MAIMONIDES (IBN MEYMUN)
İbn Rüşd’ün doğum yeri olan Kurtuba’da (Cordoba) Sefaradi Yahudisi bir ailenin oğlu olarak doğdu. O dönemlerde, Batı dünyasının en önemli entelektüel merkezlerinden Kurtuba’da ilk eğitimini, matematikçi ve gökbilimci babası Meymun bin Yusuf’tan aldı. İbn Meymun, hahamlığın yanında, zamanın İslam Altın Çağı Endülüs’ü ve Mağrib’inde rahatça erişilen Yunan ve Arab bilimlerinin zenginliğinden yararlandı.
Tarık bin Ziyad komutasındaki İslam ordusunun İspanya’yı fethetmesi ile (715), Endülüs Emevi devleti kurulmuş ve onun en parlak dönemi, Emevi halifesi Abdurrahman’ın hükümdarlığı zamanında olmuştu. III.Abdurrahman etraftaki ülkelerle güçlü diplomatik ilişkiler kurmuş, ülkesinin kalkınması için ciddi çabalarda bulunmuş, Müslüman olsun olmasın ilim adamlarına fazlasıyla önem vermiş, yaptığı tesislerle Endülüs’ü devrin en önemli ilim ve kültür merkezi haline getirmiştir. Onun devrinde (916-67) Kurtuba’ya dünyanın çeşitli yerlerinden Yahudi asıllı filozoflar, edebiyatçı ve bilim adamları getirilerek, burasını kendi dini öğretilerinin yapıldığı öğretim merkezi haline getirildi. Kurtuba’da başka hiçbir yerde göremedikleri koruma ve güveni yaşadılar.
Her Yahudi gibi İbn Meymun’un ailesinin de Müslümanların hakim olduğu ülkelerde yaşamak istediği ve oraları tercih ettiği görülür. Yahudilerin İslam dinindeki gibi tek Tanrı inancında olmaları, yeme-içme ve temizlik gibi hususlardaki benzerlikler ve bunların yanısıra Kur’an’da Ehli Kitap olarak kabul edilmeleri her iki toplumun bir arada yaşamasını kolaylaştıran etkenlerden başlıcaları olmuştur. Ortaçağ’da özellikle Hristiyan dünyasının Yahudilere uyguladığı baskılar ise çok şiddetli olmuştur. Birçok ülkede kendilerine yer bulamayan Yahudiler, İslam Ülkelerinde oldukça rahat etmişler, Bağdat’da 1170 yılında 40 bin Yahudi güvenlik içerisinde yaşamış, Kuzey Afrika’da da buna benzer örnekler söz konusudur.
Endülüs’de Emeviler devri sona erince Muvahhid’ler (Berberi hanedan) dönemi başlamıştır. Muvahhid’ler dinsel inançlarda bozulmaya neden oldukları gerekçesiyle İslami olmayanlara karşı olumsuz bir tavır takınmış, Hristiyan ve Yahudi topluluklar da bu fanatizmden nasibini almıştır. Yahudiler din değiştirme ile ölüm arasında bir seçim yapma zorunluluğunda bırakılmışlardır. Sinagogları ve din eğitimi yaptıkları yerler tamamen kapatılıp toplumdan tecrit edilmiş, tek renk ve şekilde dolaşmalarına izin verilmişti. Ticari faaliyetlerine de bir sınırlandırma getirilmiş, Emevi’ler dönemindeki özgürlüklerden eser kalmamıştı.
