri üzerinde enine ve boyuna fitiller halinde oluşturulan çıkıntılardır. Bunların temel katkısı çeliklerle betonun birbirine daha iyi kaynaşmalarını sağlamaktır. Nervürler çelik çubuk formunu yaratan kanallar içinde belirli aralıklarda yivlerin açılmasıyla proses sırasında haddelenirken oluşturulur. Bugün hemen tüm üreticilerimiz kanala işlenen harflerle kendi logolarını ve ürün niteliğini her çelik çubuk üzerinde gösterirler (mesela IDC-TR-ASTM60 gibi).

Nervürlü çelik uygulaması 1960’lar gibi, Avrupa ülkeleri için de çok yenidir. Bizde ilk olarak 1970’lerde Metaş yaparken, onu kendimize hem örnek hem de rakip olarak benimseyen bizler de ilk denemede yapmayı başarmıştık. Bunun için gerekli olan çok özel bir aparatı dizayn edip kullandığımızı hatırlıyorum. Ne var ki, ne Metaş ne de biz nervürlü çeliği satmakta yeterince başarılı olamadık, zira demir ustaları, malzemenin böyle daha sert olduğu ve işlemenin zorluğu gibi nedenlerle mal sahibini düz ve yumuşak çeliğe yönlendiriyorlardı, aksi halde işi kabul etmiyorlardı.

1999’da yaşanan Körfez depremine kadar, Türk toplumunun genelinde inşaatlarında kullanılacak çeliğin kalitesi ve özelliği hiç önemli değildi, mal sahiplerinin tek ilgilendiği şey; demirin mümkün olduğunca ucuz olması ve az miktarda kullanılmasıydı. İlk olarak ustalara aman çok demir kullanma denir, gerekirse mal sahibi kafadan demir sayısını azaltabilirdi. Ucuzluk öne çıkınca Bulgaristan, Romanya vb ülkelerden ne olduğu belirsiz ve ikinci kalite kütükler ithal edilirdi. Sanıyorum Almanya Klöckner’den birinci kalite kütük getiren yegane üretici bizdik (IDC), Tabii bu durumlar kamu ve özel büyük şirketler için geçerli değildi.
Birçok sektörde olduğu gibi 1980 sonrası uygulanan ihracata dönük sanayileşme ve büyüme stratejisi Demir Çelik Sektöründe bir devrim yaşattı ve adeta sektör patladı. Dış pazarların talebinde kalitenin öne çıkmasıyla birçok teknolojik değişimler başladı. Sektör dünya taleplerine hızlı ve zamanında cevap verebiliyordu. İlk olarak 1979’da öncülüğünü yaptığımız 10.000 tonluk çelikle Libya ihracatımız sektörün gözünü açmış, o sıralarda yaşanan İran-Irak savaşı ihracat hamlesini adeta fırlatmıştı.

Fakat asıl kalite devrimini başlatan Uzak Doğu ülkelerine yapılan ihracatlar olacaktı. Gökdelen tarzı binaların teknolojileri farklı türde beton çeliği talebini ortaya çıkardı: Kaynaklanabilir çelik çubuklar. Zira tünel ve kontinü betonarme gereği çeliklerin kaynatılabilmesi gerekiyordu. İlk çözüm yolunu alaşımlarımıza vanadium ilavesiyle çözmüştük, ama bu fiyatı çok artırıyordu. Neyse ki, yaratıcı Almanlar imdatımıza yetişecekti, TMT (thermo mechanical treatment) sistemiyle ters yönde akan başınçlı sudan geçirilen beton çeliğinin kabuğu sertleşirken çekirdeği kaynak yapmaya müsait biçmde yumuşak kalıyordu. Şimdi tüm üreticiler bu yöntemi kullanıyor ve kaynaklanabilir çelik üretiyor. Pazarın bizi yapmaya sevkettiği bir başka teknoloji de epoxy kaplama oldu, böylece tuzlu su ve deniz ortamında kullanılacak beton çelikleri corrosion etkisinden kurtarılıyordu.

