TÜRKİYE CUMHURİYETİ’NDE TARIMDA KAPİTALİSTLEŞME SÜRECİ
1920’lerde Dünyada Neler Oluyordu
1923’de uygulanan para reformu ile serbest bırakılan Sterlin beş yıllık çabanın sonunda savaş öncesi pariteye kavuşmuştu, ama bedeli büyük oldu zira 1921 krizi İngiltere’yi derinden sarsmış, ihracatta aşırı düşüş olmuş ve işsizlikte büyük artış vardı. Fransız Frangı ise ancak 1928’deki savaş öncesi değerin yüzde 20’sine ulaşmıştı. Aldığı kredilerle toparlanan Almanya ayakları üstünde durmaya başlamış, üretim yöntemleri ve makina-ekipman parkı modernize edilmişti. Böyle kırılgan bir ortamda, İngilizler asla ödün vermeyen bir işçi sınıfıyla dişli rakipler arasında sıkışmış, Fransızlar hiçbir zaman olmadığı kadar uyumsuzluk içindeydiler. Amerikalılar ise kitle üretimi ve tüketimi tutkusuna kapılmış, darboğazlar, spekülasyon ve bir dizi sorunla uğraşıyorlardı. IMF gibi yerleşmiş, uluslararası bir sistem olmayınca korumacılık dalgasının kabarması sonucu ticaret iyice daralmış ve büyük kriz ilk defa ABD’de patlak vermişti.
Büyük savaştan sonra ABD, dünyanın en büyük ekonomik gücüydü. Milli geliri 33 milyardan 61 milyar dolara yükselmiş, çıkarılan demir cevheri 75 milyon tona, kömür 550 milyon tona, petrol 60 milyon tona (dünyanın 2/3’ü) ulaşmıştı. Elektrik tüketi-mi Avrupa’dakine eşit, 40 milyon ton çelik üretiyor (dünyanın yarısı), otomobil, kimya, makine sanayilerinde üstünlüğü ele geçirmiş, rekor ticaret; 5 milyar dolar ithalata karşılık 8 milyar dolar ihracat, müttefiklere açtığı krediler 12 milyar dolar, altın stokları 2.5 milyar dolar, dış yatırımlar 6.6 milyar dolar.
Askeri müdahalerle büyüyen ABD ekonomisi kendi kaynakları üzerine kurulmuştu. Savaştan sonra Barış konferansına katılan başkan Wilson en önemli aktör olmuş, ABD dünyada birinciydi. ‘America First’ diyen ABD dış mallara karşı koruma başlatmış, 1922’de İngiltere ile Kanada ayrılınca, Kanada ABD’nin nüfuz alanına girmiş, yatırım alanı Latin Amerika ve Kanada’ydı.
Böyle bir ortamda Taylorizm ve Fordizm uygulamaya giriyor, böylece işi parçalayıp her işçiye dağıtılarak daha hızlı çalışma temposu sağlanıyor ve verimlilik önemli ölçüde artırılıyordu. 1920’lerde bilim sanayinin hizmetine yoğunlaşmıştı. Henry Ford 1914’de otomobil’de; 2-3 dolar günlük ücreti 5 dolar’a çıkardı ve 9 saatlik işgününü de 8 saate indirdi (Five dollars day). Ford’un işe alma ofisi önünde kuyruklar oluşmuş, üretim hızla artmıştı. 1913’de sadece 200.000’ken, 1929’da 5 milyondan fazla araba üretiliyordu. Üretim maliyeti düşünce; Ford’un ünlü ‘T’ modeli fiyatı 800’den 290 dolar’a inmişti.
Ford’un Detroit’te yaptırdığı ankette; her yüz işçi ailesinden 98’i elektrikli ütü, 76’sı dikiş makinası, 5’i çamaşır makinası, 49’u gramafon, 47’si otomobil, 36’sı radyo ve elektrik süpürgesi sahibiydi. 1929’da ABD’de 23 milyon otomobil 100 kişiye 19 araba demekken, Fransa ve İngiltere’de sadece 2 arabaydı.
Her şey yoluna girmiş, zenginlik ve refah artmış artık devlet ekonomiye müdahale etmiyor, 1928’de Başkan Hoover ile tekrar serbest piyasa ekonomisine dönülmüştü. Parlak günler yaşanıyor, hisse senetleri değerleniyor, kimse gelecekten şüphe etmiyordu. Fakat verim pazarın bazı kesimleri doyuma ulaşmış ve tarım krizi alım gücünü azaltıyordu. Dış Pazarlardaki sert rekabet, 1929’da kar oranlarını azalttı, birden New York borsasında görülmemiş bir felaket yaşanıyordu. Hissedarlardan biri aşırı değer kazanan hisselerinin tümünü aniden sattı. Beklenmeyen bu durum borsada domino etkisi yaptı ve panik satışlarına yol açtı. Borsa bir günde çökmüş, artık tersine dönen bir sarmal ve kriz söz konusuydu.
1929 Borsa krizi ekonomiyi altüst etti. Krizde 800 banka ve 140.000 şirketin iflasıyla 30 milyar dolar kaybedilmiş, işsizlik yüzde25’e çıkmıştı. Zenginler servetinin yarısını kaybetti, GSMH 104 milyardan 58 milyar dolara indi. Binlerce insan bir tas çorba alabilmek için kuyruklarda bekliyor, devlet desteğiyle yaşıyordu. 17 milyon işsiz, 2 milyon evsiz vardı. Hoover, serbest pazar kendisi bozdu kendisi yapar, bekleyelim diyordu ama bu bir türlü olmuyordu. 1930 Buhranı korku, endişe ve durgunluk yaratmış, intiharlar büyük boyutlara gelmişti. Bu kriz sadece ABD’yi değil bütün Batı’yı vurdu. İngiltere, Almanya ve Fransa’da birbiri ardına durgunluk başladı.
1932’de New York valisi Franklin Roosevelt halka güven ve sempati vererek başkan seçildi. Roosevelt radyo konuşması ile halka sesleniyor ‘korkunun kimseye faydası yok kendinize güvenin’ diyordu. Her hafta sonu radyoda halk sohbeti yapan başkan halka moral ve güven veriyordu.
Bu sırada ortaya çıkan bir ekonomist Keynes, devlet imkan-larını kullanarak ekonomiye müdahale edilmesi gerektiğini söylüyordu. Hükümet ekonominin görünmeyen eli olmalı, daha fazla harcama yapmalıydı. Keynes’in görüşleri önem kazandı. 1933’de Roosevelt bir dizi programla yeniden yapılanma başlattı. İlk olarak acil yardım ve acil banka yasaları, tarım düzenleme yasası, ulusal endüstri düzenleme yasası yürürlüğe kondu. Bunu takiben devlet altyapı yatırımlarına yöneldi, İnsanlarına yardım yerine onlar için iş üretmeyi tercih etti. Sosyal güvenlik sistemi, asgari ücret ve işsizlik sigortası kuruldu. Yol ve baraj yatırımları hızlanmış, ormanlar değerlendiriliyor, ekonomi canlanıyordu.
Hükümet insanları yoksulluktan kurtarmalı diyen Franklin Roosevelt sosyal devlet düzenini sağlamış, her bireyin daha iyi yaşaması temel insan haklarından biri olmuştu. Nihayet 1936’da ABD ekonomisi toparlandı.
Türkiye’nin Yeni Dünyası Kuruluyor
Osmanlı Devleti ve onun devamı Türkiye Cumhuriyeti Devleti, 1912’den başlayarak bir dizi savaşa girdi; önce 1912-13 Balkan Savaşları, onun ardından Birinci Dünya Savaşı ve 1920-22 Milli Mücadele. Savaşlarla dolu on yılın bıraktığı uzun bir mirasın ilk yansıması demografik değişikliklerdi. 1914’de nüfus 16.5 milyon kadardı. İki milyona yakın Ermeni nüfus 1.5 milyondan 100 binin altına, 1.2 milyon Ortodoks Rum Anadolu’yu terk ederken, yarım milyon Müslüman Türk Yunanistan ve Balkanlardan geldi. Nüfus 1924’de 13 milyona geriledi. 1912’de yüzde 20 civarındaki gayri-müslim, 1925’e gelince yüzde 2’ye düşmüş ve etnik bakımdan homojen bir yapı sağlanmıştı.