Bu nedenle Yahudilerin bir kısmı Hristiyanların hakim olduğu kuzey’e, kimi de İslami kuralların daha toleranslı uygulandığı Afrika ülkelerine göç ettiler. İbni Meymun’un babası, Kurtuba’da zamanın en güçlü Talmud alimlerinden ve Yahudi şeriat mahkemesi hakimiydi. İslam medreselerinde öğretilen doğal ve felsefi ilimleri öğrenmiş, bu bilgileri özellikle çevresindeki Yahudi cemaatine öğretmiş, oğlunun eğitimi ile bizzat meşgul olmuştur. Muvahhid’ler yönetimi altındaki birçok Yahudi ailesi gibi İbn Meymun’un ailesi de olabildiğince İslam’ı benimsemiş olarak gözüktü. İbn Meymun zahiren Müslüman olup Kur’an ve maliki fıkhıyla uğraştı. Bir yandan da Farabi, İbn Sina, Gazali ve İbn Bacce gibi Müslüman düşünürlerin eserlerini okuyarak hem Aristoteles’i hem de Yunan düşüncesini tanımış oldu. Endülüs’ün değişik yerlerinde tıp, astronomi, felsefe ve matematik eğitimi alması, O’nun İslam kültüründe formasyon kazanmasına neden olmuştur.
Muvahhid yönetiminde daha fazla yaşamak istemeyen aile, Fas’ın Fez kentine yerleşmek için buradan ayrıldı. Fez’in de Muvahhid egemenliği altında olmasına karşın, Meymunlar şehrin yabancısı oldukları için inançlarını daha rahat yaşayabileceklerini umuyorlardı. İbn Meymun beş yıl kaldığı burada, önceden öğrenim gördüğü tıp, felsefe ve Yahudi şeriatı ile ilgili bilgilerini derinleştirdi. 1165’de kendi hocalarından Rabbi Yahuda bin Şoşan’ın, dinsel gerekçelerle tutuklanarak idam edilmesiyle yaklaşan tehlikeye karşı tedbiren Filistin’e geçip, önce Hristiyanların hükmettiği Akka’da kaldılar. Hristiyanlar, Yahudi ve Müslümanlara zulmettiklerinden baba Meymun kutsal topraklar Kudüs’de kalırken, İbn Meymun Mısır’a giderek, Kahire yakınlarındaki Fustat’a yerleşti.
Maimonides, burada tıp alanına geri dönerek Salahaddin Eyyubî’nin özel tabipliğine kadar yükseldi. Arslan Yürekli Rişard’ın teklif ettiği benzer makamı geri çevirip Mısır’da hür bir Musevi olarak hayatını sürdüren İbn Meymun’a daha sonra Mısır’daki tüm Musevi cemaatlerin önderliği bahşedildi. Son yıllarına kadar hem tabip, hem de önder olan İbn Meymun’un vefatıyla Fustat’ta gerek Musevi gerek Müslümanların katılımı ile üç gün genel yas tutuldu.
İbn Meymun’u, teorik bilimlerden, politik bilimlere kadar her konuda Farabi yönlendirmiştir. İbn Sina’nın özellikle metafizik ile farklı peygamberlik ve Tanrı’ya ibadet teorisi İbn Meymun’u etkilemiştir. İbn Rüşd’ün Aristo yorumlarıyla doğrudan veya dolaylı bir etkisi olmuştur. Yahudiliği, Aristoteles felsefesiyle uyumlu hale getirmeye çalışan İbn Meymun, metafiziğin en yüksek insani faaliyetin türü olduğunu, fakat bunun herkese açık olmadığını söylemiştir. Tanrı’nın ve dünyanın doğasına dair sağlam ve hakiki bir kavrayışa, yalnızca felsefenin erişebileceğini öne süren İbn Meymun, Tanrı’nın varoluşunu tümüyle Aristoteles ilkelerinden esinlenerek ispatladığı görüşlerini 13 maddede sıralamıştır.