Bütün bu anlattıklarımın nedeni Türkiye’de üretilen çeliklerin dünya standardlarına uygun ve en ağır deprem şartlarında bile yeterince dayanıklı olduğunu göstermekti. O halde eğer deprem sırasında çelik malzemeden kaynaklanan bir olumsuzluk ortaya çıkmışsa; bunun tek nedeni yanlış kullanımından dolayıdır.
Bir başka hususa daha açıklama getirelim; artık nervürlü çelik kullanımı yerleşmiş ve vazgeçilmez hale gelmiştir. Buna rağmen düz beton çeliklerinin geçmişte kullanımı da hatalı değildi ve deprem etkisinin asıl nedeni değildi. Sorun hatalı kullanımıydı. Zira düz çeliğin kalitesi standarda uygunsa, demirci eğer daha sık aralıklarla etriyeler işlerse, ince granürlü beton kullanırsa ve de yüksek devirli vibratör kullanırsa pekala işlevini yerine getirirdi.

İnşaat Yapacak veya Yaptıracaklara Tavsiyelerimiz

İlk olarak bu işi çok ciddi ve kurallarına uygun biçimde ele almak zorundayız. Nasıl sağlık işlerimizde işini en iyi bilen ve yapan doktorları arayıp buluyorsak, inşaat işlerimizde de aynı şekilde deneyimli, bilgili mimar ve mühendislere gitmeliyiz. Yapımcımız mümkünse referansları olan kurumsal şirketler arasından seçilmeli, bitmek bilmeyen rant sağlama ve daha çok para kazanma hırsından artık arınmalıyız.
Arsa nerede olursa olsun, mutlaka zemin etüdü yaptırılmalı, onun sonucuna göre temellerde radya-general veya fore kazık sistemi uygulanmalıdır. Bina temeli en az ilk kat yüksekliği kadar toprağa gömülmeli ve bodrum katı beton perdelerle yan binalardan gelebilecek etkilere karşı bile dayanıklı olmalıdır.
Zemin kat mutlaka su basma seviyesinin üstünde tutulmalı, bodrum seviyesindeki kısımlarda otopark veya servis dışında yaşam katı asla olmamalıdır. Unutmayalım ki depremlerde hiç kurtulma şansı kalmayanlar çoğunlukla bu katlarda yaşıyordu, yanı sıra seller sırasında insan kayıpları buralarda olmuştu.
Binaların zemin katı işyeri olarak kullanılacaksa da tüm bina yapısı (structure) ona göre baştan dizayn edilmeli, sonradan akla gelen girişimlere asla izin verilmemelidir.

İş yapılırken hem çelik donatımı hem de betonlama sırasında kendileri için en kolay yönteme zorlayarak hataya sevkeden usta veya işçileri isteklerine değil, projede öngörülen kurallara göre tavizsiz bir şekilde uygulanmalıdır.

Çelik ve beton satınalırken, bilinen kurumsal kuruluşlar tercih edilmeli, beton çelikleri üzerinde nervürler yanı sıra üreticinin logosu ile kalite normu yer almalıdır. Teknolojik binalarda ise mutlaka sertifika alınmalı, hatta bir nümune test edilmelidir.

Binaların yüksekliği eğer 4-5 kattan fazla olacaksa artık beton perdeleme ve tünel kalıp sistemini uygulamak şart olmalıdır, böylece beton çelikleri uc uca kaynatılarak kolonlarda devam sağlanacak ve depremlerde çoklukla görülen kolon-kiriş köşe noktalarında görülen patlamalar olmayacaktır.
Sonsöz; beton çeliğinin yapının maliyeti içindeki payı yüzde onbeşten fazla olmamıştır. Bunun için çelikten tasarruf etmek asla akla uygun bir düşünce değildir, bilakis canlarımızı yakan depremlere yol açabileceği için buna hiç değmez.