Rum ve Ermeni nüfusun yokluğunun, uzun dönemde siyasal, toplumsal kültürel ve iktisadi sonuçları oldu. Çiftçilerin, kırsal alanlarla limanlar ve Avrupa ticaret merkezleri arasında bağlantı-ları kuran tüccar, tefeci ve sarraf ile zanaatkarın büyük bir kısmı artık yoktu. Türkiye’de özel sektörün öncülüğünü, ülkeyi terk edenlerin yerine ve onların mülklerine el konularak yaratılan Müslüman Türk burjuvazisi yapacaktı.
1929’da Dünya bunalımının patlaması, ardından İkinci Dünya Savaşı’nın ufukta görülmesi nedenleriyle; iktisadi milliyetçilikte kendine yeterlilik anlayışı, Cumhuriyetin erken dönemlerine de damgasını vurdu. Korumacılık ve içe dönük sanayileşme 1980’e kadar sürdü.
Cumhuriyetin Kuruluş Yılları
Milli Mücadele merkezinin Ankara’ya taşındığı ve öncülüğünün Mustafa Kemal Paşa ve çevresindeki Kadrolar tarafından devir alındığında büyük toprak sahipleri ile ilişkiler, İttihat ve Terakki Partisi’nin bu kesimle kurduğu ilişkilerin devamı niteliğindeydi. Tanzimat’ın okullarında Fransız Devrimi’nin aydınlanmacı ve rasyonel düşüncesi ile yetişmiş bu Kadroların ilk ve acil ihtiyacı, savaşlardan yorulmuş, işgale karşı kayıtsız Anadolu köylüsünü bir kez daha savaşa ikna etmekti. Bu konjonktürde taşra Eşrafı, Kadrolar ile köylülüğün arasında bir aracı konuma yerleşmiştir. Kadrolar ile eşraf işbirliğinin bedeli, kırsal kesimdeki statükoyu korumak hatta güçlendirmek için yapılan üstü kapalı bir anlaşma oldu. Bu anlaşma toprak ağalarının güçlü bir unsur olarak içinde yer aldığı Halk Partisi’nin kurulmasıyla tamamlandı.
Bu işbirliği, Anadolu Devrimi’nin sınıfsal karakterini belirler, zira iki burjuvalaşma dinamiği arasındaki rekabetin sonucunu belirleyen, devrimin milli niteliğidir. Böylelikle ilkel sermaye birikiminin önemli bir kısmını elinde bulunduran ve burjuva sınıfının belkemiğini teşkil edebilecek gayrimüslim tüccarlar ve zanaatkârlar devrimden dışlanmış, kapitalist Türk burjuvazisini yaratacak şahısların çoğu kırsal eşraf arasından türemiştir. Bu tekleşmenin ilk işaretleri, henüz Birinci Dünya Savaşı sırasında, İttihat ve Terakki iktidarının Müslüman tüccarların gayrimüslim tacirler karşısında kollanarak öne çıkartılmasıyla görülmüştü. Keyder’e göre aynı kesim; Milli Mücadelede de önemli bir rol oynadı ve burjuvalaşmakta olan taşra eşrafının devrim sırasında Kadrolara verdiği desteğin aktif göstergesi oldu.
Taşradaki esnaf, Müslüman tüccar, büyük toprak sahipleri ve dini liderlerin bu işbirliği, Birinci Büyük Millet Meclisi’ne de yansımıştır. Önemli bir kısmı İstanbul işgali sonrasında dağıtılan Osmanlı Meclis-i Mebusanı üyelerinden oluşan Büyük Millet Meclisi’nde mesleği tarım ve hayvancılık olan milletvekillerinin sayısı 454 kişi içinde 60 kişidir.
Cumhuriyetin ilanından önce yapılan İzmir İktisat Kongresi, büyük toprak sahiplerinin sınıfsal çıkarlarını artık programlı bir biçimde savunduklarını gösteren, önemli bir dönüm noktasıdır. Kongreye işçi, çiftçi, tüccar ve sanayici delegeleri katılmıştır. Bu gruplardan çiftçi delegelerinin tamamının büyük toprak sahipleri olduğu bilinmektedir. Kongrede, Meclis’te defalarca görüşülmüş olan aşar vergisi bir kez daha gündeme gelmiş, çiftçi delegeler aşar vergisinin kaldırılmasını önermiş, bu öneri karara bağlanarak kongre tutanaklarına girmiştir. Öte yandan boş durumda bulunan bazı çiftliklerin köylülere dağıtılması önerisi ise çiftçi delegelerin itirazıyla reddedilmiştir.
Savaş boyunca çoğulcu olan siyasal rejim, daha sonra giderek daralmaya ve muhalefeti tasfiyeye yöneldi. 1925’de Şeyh Sait isyanına karşı çıkarılan Takrir’i Sükun Yasası ve Terakkiperver Parti’nin kapatılmasından sonra, tek partili bir siyasal rejim kuruldu. İktisat politikaları ve kurumsal yapı dönüşümlerini Ankara’da dar bir kesim biçimlendirdi.
Yeni devletin önündeki ilk önemli konu, 1922-23 Lozan Barış Konferansıydı. Pamuk’a göre; Osmanlı Devleti iktisadi mirası devralınırken, yeni devletin dış iktisadi ilişkileri üç temel konuda düzenlendi. İlk iş; 1913’de İttihat Terakki tarafından askıya alınmış olan kapitülasyonlar tamamen kaldırıldı. İkinci olarak, Osmanlı Devleti’nin kendi başına değiştirmesi mümkün olma-yan, serbest ticaret anlaşmaları sona erdirildi. Üçüncü olarak da Osmanlı Devleti’nin dış borcu yeniden yapılandırılarak Osmanlı topraklarını devralan ülkelere pay edildi. Borçların ödemeleri 1929’da başlayacaktı.
Türkiye’nin 13 milyona düşen nüfusunun önemli bir kısmı dul ve yetimden oluşuyordu. Tehcir ve Mübadele sonrasında Pazar için üretim yapan tarımsal üreticilerin, kentlerdeki zanaatkar ve ustaların, tüccar ve tefecilerin önemli bir kısmı ayrılıp gitmişti. Savaşlarda harabolan fabrikaların büyük bir kısmında makine-donanım azalmış veya çalışmıyor, çiftlik hayvan sayısı da hızla düşmüştü. Milli Gelir, Birinci Dünya Savaşı’ndakinden en az yüzde 30 daha azdı.
Cumhuriyetin ilanıyla beraber, büyük toprak sahipleri devlet politikası üzerinde etkili ciddi bir unsur haline geldi. Mecliste önemli sayıda milletvekili bulunan, ayrıca sermaye birikiminin önemli bir kesimini temsil eden bu sınıfsal yapı, 1930’lardaki devletçilik dönemine kadar Türkiye Cumhuriyeti’nin ekonomi politikalarını belirlemiştir. Bu süre içinde büyük toprak sahipleri sadece devlet politikalarını kendi sınıfsal çıkarları doğrultusunda yönlendirmekle kalmamış, yanı sıra kuruluş yıllarının karmaşası içerisinde çok miktarda sahipsiz ya da yoksul ve güçsüz köylülere ait tarım toprağını kendi mülkiyetlerine almıştır.
Büyük Millet Meclisi’nin kurulduğu 1920’den 1939’a kadar mecliste büyük toprak sahiplerinin devamlı bir varlığı görülür. Ayrıca büyük ölçekli tarım ile ticaret iç içedir. Gayrimüslim tacirlerin devrim sürecinde tasfiyesiyle, bu dönemde neredeyse sadece tarımsal ürün ihraç eden Türkiye’de ticari sermayede önemli bir boşluk doğmuş; bu boşluk bizzat üretim yapan veya pre-kapitalist ilişkileriyle köylülerin üretimini örgütleyen kırsal sermaye tarafından doldurulmuştur. Osmanlı’nın son dönemin-denberi var olan bu tüccar-çiftçi birlikteliği daha da güçlenmiş, Cumhuriyet’in kurumsal yapısında da yer alarak, ziraat ve ticaret vekâletleri birleştirilmiştir.
Mecliste her dönemde yeralan güçlü toprak sahibi milletvekili bazıları; sonraları TARİŞ’e dönüşecek Aydın İncir Müstahsilleri kurucusu, Nazmi Topçuoğlu ile 1950 yılına kadar tüm toprak reformu tartışmalarının merkezinde yer alan, şiddetli reform aleyhtarı Emin Sazak gösterilebilir.