İbn Meymûn’un Delâletül-hâirîn eseri özellikle Yahudiliği ve felsefeyi çok iyi bilen ve bu iki alanın birbiriyle uzlaşık olup olmadığı konusunu kendine dert edinen birileri için yazılmıştır. Bu meselenin özü Kitâb-ı Mukaddes’in aşırı ölçüde insan biçimci bir dil kullanmış olmasıdır. İbn Meymûn, Tanrı’nın bir bedeni olmadığına göre Kitâb-ı Mukaddes’teki sıfatlar laf olarak doğru olamaz; hatta Allah’a benzetlenen ahlâkî sıfatlar dahi oluş ve bozuluş âlemindeki varlıklara benzetilenlerden farklı bir anlamda olmalıdır. Buradan İbn Meymûn, başta Fârâbî olmak üzere İslâm filozoflarının etkisiyle ilâhî sıfatları negatif açıdan yorumlamış, buna göre insanın, Tanrı’nın niteliklerinin ne olduğunu anlayabilmesi için O’nun ne olmadığı konusunu bilmesi gerekir, diyerek Filozof, negatif yöntemle bilinebilirliğinin dışında eserden müessire yükselerek Tanrı’nın sıfatlarının bilineceğini savunanların görüşünü reddeder. Meselâ biz, Tanrı iyidir dediğimizde, O’nun kötü olmadığını söylemiş oluruz. Fakat bu bize Tanrı hakkında olumlu bir bilgi vermez. Hatta, O kötü değildir demek bile Tanrı’nın ne olduğunu bilme anlamına gelir ki, böyle bir iddiada bulunmak mümkün değildir.
İbn Meymûn, Tanrı’nın bizim bildiğimiz âlemden farklı olduğunu ifade edebilmek için O’na herhangi bir sıfatın yüklenemeyeceğini söyler. Tanrı’yı bu sıfatlarla nitelendirirken günlük dildeki kelimeleri farklı anlamlarda kullanmaktayız ki, buna hakkımız yoktur. Bu çok detaylı kelâm tartışmalarında İbn Meymûn, Eşarî kelâmcılarının, Tanrı’nın ve sıfatlarının bilgisine ulaşabiliriz tarzındaki fikirlerini savunurken takip ettikleri metotları eleştirmiştir. Ayrıca bazı kelâmcıların Tanrı’dan, sanki daha güçlü ve biraz daha uzakta bir şahıs gibi bahsetmeleriyle şirk arasında bir benzerlik olabileceğini düşünen filozof, bunun derin bir saygı ifadesi olduğu gerekçesini de kabul etmez.
Din ile felsefeyi uzlaştırmak isteyen filozofunun karşılaşacağı en önemli problemlerden biri, evrenin yaratılmışlığı konusunun anlaşılmasındaki güçlüklerdir. Kitâb-ı Mukaddes’e göre; Tanrı dünyayı yoktan yaratmış, başlangıçta Tanrı’dan başka birşey yoktu, sonra Tanrı dünyayı yarattı düşüncesi Aristoteles’in evrenin ezeli olduğu görüşüyle çelişmektedir. O’na göre evrenin sonu olmadığı gibi zaman ve hareket bakımından başlangıcı yoktur. İçinde yetiştiği İslâm felsefesi geleneğinin bir sonucu, aynı zamanda Aristoteleci bir filozof sayılan İbn Meymûn, Yapan Tanrı fikrinin ancak yaratılmış bir dünyada mümkün olabileceğini, fakat bunu dünyanın ilk anda yaratıldığı fikrine kadar götürmenin kabul edilemez olduğunu iddia etmektedir. Dünyadaki doğal oluşum sürecinin bir nizama göre oluşması, bir bütün olarak evrenin aynı prensiplerle var olduğu anlamına gelmez. İbn Meymûn, Aristotles felsefesindeki evrenin kıdeminin ispatlanmış bir gerçek değil, bir imkân olduğunu ileri sürmekte, İslâm filozoflarının belirttiği gibi; eğer Tanrı dünyayı yoktan yarattı ise o zaman O’nun irade ve bilgisi değişebilir demektir. Halbuki Tanrı’nın özü esas alındığında bunu kabul etmek mümkün değildir. İbn Meymûn bu tür değişmenin, dünyada, birleşik olan alt tabakadaki maddî şeyler için doğru olmasına karşılık basit varlıklar için bunun geçerli olmadığını iddia eder. İlâhî eylem, gücün eyleme yönelmesi olmaksızın vukubulur. Tanrı’nın eyleminden bahsederken biz eylem fikrini tamamen bilinemez (derin sır) tarzda kullanmaktayız; ancak O’nun yaptıklarını bu dünyadaki yapılan işlerle benzetemeyiz, hatta İbn Meymûn, Tanrı’nın yaptıklarını bizim yaptıklarımızla özleştirmeyi bir tür şirk saymıştır.