Herşeyi Bilmeyi değil, Sormayı ve Öğrenmeyi Bilmeliyiz

Çok istediğim bir yöntem olmasa da bu görüşümü bir örnekle birlikte açıklamayı tercih ettim. Mensubu olduğum golf kulübüne yapılmakta olan Kafeterya inşaatının yanından geçerken ve göz ucuyla bakan hemen her arkadaşım (tümü de üniversite menzunu ve aydın kimselerdir) aynı eleştirel sözleri söyledi: “Basit bir kafeterya binası için bu kadar çok demir ve beton kullanılırmı.” İşte bu sözler Türkiye genelinde halen inşaat işlerine hangi gözle bakıldığının en açık ve net yansımasıdır.

İlk büyük yanılgı; binanın büyüklüğü veya küçüklüğü onu asla basite indirgetemez, aksine her bina, bu bir baraka bile olsa, ciddi mühendislik çalışmasını gerektirir. Basite indirgeme merakımızın depremlerde gösterdiği vahim tablolar halen sıcak görünümleri ile önümüzde durmaktadır.
İkincisi değerli kardeşlerimi şu sorularımla bu yaklaşımlarını eleştirme hakkını kendimde bulabilirim: yapılmakta olan binanın projesini görüp inceledin mi, zemin hakkında bir bilgin var mı, yapı betonarme mi yoksa çelik yapı mı olacak, bir veya iki katlı mı olacak, daha da önemlisi öğrenmek için görevli şantiye şefine bunları hiç sordun mu… Hayır, bunun yerine bir araya gelmiş kendi tahminlerine göre fikir yürütüyorlar, her şeyi eleştiriyor ve akıllarına gelen kimselere saydırıyorlardı.

Fikirlerine katkıda bulunmam için aralarına davet edilince ben, bu tartışmaların anlamsızlığını söyleyerek ve kendilerini yanıma alıp şantiye şefinin yanına götürerek bilgi edinmeye geldiğimizi söyleyecektim. O da bu soruların tümünü proje üzerinde anlattı ve bizi mükemmel aydınlattı. Demek ki sadece bunda değil hemen her işte yeterince bilgi edinmeden fikir beyan ve yargısız infaz etme alışkanlığı bizde, halen onulmaz bir kangre halindedir (eğitim şart demekle de değişen birşey olmadı).

Benzer durum son vahim depremden sonra da yaşanmıştı, daha ne olup bittiği görüp anlaşılamadan, sorarak, bilenleri dinleyerek bilgi edinilmeden, üzerinde yeterince düşünmeden ve anlamadan hemen hepimiz ön yargılarımıza göre sonuçları, suçluları, infaz yollarını belirlemiştik. Tek haklı ve suçsuz olan sadece bizdik…

Halbuki bu olanlar hepimizin de belirli derecelerde sorumlu olduğumuz toplumsal cinnetin bir sonucuydu. Daha çok miktarda bina, daha çok kat, daha ucuz fakat daha karlı yapılar, kaçaklar, taşmalar, çıkmalar, rant yarışı, kat pazarlıkları, dere yataklarının işgali, özellikle tarımdan vazgeçip imara açılmasına için baskı kuran toprak sahiplerinin hırsları, kent dönüşümünün siyasi ranta veya karşı direnişe dönüşmesi…

Sonuçta, 1999 Körfez depreminden yeterince ders alınmamıştı; şartnamelerde deprem katsayısının artırılması, Kocaeli ve çevresi illerdeki yenilemelerle Düzce ve Erzin gibi önce vicdan diyen yöneticileri sayesinde düzgün binalar yapılması (son depremlerde test edildi) dışında değişen bir şey olamış, yöneticilerimiz de, insanlarımız da yerinde saymıştı.

Sözün özü; eğer değişip daha iyi olmayı gerçekten istiyorsak; etrafımızda olup bitenleri gözlemlerimiz ve sorgulamalarımızla yeterince öğrenmeden önce henüz bilmediğimizi kabul etmeliyiz. Sözlerimizi Alvin Toffler’in öngörüsüyle bitirelim: 21.Yüzyılın cahilleri, okuma yazma bilmeyenler değil, yanlış öğrendiklerini veya geçerliliğini yitirmiş olan bilgilerini unutamayan, yeniden öğrenmeye, değişime ve dönüşüme açık olmayanlar olacaktır.

Süleyman A.Doğan, Kendime Makaleler, 04.23, İstanbul