Büyük toprak sahiplerinin Meclis’te etkisiyle, Aşar vergisinin kaldırılmasının ardından tarım ürünlerinden parasal bir vergi alınmaya çalışılmış, çıkartılan yasaya göre tahıllardan yüzde 10, satılması zorunlu olan tütün ve pamuk gibi sınaî ürünlerden ise yüzde 8, ürünün satışı sırasında vergi alınması öngörülmüştür. Ancak bu vergi de bir yıl içerisinde, tam olarak uygulamaya dahi konulamadan kaldırılmıştır. Sonuçta tarım kesiminden sadece Hayvan Vergisi de denecek Ağnam Resmi alınmaya başlanmıştır.
Ancak aşar vergisinin yeri doldurulamamış, Ağnam Resmi, bütçe içindeki payının en yüksek olduğu 1925-30 döneminde bütçe gelirlerinin ancak yüzde 5,9’unu teşkil etmiştir. 1925’de bütçe açığı önceki yılın üç katına çıktığında bu açığın kapatılması için başka önlemler alınması gerekmiştir. Boratav, aşar vergisinin kaldırılmasıyla doğan açığın 1926’dan itibaren şeker ve gaz yağından alınan vergiler ile kapatıldığını saptamakta, bu durumun kentlerde ve pazara dönük kırsal kesimde yaşayan tüketicilerin vergi yükünü üstlenmesi anlamına geldiğini belirtmektedir. Bu çerçevede, 20-30’lu yıllar tarım ve kırsal için hızlı bir toparlanma dönemi oldu. Bu nedenle aşarın ve iltizamın kaldırılması küçük ve orta ölçekli mülkiyetin ve aile işletmelerinin güçlenmesini sağlamıştır.
Büyük toprak sahibinin çıkarlarının meclisteki temsili, toprak reformu tartışmalarında da kendisini göstermiştir. Cumhuriyetin ilk yıllarında toprak reformu, Meclis’in yalnızca kulislerinde görüşülmüş, ne bir komisyona havale edilmiş ne de bir kanun tasarısı olarak ele alınmıştır.
Sabiha Sertel anılarında “Mustafa Kemal halka değil bu gerici kuvvetlere dayanıyor. Anayasa’da toprak reformunu, işçi hak-larını sağlayacak maddeler yok. Türkiye sınıfsız bir toplumdur, diyorlar. Ezilen işçiler, köylüler haklarını nasıl koruyacaklar”. Bunu cevaplandıran Mazhar Müfit bey: “Mustafa Kemal bir çok reformlar yapmak istiyor. Toprak reformu için burada ağalarla, özellikle Kürt ağaları ile Kürt mebuslardan Feyzi Bey ve diğerleri ile konuşmalar yaptı. Bu reform meselesi, çok çetin bir mesele. Ağalara toprak reformunu anlatmak imkansız. Bu reformu ele almak, bütün ağaları, eşrafı kaybetmek demektir. Şimdilik toprak reformu defterini kapadık.” demiştir.
Toprak reformu 1930’larda ilk Meclis gündemine geldiğinde, büyük toprak sahiplerinin sözcülüğünü üstlenecek Emin Sazak, büyük arazilerin paylaştırılmasına sert tepki göstererek: “büyük arazilerin taksimi için yeni bir karar mı veriliyor, yeni bir kanun mu yapılıyor. Fırkanın prensibinde ve TBMM prensiplerinde böyle bir esas yoktur. Toprak sahibi olmak bu memlekette ayıpmış gibi bir manzara hasıl oluyor. Yavaş yavaş büyük emval sahibi olmak, çok para sahibi olmak fena telakki edilmeye başlanırsa bunun sonu nereye varır” demiştir.
Kuruluş yıllarında Kadroların kırsala dair politikası önemli bir gerilim barındırıyordu. Tezel’e göre; bu politikaların sürekli olarak kolladığı büyük toprak sahipleri, henüz sanayici bir burjuvazinin olmadığı ülkede en önemli mülk sahibi sınıfsal yapıyı teşkil ediyor ve gerektiğinde kendi çıkarlarını sertlikle savunmaktan çekinmiyordu. Öte yandan nüfusun çok büyük bir bölümünü oluşturan köylülüğün maddi bakımdan koşullarının sıkışması ve kitleler halinde kentlere göçmesi büyük bir endişe kaynağıydı, büyük toprak sahiplerini kollayan politikalar bu duruma katkıda bulunuyordu. Köylülüğün topraktan koparak işçileşmesinin serbest bırakacağı sınıfsal dinamiklerden duyu-lan bu endişe, Büyük Buhran’ın tarım kesiminde yarattığı yıkımın ardından daha da güçlendi. Öyle ki, sonraki yıllarda Tarım Bakanlığı görevini yapacak Şevket Raşit Hatipoğlu, Büyük Buhran’ın tarımdaki sonuçları üzerine yazdığı eserinde “[göçler] vaktından evvel ve birden bire büyük nufus kalabalıklarının proletaryalaşmasını ifade eder. Bu ise Türkiye için ne ekonomik, ne de sosyal hoş gelen bir şeydir. Bu sebepten Türkiye küçük ölçüde de olsa, çiftçiliği terk ve çiftçilikten soğumayı lâkayt karşılayamaz” uyarısında bulunuyordu.
Bu gerilimi hafifletecek ve kentlerin topraktan kopan kitleleri kapsamasını sağlayacak hızlı bir sanayileşmenin koşulları bulunmadığı için tek seçenek köylülüğün kırsalda tutulmasıydı. Kadroların toprak reformundaki girişimleri bu amaca yönelikti. Ne var ki büyük toprak sahipleri ile yapılan ittifak ve bu kesimin siyasi gücü, mülkiyetlerin kamulaştırılmasına yönelik her türlü girişimi imkânsız kıldı ve onun yerine kapitalizm öncesine ait tabiyet biçimlerinin ömrünü uzatan, bilhassa ülkenin geri kalmış bölgelerinde bu ilişkileri daha da pekiştiren bir uzlaşı benimsendi.
1921’de çıkarılan Bütçe Kanunu ile muhtaç ziraat erbabına milli araziden bedeli 10 yılda taksitle alınmak üzere ve her aileye verilecek toprak miktarı 200 dekarı geçmemek kaydıyla, Türkiye dışından gelen ve iskâna tabi tutulan göçmenlere, göçebelere, tehcir edilenlere önemli miktarlarda toprak arazisi dağıtıldı. Bu arazilerin dışında, 1923-34 arasında 22,000 yerli köylü ailesine 730.000 dekar devlet arazisi dağıtılabildi. Devlet bu kadar az arazi dağıtmasına rağmen, verdiği bu arazilerin yeni sahiplerinde kalmasında her zaman başarılı olamamıştı. Nedenlerinden biri; Türkiye kadastrosunun yapılmamış, insanların mülkiyet iddiaları-nın çok kere Osmanlı Devleti döneminde düzenlenmiş karışık belgelere dayanmış olması ve eski tapu kayıtlarının boşluklar ve belirsizliklerle dolu olması sayılabilir.
Cumhuriyet yöneticilerinin büyük toprak sahiplerine karşı aldıkları tavır Doğu illeriyle sınırlı kaldı. 1925’deki Şeyh Sait isyanı sırasında, ayaklanmalarda başı çeken ailelerin, güçlerini, Doğu’da hüküm süren arazi sahipliği, yani feodal benzeri üretim tarzından almış olduğu anlaşıldı. Hükümet, 1927’de ‘idari, askeri ve içtimai’ nedenlerle 1.500 kadar ailenin Doğu Anadolu’dan Batı vilayetlerine nakli için bir kanun çıkarttı. Batı’da iskan edilecek ailelerin terk ettiği arazileri, iskân edilecekleri illerde kendilerine yeni arazi verilmesi şartıyla hazineye intikal edecekti. Ne var ki, bu uygulama Doğu’daki feodal üretim ilişkilerinde bir iyileşme sağlayamamıştır.