İbn Meymûn’un ele aldıklarından biri de İslâm felsefesinin önemli konularından Tanrı’nın bu dünyadaki kötülüklerle ilgisi meselesidir. Eğer Tanrı dilediği her şeyi yapabilir (kādir) ve her şeyi bilir (âlim) ise o takdirde bu dünyaya müdahale edebilmelidir; fakat bunu yaptığı açıkça görülmediğine göre, ilâhî lütuftan bahsetmek ne anlama gelecektir? Filozof, Tanrının somut bir varlığı olmadığından duyu aletlerine sahip olmadığını, bu sebeple kişilerin dünyada neler yaptığını bilemeyeceğini söyler. Bu da tanrısal güç için bir eksiklik anlamı taşır. Sonuç olarak İbn Meymûn, Tanrı’nın bir yaratıcının bilmesi gerektiği kadarıyla dünya bilgisine sahip olduğunu düşünmektedir. Tanrı bizim duyularımızı kullanmadığı için sadece kendi yarattığının nasıl çalıştığını bilmektedir. Bu ise açıkça İslâm filozoflarının, “Tanrı yalnız tümel bir bilgi ile bilir” şeklindeki düşüncelerinin bir tekrarıdır. Tanrı’nın genel ve özel diye iki türlü lütufu vardır. Genel olanını; biz doğa kanunlarına göre hareket etmekle elde edebiliriz; özel olanına ise olgunlaşarak varlığın derin bilgisini elde ettikten sonra en iyi şekilde nasıl hareket edeceğimizin farkına varmakla erişebiliriz.
İbn Meymûn, ilâhî adaleti insan adaletiyle haksız olarak özleştirmek anlamına geldiği gerekçesiyle, Bir kimse yardımı hak ettiği için Tanrı ona yardım edecektir, fikrine karşı çıkmış ve bu fikir Mutezile’ye yönelttiği eleştirilerinin temelini oluşturmuştur. Başta Gazâlî olmak üzere bütün İslâm düşünürleri gibi İbn Meymûn da ahlâka ve ahlâk eğitimine büyük önem verir; aynı şekilde Aristoteles felsefesindeki altın orta teorisine genellikle bağlı olmakla birlikte ahlâk meselesini tartışırken bazan Aristoteles’den iyice uzaklaştığı görülür. Aristoteles bir davranışın ahlâkî sayılması için iki aşırı uçtan uzak, orta vasfına sahip yani dengeli olması gerektiğini düşünmektedir. İbn Meymûn genelde bu fikri benimsemekle birlikte bir çeşit ahlâkî uyumluluğu elde etmek için mizaçlarımızdaki dengeyi sağlamamız, bunun için de bazan orta noktadan ileriye gitmemiz gerektiğine inanır. Meselâ Tanrı karşısında tevazu ve dindarlık gibi faziletlerde aşırı gitmek gereklidir. Çünkü Tanrı’yı taklit etmenin en önemli yolu budur.