İlk genişleme fırsatı, tehcir edilen Ermeni ve mübadele edilen Rum gayrimenkullerinin sahipsiz kalmasıyla ortaya çıkmış, bu süreçlerde boşalan bereketli topraklara çoğunlukla yerel eşraf el koymuştur. Rum-Türk mübadelesinde muhacirlere, Mübadele, İmar ve İskân Kanunu çerçevesinde toprak dağıtımı, sürecin karmaşıklığından da bekleneceği üzere hayli sorunlu geçmiş, her ne kadar Rumlar tarafından boşaltılan toprakların tümüne kırsal eşrafın el koyduğunu söylemek mümkün değilse de, mübadele sonunda önemli miktarda toprak, mübadil vatandaşlar yerine boşalan toprağa el koyan kişilerin eline geçmiştir. Diğer yandan, 1915 tehcirinden itibaren herhangi bir kurala tabi olmaksızın el konan Ermeni mülkleri önemli bir zenginleşme kaynağı olmuştur. Asıl zenginleşme, kuşkusuz Osmanlı İmparatorluğunun karmaşık toprak hukukundan Cumhuriyete miras kalan, önemli eksik ve yanlışları barındıran tapu kayıtlarının, Medeni ve Borçlar Kanunu’nun ardından olmuştur.
1926’da çıkarılan Medeni Kanun ve Borçlar Kanunu ile topraktaki özel mülkiyete kesinlik kazandırılmış, böylece toprak sahiplerinin mülkiyetlerini hızla genişletmeye başladıkları ve bunun önemli kısmının başkalarının mülksüzleşmesine dayandığı bir döneme girilmiştir.
Toprak Reformu Yeniden Gündeme Geliyor
Toprakta mülkiyet dağılımını düzenleme (dar anlamda toprak reformu) konusu üzerinde 1934’e kadar pek fazla durulmamıştır. 1929’da Başbakan İsmet İnönü, “büyük çiftlik işleten gayret ve servet sahiplerine dokunmak şöyle dursun, aksine bunların da iyi çalışmalarını ve kazandıklarını görmekten memnun oluruz” der.
Ne var ki, ‘Kemalist’ aydınlar 1930 başından itibaren toprak reformunun zorunluluğunu vurgulayarak, topraklar üzerinde köylüyü maraba veya yarıcı olarak çalıştırarak tarımsal artıya el koyan büyük toprak sahiplerine karşı çıkıyordu. Bunların da etkisiyle mevcut toprak mülkiyeti dağılımı ve üretim ilişkile-rinden rahatsızlık duyan Halk Partisi liderleri arasında bir toprak reformu yapma düşüncesi güç kazanmaya başlamıştır. İçişleri Bakanlığı’nın toprakların tapusuz kısmını kamulaştıran bir tasarı ile, büyük arazilerin önemli bir kısmının hazineye aktarılmasını sağlayacak taslak Mecliste tepkiyle karşılandı. Kamulaştırılacak arazilerin bedellerinin hesaplanması ve ödenmesiyle ilgili mad-denin, 1924 Anayasası’nda o günkü piyasa değerine göre peşin ödeme yapılmasını gerektiren maddesiyle ve Anayasa’nın yürürlükteki hükümleri ile çeliştiği için bu teklif reddedildi. Bunun sonucunda bir toprak reformu için anayasa değişikliğinin yapılması gündeme geldi.
Atatürk 1936 nutkunda; “Toprak Kanununun bir neticeye varmasını Kamutayın yüksek himmetlerinden beklerim. Her Türk çiftçi ailesinin geçineceği ve çalışacağı toprağa malik olması behemahal lazımdır. Bundan fazla olarak büyük araziyi modern vasıtalarla işleyip vatana fazla istihsal temin edilmesini teşvik etmek lazımdır” sözleriyle konuya verdiği önemi vurgula-maktaydı. İsmet İnönü’nün CHP Kurultayı’nda yaptığı konuşma, hükümetin de Cumhurbaşkanı ile aynı görüşü paylaştığının, bu konudaki kararlılığının bir ifadesiydi. İnönü şunları söylemiştir: “Yurdumuzda topraksız çiftçinin sayısı her tasavvurun üstünde-dir. En ziyade toprağı taksim edilmiş yerlerimizde bile köylünün yarısına yakın bir miktarı topraksızdır. Başkalarına ait topraklar üstünde, çok fena şartlar içinde ve çok verimsiz olarak çalışmak mecburiyetindedir. Hiçbir vakit, hiçbir adamın malını cebren zaptetmek fikrinde değiliz. Fakat hiçbir surette köylüyü ilelebet topraksız kalmaya mahkum eden bir çerçeve içinde bırakmağa razı olamayız. Toprağı köylüye dağıtmak meselesi, medeni memleketlerin birer birer içinden geçtiği “rejim agrer” namını alan zirai bir ilerleme safhası olmuştur. Memleketimizin de bu safhadan geçmesi bir tekamül eseri olacak Bu işler için beş altı senede 100 milyon tahsis edebileceğimizi umuyorum”.
Atatürk’ün 1937’de, toprak reformu ilkelerini belirleyen önemli konuşmasında: “Milli ekonominin temeli ziraattır. Bunun içindir ki, ziraatta kalkınmaya büyük önem vermekteyiz…Fakat bu hayati işi isabetle amacına ulaştırabilmek için ilk önce, ciddi etütlere dayanan bir ziraat siyasetini tespit etmek ve onun için de her köylünün ve bütün vatandaşların kavrayabileceği ve severek tatbik edebileceği bir ziraat rejimi kurmak lazımdır…”
Atatürk bu nutkunda toprak mülkiyet dağılımını düzenlemek için üç ana prensip ortaya koymuştur:
– Memlekette topraksız çiftçi bırakmamak,
– Bir çiftçi ailesini geçindirebilecek toprağın, hiçbir sebep ve suretle bölünmesine izin vermemek,
– Büyük çiftçi ve çiftlik sahiplerinin işleyebilecekleri arazi genişliğini makul ölçütlerle sınırlandırmaktı.
Bunlar, 1937’de kurulan Celal Bayar hükümetinin programına da aynen alındı. Hükümet programına göre, konuyla ilgili kanun taslağı en kısa zamanda Meclisin onayına sunulacaktı. 1937’de yapılan 1924 Anayasasında bazı değişiklikler ile peşin ödeme koşulu aramadan, çiftçiyi toprak sahibi yapmak için kamulaş-tırma mümkün hale geldi. Böylece toprak reformunun önü açıldı.
1937 tarihli Zirai Islahat Kanunu Projesi bir süre sonra Tarım Bakanlığı tarafından tekrar ele alınarak yeni bir proje hazırlandı. Ancak, başlayan İkinci Dünya Savaşı’nın ülke sınırlarına kadar ilerlemiş olması toprak reformunun bir süre daha ertelenmesine neden oldu, fakat bu arada reform konusu üzerindeki tartışmalar devam etti.
İkinci Dünya Savaşı yıllarında izlenen politikalar büyük toprak sahiplerini daha az etkilerken, buğday üreticisi orta köylülüğü zayıflattı. Bir milyona yakın yetişkin erkek askere alınırken büyük topraklı ailelere istisnalar tanınması fiyatların çok altında devlete satmaya zorlanan orta köylüleri devletten uzaklaştırdı. Bunun üzerine 1945 Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu girişimi, CHP üst düzey yönetiminin köylülük içindeki ittifaklarını bir. kez daha değiştirerek, savaş yıllarında güçlenen büyük toprak sahip-lerine ve kaybedilen orta köylülüğe karşı küçük köylülerle ittifak kurma çabası olarak yorumlanmaktadır. Zira, devlet ile köylülük arasındaki ilişkilerin, bir yandan dünya ekonomisi koşullarını öte yandan da Türkiye’nin iktisadi ve toplumsal yapısını dikkate alan bir çerçeve içinde ele alınması gerekiyordu.
Topraklandırma kanunun tartışmaları sırasında Emin Sazak, Adnan Mendres gibi büyük toprak sahipleri “Toprak kıtlığı mı var ki toprak dağıtmaya kalkıyorlar” demişti. Gerçekten de 1945’de ekilen topraklar, 1955’de ekilen alanların (14,2 milyon hektar) yüzde 60’ı kadardı. Demek ki istense fazla zorlanmadan yeni topraklar üretime açılabilirdi. Öyleyse bu imkan varken büyük toprak sahiplerinin mülkiyetine göz dikerek onların topraklarının büyük bir kısmını ellerinden alıp köylüye dağıtmak ve toprağı parçalayıp küçültmeye kalkışmak nedendi.
Ayrıca, dünya savaşı mobilizasyonu nedeniyle, 3-4 yıl öncesine kadar ekilen, ancak insan ve öküz sayısının azalması dolayısıyla terk edilmiş tarlalar da yeniden ekime hazır durumdaydı. O halde 1945’de, işgücü kıtlığının gündemde olduğu bir dönemde niye “topraksız” çiftçi olduğu öne sürülüyordu? Üretimin köylünün topraksızlığı nedeniyle artmadığını bu nedenle dağıtılmasını iddia edenler yanılıyorlardı. Eğer o yıllarda ekilen toprağın miktarını insangücü ve hayvan sayısı belirliyorsa, o zaman mülkiyetin değiştirilmesi toplam üretim miktarını fazla etkilemeyecekti. Aksine, yeni mülk sahibi olan küçük köylü toprak sahibine kira vermeyeceği için, muhtemelen kendi tüketimini yükseltecek ve pazarlanan artık da böylece azalacaktır.
O zaman eldeki teknolojinin ve girdilerin (karasaban ve öküz) izin verdiği kadar üretim miktarı ortaya çıkardı ve her köylü ailesi fiilen üretimde bulunuyordu. Topraksız olduğu için üretime katılamayan köylü ailesi yoktu, zira mülkiyetinde toprak olmayan aileler de, emeklerini ortakçılık veya kiracılık yoluyla değerlendiriyorlardı. Köylünün hayvanı yok, sabanı yok, öyleyse ağanın üstünlüğü sadece bunların var olmasından ibaretti. Bu durumda toprak ağalığından söz edilemezdi. Çünkü, Topraksızlık yoksulluktan kaynaklanıyordu; yoksulluk topraksızlıktan değil. Köylü bir çift öküz ve saban alacak kadar para biriktiremediği için ortakçı ve kiracı olarak kalıyordu, çünkü 1930’ların düşük ürün fiyatları savaşın getirdiği yeni vergilerle birleşince, yoksul köylünün ortakçı-kiracı çemberini kırıp bir çift öküz alacak kadar para biriktirmesine olanak kalmamıştı.
Halbuki gerekli olan, toprak reformu değil, öküz reformuydu. Bu yapılmadığından Topraklandırma Kanunu sonuçsuz kalmaya mahkumdu. 1945 sonrasında yoksul köylüye toprak verilseydi bile, öküz ağalığı devam ettiği için ortakçılık da sürerdi, yani öküzü ve sabanı olmayan köylü kendi toprağını işleyemezdi.
Nitekim 1950’lerde Çiftçiyi Topraklandırma, daha önce köylü tarafından el konulmuş hazine toprağının tapularının resmen dağıtılması biçiminde, olup bitmiş bir olayın onaylanması olarak gelişecekti. Bir başka deyişle, öküz reformu yapılınca (ki bu traktörün getirdiği teknik olanaklarla gerçekleşiyor), köylü toprak reformunu beklemeden boş toprakların üzerine yerleşip ekip-biçmeye başlamıştı. Traktörün gelmesiyle teknolojik sınırlama kalkmış ve dolayısıyla “toprak reformuna gerek var” görünümü de silinmiş oluyordu. 1950’lerin başında tarımsal ürün fiyatları artınca, eski kiracı-ortakçılar ya kendi öküzlerini satın alarak ya da traktör kiralayarak toprak sahibi durumuna geldiler.
Bütün bunlara göre, toprak reformu topraksız köylüye çok az yarar sağlarken, büyük toprak sahiplerine ciddi zararlar verirdi. Bu Kanuna karşı çıkarak kurulduğu söylenen Demokrat Parti, sonraları toprak dağıtıcısı olduğuna göre, 17.maddenin topraksız köylünün yararına olmaktan çok, varolan ve gelecekte rakipleri olacaklara karşı olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Başka bir düşünceyle de; toprak mülkiyetine el koyma niyeti CHP içinde etkili olan Radikallerin, tarımda sermaye birikimiyle gelişecek sermaye sınıfının önüne geçme de denilebilir.
Sözün Özü
Anadolu genelinde 1920’lerde, 10 dönümden küçük işletmelerin çoğunlukta olması, gerek iklimin sertliği ve elverişsizliği, gerek yetiştirilen ürün türleri ve gerekse kullanılan teknolojinin geriliği göz önünde bulundurulduğunda ülke genelindeki işletmelerin bir köylü ailesine bile geçimlik gelir sağlamaktan uzak olduğunu ortaya koymaktadır. Bu cüce işletmeler, özellikle ülkenin iç kesiminde bulunanlar, pazarlarla ilişkisi olmayan ve sadece öz tüketime yönelik üretmektedir. Türkiye’de bu dönemde tarımda verimin çok düşük olduğu ve toprakların en az üçte birinin nadasa ayrıldığı dikkate alındığında 50 dönümden küçük işletmeleri de cüce işletmeler grubuna dahil etmek yanlış olmaz. Küçük üretici denebilecek bu grubun, işletmelerin yaklaşık yüzde 80’inin, belirgin özelliğinin kendine yeterli işletme olmadığı, aksine asgari geçimlik gelir sağlayamayan işletmeler olduğu anlaşılır. Birinci Dünya Savaşı şartlarının da asgari geçimlik gelir düzeyi altında bulunan bu çok sayıdaki tarımsal üretici kitlesi için bir yıkım olduğunu tahmin etmek zor değildir.
Pazara dönük üretici niteliğindeki büyük ölçekli topraklar ve ekonomik işletmeler ise sadece kapitalist büyük arazi sahipleri ile feodal benzeri toprak ağalarının ellerinde bulunmaktaydı. Gerek Osmanlı ekonomisini ayakta tutabilme çabasında İttihat Terakki Partisi, gerekse Milli Mücadele sırasında ekonomik ihtiyaçlarını ve insan gücü desteğini bu kaynaktan sağlamak zorunda olan kadrolar bu büyük toprak sahipleri ile irtibat ve ittifak halindeydi.
Bu nedenle iktidarı paylaşan bu güçlerin istekleri paralelinde yapılan 1924 Anayasası özel mülkiyeti güçlendirici bir nitelik taşıyordu ve özel mülkleri kamulaştırmayı zorlaştırıcı hükümlere sahipti. Anayasa, özel mülklerin kamulaştırılmasını, hükümetin arazinin piyasa değerini peşin olarak ödeme şartına bağlamıştır. 1925’te kabul edilen Kadastro Kanunu da arazi tasarrufunda özel mülkiyeti pekiştirici bir karakter taşıyordu. Nihayet, 1926’da yürürlüğe giren Medeni Kanun ile bu topraklar hukuken ve fiilen tasarruf sahiplerine özel mülk olarak tescil edilmiştir. Yanı sıra 1929’da çıkarılan bir kanunla, tımar, iltizam gibi kurumlarla ilgili olarak Osmanlı hükümetinin geçmiş yüzyıllar içinde çeşitli ailelere vermiş olduğu ve geniş alanlara tasarruf hakkı sağlayan belgeler, bu alanların 1926 Medeni Kanunu çerçevesinde özel mülk olarak tapuya kaydettirilmesine yeterli sayıldı. Öte yandan, Birinci Dünya Savaşı sırasında sürülen Ermenilerden ve Lozan Anlaşması’na göre nüfus mübadelesiyle Yunanistan’a gönderilen Rumlardan kalan milyonlarca dekarlık arazinin çok büyük bir kısmını kırsal kesimdeki nüfuzlu ailelerin ellerine geçirildi.
Sonuçta; İttihat Terakki döneminde başlayan Milli Burjuva ve sermaye birikimi yaratma programı Kuruluş yıllarında da haklı ve yerinde bir kararla devam ettirilmiştir. Böylece sınırlı olsa da Batı ülkelerinde olduğu gibi ekonominin dinamiği olacak bir kapitalist zümre oluşturulmuştur.
Cumhuriyetin ilk yıllarında tarımda makineleşme devlet eliyle teşvik edilmiştir. Oya Silier’e göre; Cumhuriyetin kurulmasının hemen ardından Ziraat Bankası 70 traktör almış, bunların 40’ını çiftçilere dağıtmış, 30’unu da kendi işletmesine almıştır. 1924’de geçirilen ve ekili dikili alanların genişletilmesini hedefleyen bir başka yasa ile traktör kullanan işletmelerdeki makinistler ile tarım alet ve makinelerinin tamirinde istihdam edilen belirli sayıda teknik eleman askerlikten muaf tutulmuştur. 1926’da ise traktör, motorlu pulluk ve biçerdöver gibi makineleri kullanan çiftçilere akaryakıt vergisi muafiyeti teşvikleriye, 1928’e gelindiğinde ülkedeki traktör sayısı 1000’i aşmıştır.