Bizim için en yüksek, iyi olan, felsefî temele dayalı ve ahlâkî eylemle bütünleşmiş hikmettir. Aklımız, tabiatıyla Tanrı’nın özünü idrak etmeye muktedir olmadığı için ahlâkî fiil bizim gelişmemiz açısından oldukça önemlidir. Tanrı’nın yaratmadaki gayesi ne olursa olsun biz sadece O’nun maksatlarının ve eylemlerinin eserlerini ve sonuçlarını değerlendirme konumunda olabiliriz. Zira sonlu olduğumuz için ilâhî varlığın ancak bu sonlu olan yönleri hususunda fikir yürütebiliriz. Hayatımızı tamamen ilâhî yasaya (şeriat) dayandırmak zorundayız; ilâhî yasa ile sivil yasa arasındaki fark, ikincinin daha çok fizikî mutluluk ve refahla ilgili olmasına karşılık ilâhî yasanın hem maddî refahımızı hem de teorik bilgi ve anlayışımızı geliştirmede etkili olmasıdır. Her ne kadar bizim dinî yasaya itaat etmemiz gerekli ise de insanın olgunluk derecesine ulaşmasını hedef alan dinî yasanın zamanla değişeceği kabul edilmelidir. Çünkü insanın mânevî dünyasının farklı gelişim safhalarında farklı yasalara ihtiyaç doğar. Meselâ mâbed varken Yahudiler kurbanla ilgili kanunları uygulamak zorundaydılar, fakat şimdi mâbed ortada olmadığından bu kanunlar anlamını yitirmiştir. İbn Meymûn’un burada işaret etmek istediği, toplumun sürekli değişmekte olduğu ve buna bağlı olarak uygulanan kanunların da değişmesi gerektiğidir. Bunu oluşturan ve Yahudi toplumunun gelişiminin her safhasını tayin eden Tanrı’nın hikmeti, sadece Yahudilere uygun bir kanun sisteminin bulunduğunu göstermektedir. Tarihin herhangi bir safhasında geçerli olan herhangi bir dinî kanunu eleştirmenin bir anlamı yoktur; hatta buradan hareketle İbn Meymûn, bir mesîhin en önemli alâmetlerinden birinin onun Yahudi kanun ve geleneği “halakhah”yı değiştirmeyi teklife kalkışması olduğunu belirtir.
İbn Meymûn’un en çok tartışılan öğretilerinden biri onun peygamberlik görüşü olup bu konudaki fikirleri önemli ölçüde Fârâbî, İbn Sînâ gibi İslâm filozoflarının düşüncelerinin devamı niteliğindedir. Bir Yahudi filozofu olarak İbn Meymûn’a göre sadece Mûsâ’ya gerçek anlamda peygamber denebilir, diğer tüm peygamberlerde Mûsâ’daki gerçek peygamberliğin ancak soluk bir taklidi vardır. Mûsâ’yı diğerlerinden ayıran temel özelliği, onun kendi muhayyilesini hiç kullanmadan faal akılla irtibat kurabilecek derecede güçlü bir akla sahip olmasını gösterir. Bu sebeple hayal güçlerini kullanma gereğini duymuş olan diğerlerinin peygamberliği daha zayıf ve daha az inandırıcı, akla, mantığa ve hakikate daha az dayanmaktadır.
İbn Meymûn’un peygamberlik öğretisinde farklı ve dikkat çekici olan bir nokta da: Ona göre peygamber, Tanrı’nın kendisine peygamberlik verdiği kişi değil, fıtratı ve ahlâkî hayat tarzıyla peygamberliğe tamamen doğal yollarla ulaşan kimsedir. İbn Meymûn, bu tarz bir peygamberlik yorumunun radikalliğinin farkında olduğu için bunu açıkça kendi fikri olarak ifade etmemiş, fakat ortaya koydukları incelendiğinde kendisinin de bu fikirde olduğu anlaşılır. Nitekim bu fikrinden dolayı Yahudi topluluğunun bir kısmı onun ortodoksluğunda şüpheye düşmüştür. İbn Meymûn, aynı zamanda bir hekim olduğu için, dönemindeki diğer filozoflar gibi ahlâkı tıpla karşılaştırmakta, Aristo, ahlâkı bizim kötülüğe düşmemizi engelleyen koruyucu hekimlik gibi kabul ederken, İbn Meymûn ahlâkî kötülüklerin tedavisine daha çok ağırlık vermiştir.
Fârâbî ve İbn Rüşd gibi İbn Meymûn da fikren olgunluğa erişmiş olanların dinle ilgili problemlerini sıradan müminlerin tam olarak idrak edemeyeceği kanaatindedir. Bu sebeple müminlerin zihinleri filozofun fikirleriyle karıştırılıp imanları tehdit edilmemelidir. İbn Meymûn’un eserlerinin bir zâhirî, bir de bâtınî yönü bulunmaktadır. Bu eserlerde filozof, bir yandan entelektüel seviyesi yüksek okuyucuya geniş çerçevede Aristoteles ile aynı fikirde olduğunu gösterirken, sıradan bir Yahudiye de dinin prensiplerine uymayı tavsiye etmektedir.