Aynı yasa, 500 dekar toprağa sahip olan çiftçilerin kendileri ile beraber iki yardımcısını, 500 dekardan fazla toprak işleyen çiftçi için her 250 dekara bir yardımcıyı, tarımsal işlerle uğraşan şirket-lerin idareci, muhasebeci ve teknik personelini, 200 küçükbaş veya 50 büyükbaş hayvan sahibi ile bunların yardımcılarını da askerlikten muaf tutuyordu. Yasa, sadece tarımda makineleşme- yi değil, aynı zamanda büyük işletmeciliği ve şirketleşmeyi de teşvik amacıyla çıkartılmıştı.
Bir başka gelişmeyle Ziraat Bankası’nın tarımsal kredi vermeye başlamasının, kırsaldaki tefecilerin olağanüstü faiz gelirlerini azaltması beklenirken, kredi almak için arazi sahibi olma şartı uygulanınca, durum tam tersi olmuştur. Silier’e göre; “[Büyük toprak sahipleri] evvela arazi sahibi olarak Ziraat Bankası’ndan kolaylıkla kredi alır, sonra tüccar sıfatıyla senetleri iskonto ettirir. Aldığı krediyle köylüden mal toplar ve faizle köylüye borç verir. Yani bu ‘tüccar-köylü’ Ziraat Bankasından %15le aldığı parayı köylüye %60 faizle borç verir. Böylece Ziraat Bankası mücadele etmesi gereken murabahacıya bilmeden destek olur”.
Büyük Buhran’ın ardından çoğu Ziraat Bankası tarafından olmak üzere çok sayıda tarım kredi kooperatifi kurulmuş, 1929-1938 arasında kredi kooperatifleri 65’den 586’ya çıkmıştır. Bu kooperatiflerin önemli bir kısmı İzmir, Giresun, Trabzon, Aydın gibi tarımda sermayenin yoğunlaştığı illerde bulunmaktadır.
Tarımsal artıya el koyan kesimin toprağa yabancılaşarak, kentlileşmeye başlaması, Osmanlı’nın son döneminde oluşmuştu. Pamuk’a göre; Henüz iltizam sistemi yürürken mültezimler, iltizamlarını alt mültezimlere bölüştürüp vergisini topladıkları topraklara ayak basmayabiliyorlardı. İlber Ortaylı da; Vakıfları da kendi çıkarları doğrultusunda kuran bu kesim, buradan elde ettikleri gelirle kentli bir yaşam sürerek “absentee landlords sınıfını meydana getiriyorlardı” demiştir.
Cumhuriyetle kapitalist üretim ilişkileri ve buna paralel kentler geliştikçe, bu eğilim daha da belirgin bir hal almıştır. Osmanlı İmparatorluğu son döneminde ortaya çıkan; mültezim, tüccar, tefeci ve büyük toprak sahibi özelliklerini bir arada barındıran kesimin devamı olanlar Silier’e göre; “büyük arazi sahiplerinden, kasaba ve şehirlerde yazıhane açarak ‘köylü-tüccar’ zümresini oluşturan bazıları; hem kendi arazilerinin, hem de civar köylerin ürününü toplayarak pazarlara sevkedip satarlar. Büyük şehirlerde ortakları vardır. Hatta bazıları doğrudan doğruya Avrupa ile iş yaparlar. Hatta sermaye iştiraki yoluyla sanayici bile olmuşlardır. Böylece ayni şahısta ‘köylü-tüccar-sanayici’ tipi temsil edilir”.
Ne var ki bu kesimde sınaî yatırım eğilimi zayıftı ve büyük toprak sahipleri esas olarak tüccar ve tefecilikle geçiniyorlardı. Hatta tam tersine, kentli ve sermaye sahibi kimi zengin kişiler köylüye yüksek faizle borç veriyor ve borcunu ödemeyenlerin toprağına el koyarak toprak sahibine dönüşüyordu.
Özellikle Dünya Bunalımı’nın patlak vermesinden ve tarım fiyatlarının düşüşünden sonra, beklentiler kent ekonomisine, sanayileşme ve iktisadi gelişme çabalarına yöneldi. Ancak ilerleyen yıllarda kent ekonomisinde sanayileşme ve özellikle de istihdam yavaş arttığı için kırsal nüfusun kentlere gelmesinin özendirilmesi yerine köylerinde kalması tercih edildi.
Cumhuriyetin erken yıllarında eğitim ve sağlık konularına çok önem verildi. Ancak devletin mali gücü yeterli olmadığı için daha çok kentlerde harcandı. Bu çabalar nüfusun yüzde 80’inin kırsal alanda yaşadığı yerlerde yapılamadı. Kadınlarda okuryazarlık 1913’de yüzde 5’in altındayken, 1950’de yüzde 19’a, erkeklerde ise yüzde 15’den yüzde 46’ya arttı. Lise sayısı henüz 90’dan fazla değildi. Kentlere sunulan temel sağlık hizmetlerinde iyileşmeler oldu, salgın hastalıklarla mücadele edildi. Ama bebek ölüm oranı çok yüksek, özellikle kırsalda doğan üç bebekten biri doğduktan bir yıl içinde ölüyordu.
Sonuçta; Toprak dağıtımı İskân Kanunu ile, 1923-38 arasında 246.431 aileye toplam 9.983.750 dekar toprak dağıtılmıştır. 1940-44 arasında ise 619 köyde 53.000 aileye 875.000 dekar toprak verilmiştir. Vakıflar İdaresince satılan topraklar ise Ziraat Bankasınca satın alınıp çiftçilere dağıtılmıştır. Bu toprakları da ilave edince 1944’e kadar olan Cumhuriyet döneminde dağıtılan arazilerin tümü 11-12 milyon dekara ulaşmaktadır. Buna göre, 1946 itibariyle Türkiye’de mevcut 130 milyon dekar işlenebilir toprağın yaklaşık yüzde 9 gibi çok az bir kısmı devlet tarafından dağıtılmak suretiyle mülkiyet yapısı iyileştirilmeye çalışılmıştır.
Yıllar süren savaşların ardından canlarını ve mallarını kaybeden yoksul toprak insanları yeni bir devletin kurulması heyecanını yaşayamamışlardı. Ülkeyi bir anda kalkındırmak ve ekonomik bakımdan güçlendirmek isteyen Kurucular da hem bu yoksul insanlara yardım etmek, böylece onları rejime kazandırabilmek istemiş hem de büyük arazi sahibi kimselerin mülklerine el koymaktan kaçınarak ülkenin tüm insanlarına refah sağlamak istemişti. Yani ne tam olarak küçük köylünün elinden tutabilmiş ne de büyük toprak sahiplerini memnun edebilmişlerdi. Yine de 1950 sonrasının hızlı tarımsal gelişmesine 1923-45 arası tarımsal gelişmelerin kaynaklık ettiği düşünülebilir. Tarıma çok önem veren DP, Ziraat Bankası kaynaklı kredileri köylüye aktardı ve onları traktörle tanıştırdı. Traktör ile 75 hektar işlenebiliyor, ekili alanların gelişmesi sağlanıyordu.
Demokrat Partinin ilk dört yılında en önemli gelişme; tarımda mekanizasyon ve Marshall yardımıyla gelen traktörlerle hazine topraklarının ve meraların ekime açılması, Tarımda vergilerin hafifletilmesi, desteklemenin yükseltilmesi, savaş bitimindeki seferberliğin sonlandırılmasıyla genç nüfusun köyüne dönmesi ve dış piyasalardaki olumlu gelişmeler de üretim artışlarına büyük katkı sağlamış, sektörün gelişmesinde çok önemli rol oynamıştır. Nitekim 1949’da 9.170 olan traktör sayısı, 1955’de 40 binlere çıkmış, bunda Ziraat Bankasının çiftçilere sağladığı kredi desteği-nin de büyük etkisi olmuştur. Devletin teşvik amacıyla verdiği toplam kredi tutarı 1950’de 412 milyon lirayken bu destek 1955’te 1.518 milyon liraya yükselmiştir. Traktör kullanımı, kurak ve yarı kurak arazilerin de tarıma açılmasında önemli katkı sağlamış, bu suretle bir çift öküzün işlediği toprağın 7-8 kat fazlası traktörlerle ekilebilmiştir.
Alınan tedbirler ve uygulamalarla Türkiye’de tarımsal ekim alanları 1950’de toplam 9.8 milyon hektarken 1955 sonunda 13.2 milyon hektara ulaşmıştır. En önemli tarım ürünü olan buğdayın ekim alanları, 1949’da 4 milyon hektardan 1953’de 6 milyon hektarın üzerine çıkmıştır. Dolayısıyla 1949’da 2,5 milyon ton olan buğday üretimi, 1953 sonunda 8 milyon tona yükselmiş ve Türkiye’nin dış ticaretinin iyileşmesine önemli katkı sağlamıştır. Nitekim dış piyasalarda canlanan taleple, ihracat gelirlerinde önemli artışlar olmuş, 1949’da 694 milyon lira ihracat, 1953’de 1,1 milyar liraya çıkmıştır. Ekonomideki uygulamalarla 1950-55 arasında devlet yatırımlarının yüzde 30’u tarımdayken, yüzde 46’sı ulaştırma ve haberleşmede yapılmıştır. Geri kalan kısmı da sanayi, madencilik ve bayındırlık yatırımlarınadır.
Sosyo-Ekonomik Düzende Radikal Tercihler Yapılamadı
Meiji Restorasyonu olarak tarihe geçen, Japonya’da, 1868’de İmprator Meiji’nin başlattığı, otuz yıl gibi kısa bir sürede ordudan sanayiye, bilimden sanata, ekonomiden eğitime, özetle yaşamın tüm alanlarında dev bir çağdaşlaşma hamlesi Almanya’daki Bismarck dönemi örnek alınarak aynen kopya edilmişti.
Japonya’dakinin aksine bizdeki modernleşme süreci, sosyo-ekonomide radikal değişim ve üretim tarzı olarak değil, tüketim ve yaşam tarzı olarak görülmüştür. Avrupa’nın iktisat tarihinde görüldüğü gibi burjuvalık ve toprak düzeni, mülkiyet hakları ve üretimde liberal değişimlerde yeterince kararlı ve cesur olunmadı.
Bireylerin özgürlüğü ve mülkiyeti için mücadele ederek Batı Avrupa’ya egemen olan burjuvazi; ticareti yapıyor, endüstriyi geliştiriyor; hukukun üstünlüğü ve birey mülkiyeti el üstünde tutuluyordu. Devrim bitince Fransa’da politik iktidarı burjuvazi almış, Napolyon, serbest rekabetin gelişmesi, büyük arazilerin paylaşılması ve endüstrilere ülkenin imkanlarının sonuna kadar kullanılmasını sağlayacak koşulları yaratmıştı. Böylece Avrupa genelinde Serbest Pazara inanan, öncelikle kar amacını güden bir toplum burjuvazisi ortaya çıkmıştı.
Bizde ise böyle olmadı; gerek Osmanlı Devleti gerekse yeni Cumhuriyet Devleti dönemlerinde hakim olan yöneticiler, asker ve sivil bürokrasi, seçkinler, sözde aydınlar ellerindeki gücü hiç bırakmak istemediler. Burjuvazinin ve serbest pazarın gelişmesi ancak onların izin verdiği sürece ve ölçüde mümkün olabildi.
İslam bilginlerinin bize anlattıklarına göre; sınıf, ırk ve millet ayrılıklarının olmadığı ve herkesi Allah önünde eşit kılındığıdır. Aynı duygunun bir diğer görüntüsü de, ümmetin kaynaşmış, farkları olmayan bir kitle ideolojisi olduğudur. Türkiye’de buna göre sınıflar yoktu ve hiç olmayacaktı. Bu sınıfı gerekirse devlet yaratır ve sadece milleti için çalışabilirdi. Türklerin imtiyazsız, sınıfsız, kaynaşmış bir toplum olduklarına inanma Cumhuriyet seçkinlerince de devam ettirilmiş, ilk dönemin liberal ekonomik anlayışının yerini 1930’larda devletçilik alacaktı.
Halbuki Avrupa’da süreç böyle yaşanmamıştı, feodalizmden kapitalizme kadar her aşamada var olan sınıflar arasındaki zıtlık ekonomiye dinamiklik kazandırmış, böylece beliren rekabetçi düzen onları hızla büyütmüş ve geliştirmişti. Durkheim: “devlet bireyin kurtarıcısı olacaksa, kendisinin de dengelenebilecek bir karşı ağırlık, diğer toplum güçleri olan medeni toplum, yani o ikincil gruplar tarafından gemlenmesi gerekir. Bu toplumsal güç çatışmasındandır ki birey özgürlükleri ortaya çıkar” diyecekti.
Türk sosyolojisinin kurucularından Prof. Şerif Mardin’e göre; “İslami inancın tam anlamıyla ideolojik yönü olan ümmet hissi telkinleri: İslam toplumunun ‘yaratıcı’ olamaması, toplumun geleneksel bir iktisadi yapıya sahip olmamasına çok bağlıdır ve temel sorun; hakiki bir kapitalizme geçilemeyiştir. Karl Marx’ın devletle toplum arasında, ‘gerçekliği deneye dayanan çelişme’ye verdiği önem Türk düşünürlerince henüz anlaşılmamış , zira Türk yaşamında böyle bir çelişme kavramı yoktur. Kemalizm ideolojisi medeni toplum kavramını inkar eder. 1950’ye kadarki yıllara renk veren, hükümetin özel teşebbüse karşı şüpheci denetleme ve engelleyici tavrı, buradan çıkıyordu.
Esasen Cumhuriyetin özelliklerinin anlamını Osmanlı yapı taşlarında aramak gerekir. Osmanlı aydını beraberinde taşıdığı kültür kalıplarını Cumhuriyet aydını olduğu gün, tümüyle değiştirmemiştir. Cumhuriyet yönelimi, baştan itibaren ekonomik düzeni kontrol altına alma isteği şeklinde olmuştur. Ticaretin azınlıkların elinden alınması için kendisine önem verilen tüccar 1950’ye kadar ancak devlet kapısına olan etkisi oranında birinci sınıf vatandaş olabilmiştir. Türkiye’de bir kapitalist zümrenin çıkamayacağı siyasal seçkinler arasında çok yaygındı. Kapitalist zümrelere seçkinlerce Türkiye’nin toplum yapısı bakımından az şans verilmesi, aslında onlara şans tanımamak isteğinin ifadesi olmuştur. Cumhuriyet idarecileri, Türkiye’yi kuracak unsurdan birinin ekonomi olduğunu, kurulacak modern ve farklı ekonomik yapının tümüyle devletin yapmasının ancak çok sert bir siyasal denetimle olabileceğini biliyorlardı. Bu nedenle ekonominin yönetilmesinde siyasal yönden denetim altında tutulan, fakat mesleki faaliyetlerini otonom olarak yürüten bir ekonomik sınıf meydana getirdiler. Devlet katında olanlar, devletin ekonomiye bankalar, demiryollarıyla girmiş olmasıyla iş hayatını kolaylıkla denetleyebiliyorlardı. İşadamları, işadamı olarak, devletten bir yardım görmeden, ona kapıları açtırmadan iş yapamıyorlardı. Bu nedenle rüşvet yaygındı.Devletin kendisi ekonomik yapının hakim noktalarını bir müddet sonra eline geçirmişti. İş hayatının bu şekilde biçimlendirilmesi garip şekilde Osmanlı’da görülen ve beğenilmeyen, eliştirilen davranışları hatırlatır.
Kemalizmin bir diğer zaafı dine rakip olabilecek ideolojilerin çıkmasına izin vermemiş olmasıdır. Özel sektör ideolojisi kendi başına gelişseydi çok önemli fonksiyonlar yapacağı için, aile ilişkilerine de zorunlu olarak yansıyabilir, böylece dinin eskiden gördüğü fonksiyonların yerini alabilir ve toplumun en azından bir katında. oturmuş bir ideoloji haline gelebilirdi. Bu haliyle, burjuva ideolojisi dine rekabet eden bir unsur olacaktı. Bilhassa İslam gibi ümmet yapısına dayanan, kapitalizmin bireyciliğine karşıt olan bir dinde burjuva ideolojisinin karşı bir güç olarak fonksiyon görmesi ihtimali vardır.