İslâm felsefesinde ve özellikle İbn Rüşd’de olduğu gibi İbn Meymûn da biri entelektüellere, diğeri sıradan insanlara ait olmak üzere gerçeğe giden iki ayrı yol olduğunu vurgulamıştır. Buna göre entelektüeller akılla dini uzlaştıran te’vil sürecini kullanmalıdır. Meymûn, dinle felsefenin uzlaştırılabileceğini düşünmekte ve eserlerinde böyle bir barışın mümkün olduğunu ima etmektedir. Dinî emirlerin bilinebilirliği kadarıyla sebeplerini tesbit etmemizin, bu emirlerin gerek kendi aralarındaki münasebetlerini gerekse iman esaslarıyla ilişkilerini anlamamız gerektiğini belirtir.
İbn Meymûn’un İbrânî harfleriyle Arapça yazdığı Delâletü’l hâʾirîn Arab alfabesiyle yazılıp İslâm dünyasının faydasına uygun hale getirilmiştir. Hristiyan dünyasında İbn Meymûn’un eserleri erken dönemlerden Latince’ye çevrilmiş ve daha çok Rabbi Moyses adıyla Aziz Thomas’ın eserlerinde zikredilmiştir. Onun etkileri Leibniz ve Spinoza’ya kadar uzanır. Catherine Wilson’a göre, İbn Meymûn’u modern Batı felsefesine öncülük eden bir düşünürdür. Yahudi entelektüel dünyasındaki etkisi konusunda ise rakipsiz kabul edilmektedir. Kendi döneminden bu zamana kadar en çok tartışılan Yahudi düşünür olarak bilinir; bunun yanında Yahudi şeriatı eserlerinin tartışma götürmez otoritesi olup Yahudi inanç sistemi ve şeriatının uygulamalarında son noktayı koyan otorite olarak kabul edilir. Onun 13 madde halinde yeniden düzenlediği iman esasları Yahudi âmentüsünün sonlanmış şekli olarak günümüze kadar geçerliliğini korumuş, günlük dua kitaplarında dahi yer almıştır. Felsefî eserleri ve özellikle akılla iman arasındaki ilişkiyi sorgulayan fikirleri Yahudi düşünürleri cezbetmeye devam etmiş, sonuçta Yahudi felsefesinin gündemini belirleyen konuma gelmiştir. İbn Meymûn’un şeriata dair eserleriyle felsefî eserleri arasında fark olduğunda bir eğilim bulunmakla birlikte, bu noktada çok büyük bir farktan sözedilemez.
Sonuç olarak 9.-13.yüzyıllar, İslam felsefesine yön veren belli başlı düşünürlerin yetiştiği ve İslam düşüncesi adına en yoğun eserlerin verildiği bir dönemdir. Dönemin belirgin bir özelliği de İbn Meymun’da görüldüğü gibi çeşitli milletlerden düşünürlerin bu büyük kültürden önemli derecede etkilenmiş olmalarıdır. Ömrünün hemen tümünü İslam coğrafyasında geçiren İbn Meymun, buralarda ilahiyat, astronomi tıb ve hukuk eğitimi almış, devrinin seçkin bir düşünürü olmuştur.
Felsefesinde, antik Yunan düşüncesi unsurlarıyla, Felasifenin özellikle Farabi’nin etkisi açıkça kendisini gösterir. Günümüz Yahudi topluluğu tarafından da çok önemsenen İbn Meymun Yahudi düşünce hayatına önemli bir dinamizm getirmekle kalmamış, aynı zamanda uluslararası veya daha değişik bir adlandırma ile kültürler arası diyalogun önemli temsilcilerinden birisi olmuştur.
(Prof Ahmet Arslan’ın, İslam Felsefesi Üzerine eserinden özetlenmiş, mümkün olduğu kadar onun anlatımına sadık kalınmıştır. Süleyman A.Doğan)