Cumhuriyet; vatanperverlik, birlik, beraberlik, güçbirliği ve sınıfsız toplum arayışı gibi hislerle bir bakıma ümmeti devam ettirme arzusundaydı. Muhtemelen, Türk milliyetçiliği temelini kuranlar ümmet yapısından sandıkları kadar uzak kalamamış olabilirlerdi. Durkheim’in sosyolojisine, kendi eski toplumunun gözlükleriyle bakan Ziya Gökalp, Durkheim’in çok önem verdiği sınıflar arasındaki işbölümü yerine çok daha fikirsel bir yapıyı, milliyetçiliği geçirmişti. Herhalde, ondan esinlenmiş, Türkiye’de sınıf ayrılıkları olmadığı ve olmayacağı fikri, Cumhuriyet seçkin-lerince kullanıldığında eylemlerinin ürünü, fonksiyonu ümmete benzer bir hissin toplum bağı olarak sürdürülmesi olmuştur.”
Nitekim sonraki yıllarda, 1961’de, 1982’de, çıkarılan yasalar ile Toprak ve Tarım reformlarına yön verilmeye çalışılmış ancak istenen sonuçlar alınamıştır. Bunun temel nedenlerin en önemlisi, yöneticilerin toplumun bazı kesimlerinin olumsuz etkilenmesini göze alarak radikal değişim kararlarını alamamış olmalarıdır. Toprak reformunun amaçlarında; köylülerin köylerde tutulması, mülkiyet duyguları beslenmiş kitlelerin rejime kazandırılması, toprak dağıtılarak her türlü potansiyel sol ve radikal hareketin önünün alınması, devlet erkanının kentleşmemiş bir toplumsal doku içindeki ayrıcalıklarını kolayca sürdürülmesi gibi kaygılar hep ön planda tutulmuştur.
Türkiye’nin toprak reformu düzenlemesiyle ilgili çok defalar gündeme gelmiş çalışmalar muhafazakar görüntüsünde olmakla birlikte; aslında Kemalist aydınların başını çektiği serbest pazara ve özel mülkiyetin devletin önüne geçmesini asla istemeyen bir grubun işiydi. Toprak sahipleri bunlara karşı mülkiyet haklarını koruyabilmek için büyük bir direniş ve mücadele göstermiştir. Türkiye Cumhuriyeti hazinesinde 110 milyon dekar hesaplanan atıl arazi varken; bunları değerlendirmek yerine; Toprak Reformu gündeme geldiği zaman ilk planda büyük toprak sahiplerinin elindeki arazilere göz dikilmiş, onların büyük bir kısmını dağıtıp küçültmeye, büyüklüklerini ekonomik ölçeklerin altına çekmeye yönelmişlerdi. Halbuki rasyonel ekilebilir arazi büyüklükleri dünya genelinde, gerek Kapitalist, gerekse Sosyalist rejimlerde, mümkün olduğu kadar büyük ölçeklerde tutulur. Böylece ekili alanlarda verimleri artırıp makine kullanarak daha çok miktarda ve daha ucuz üretim yapılır. Türkiye’de ise bunun tam tersi bir politikanın izlendiği, işin daha şaşırtıcı yanı arazileri parçalayıp küçültmeyi öneren aydınların büyük çoğunluğunun iktisat ve ekonomi ile uğraşan kimseler olduğudur. AB ülkeleri genelinde 200 dekar, İspanya’da 240 dekar, Almanya’da 475 dekar, Fransa’ da 530 dekar, İngiltere’de 550 dekar olan Ortalama Tarımsal İşletme büyüklüğünün Türkiye’de sadece 60 dekardan ibaret olduğu, gözardı edilir. Böylesine küçük işletmelerde ne AB ülkeleri seviyesinde üretim ve makineleşme olur, ne de Dünya pazarlarında rekabet edebilecek miktarda üretim yapılır.
Sonunda akıllar başta toplanıp gerçeklere ulaşılacak; bölünmüş cüce parçalar halindeki topraklarda dünya pazarlarına açık ve rekabetçi bir ekonomi işletmeciliğinin olamayacağının farkına varıldığı 2000’li yıllarda, tarihte ilk defa tüm siyasi partilerin katılımı ve katkısıyla radikal kararlar alınacak ve ilk olarak tarım topraklarını ekonomik ölçeklere büyütmek üzere Toplulaştırma çalışmalarına başlanacaktı. Toprakların miras yoluyla bölünmesi engellenerek küçülen arazilerin ortak kullanımı için şirketleşme teşvik ediliyor, en büyük kardeşe arazinin tümünde mülkiyet önceliği veriliyor, parçalar yeniden düzenlenerek büyük araziye çevriliyor, anlaşmazlıkların çözümü, ölçeklerin büyütülebilmesi için kurumsal ve hukuki çalışmalar yapılıyordu. Tarımsal alanlar ve nadas alanlarının tarım üretimine kazandırılıp gelir getirmeleri için teşvik edici uygulamalara gidiliyor, hazine mülkiyetindeki taşınmazların büyük bir kısmı tarım yapmak kaydıyla yeterli toprağı olmayan çiftçilere kiraya veriliyordu veya satılıyordu.
Milli Emlak Kurulu’nun 2010’da satmak üzere ilan ettiği hazine arazilerinin iller itibariyle, dağılımı ve toplam araziye oranları Türkiye topraklarındaki atıl potansiyelin ne kadar çok olduğunu göstermektedir.
(Mio Dekar) %
ADANA7,047
ADIYAMAN3,241
AFYON3,222
ANKARA5,320
ANTALYA7,836
BALIKESİR8,053
BOLU3,026
BURSA3,229
ÇANAKKALE3,029
ÇORUM3,224
DENİZLİ3,630
ERZURUM3,413
ESKİŞEHİR3,022
ISPARTA3,030
MERSİN5,031
ISTANBUL3,043
İZMİR4,233
KASTAMONU6,749
KAYSERİ3,521
KIRKLARELİ3,044
KONYA8,420
KÜTAHYA4,638
MALATYA3,044
MANİSA3,021
K.MARAŞ4,731
MUĞLA3,930
SIVAS9,934
TOKAT3,534
KARABÜK3,067
Diğer illerdeki araziler de 0.5-2.5 milyon dekar arasındadır
Bugün itibariyle, Türkiye’nin Tarımsal arazisi varlığı 280 milyon dekar olarak belirlenmiş ve satışa çıkarılan zirai arazi miktarı 58,8 milyon dekara ulaşmıştır. Daha kullanılabilecek arazi bunun 4 katıdır ve alıcısını beklemektedir. Ayrıca Gıda Sanayiinde önde giden Türk şirketlerinin yurtdışında 400 bin dekar üzerindeki araziye sahip olduğu tahmin edilmektedir.
(Süleyman A.Doğan, Derlenmiş Makaleler Dizisi-2022/05, Bu yazının hazırlanmasında büyük ölçüde Prof Şevket Pamuk’un “Türkiye’nin 200 Yıllık İtisadi Tarihi” adlı eserinden yararlanılmıştır.)
KAYNAKÇA
AKSOY, Suat, Atatürk’ün Toprak Reformuna İlişkin Görüşleri, Ankara Üni. Yay., Ankara, 1982
ARAR İsmail, Hükümet Programları 1920-1965, İstanbul, 1966.
AVCIOĞLU Doğan, Türkiye’nin Düzeni, Bilgi Yayınevi, Ankara, 1969.
AYDEMİR, Şevket Süreyya, İkinci Adam, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1967.
BARKAN Ömer Lütfi, Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu ve Türkiye’de Zirai Bir Reformun Ana Meseleleri, İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi 1945
CİLLOV Haluk, Türkiye Ekonomisi, İstanbul Üni. İktisat Fakültesi. 1965.
GÜRİZ Adnan, “Modern Mülkiyet Kavramı ve Toprak Reformu”, 1968
İNÖNÜ İsmet, Söylev ve Demeçler, Türk İnkılabı Tarihi Enstitüsü Yayınları, İstanbul, 1946.
KAZGAN Gülten, Tarım ve Gelişme, İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Yay., İstanbul, 1977.
KAYDER Çağlar, Dünya Ekonomisi İçinde Türkiye (1923-1929), Tarih Vakfı Yurt Yayınları İstanbul, 1993.
MARDİN Şerif, Din ve İdeoloji
PAMUK Şevket, Türkiye’nin 200 yıllık İktisat Tarihi. Boğaziçi Üniversitesi Yay., İstanbul,
SİLİER Oya, Türkiye’de Tarımsal Yapının Gelişimi (1923-1938), Boğaziçi Üniversitesi Yay., İstanbul, 1981.
TEZEL, Y. S. Cumhuriyet Döneminin İktisadi Tarihi: 1923-1950, Tarih Vakfı Yurt Yay., İstanbul, 1994.